15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 HAZİRAN 2014 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 1 Soma Faciasına Genel Bir Bakış 3 Mayıs 2014’te Soma’daki bir kömür ocağında hepimizi yasa boğan çok elim bir kaza oldu. Olayın meydana geliş şekli üzerindeki şüphe artık ortadan kalkmış gibidir. Elbistan’dan sonra linyit kömürleri açısından en büyük havza niteliği taşıyan Soma bölgesindeki kömür damarlarının öne çıkmış iki özelliği vardır: Damarların çok kalın oluşu ve içten içe yanmaya karşı daha hassas olan durumları. Birinci özellikten dolayı üretim esnasında kömürün tamamı alınamaz ve geride kalan kırılmış kömür de hava ile temas imkânı bulursa ikinci özelliğinden dolayı yavaş yavaş yanmaya başlar. Anlaşıldığı kadarıyla bu ocakta daha önce damarın üst kısmında çalışılmıştır. Şimdiki çalışma ise göçertme sonucu ezilmiş olan bir kısım kömürü tavanda bırakmak suretiyle damarın alt kısmını almak şeklinde devam etmektedir. Üstte kalan bu kırıklı kömürün içinde meydana gelen milyarlarca minik boşluğun hava ile dolması sonucu, oksijenle temas eden kömür önce kızışmış, sonra da içten içe yanmaya başlamıştır. Hava ile irtibatı kesilmediği için bu yanma devam etmiş, sonuçta kızgın kor haline gelerek ateş şeklinde tavandan boşalmıştır. Bunun sonucu olarak da hem yangın meydana gelmiş hem de çok kısa bir sürede ocağın içi kesif bir duman ve yüksek konsantrasyonlu karbon monoksit gazıyla dolmuştur. Yargı süreci dolayısıyla bu kazanın önlenmesi açısından alınması gereken tedbirlerin detayına girilmeyecektir. Ancak çok konuşulduğu için artık zaten bilinen birkaç hususa değinmekte yarar olduğunu sanıyorum: “Soma’daki ocakta bu safhadan sonra ne yapılması gerekir” sorusuna gelince... Emniyet bakımından tehlikeli ocaklara işçi sokup çalıştırılması tabii ki düşünülemez. Ancak ocakları süresiz olarak kapatmak da bir çözüm değildir. Prof. Dr. ŞİNASİ ESKİKAYA Maden Yüksek Mühendisi alınmışken, fiili üretim “yılda üç buçuk milyon ton”a çıkmıştır. Yani yüzde yüzden fazla bir üretim zorlaması söz konusudur. Burada bunun emniyet açısından doğuracağı sakıncalara temas edilmeyecektir. Ancak halkın anlayacağı bir misal ile izah etmek gerekirse “yüz ton yüke göre tasarlanıp imal edilmiş bir kamyona iki yüz tondan fazla yük vurup taşıtmak” gibi bir şeydir. İkinci ana husus; bir ocakta ezik kömür altında çalışılırken ilk planda göz önünde bulundurulacak husus, bu kömürün “içten içe yanacağı” gerçeğidir. Bu durumda yapılması gereken şey, bu kömürün hava ile irtibatını kesmektir. Yanmaya engel olmak varken, ona mâni olmayıp onun sonuçları üzerine (gaz ölçümleri, sıcaklık algılamaları vs.) yoğunlaşmak çok daha fazla dikkat gerektirir ve üstelik birçok hatayı da beraberinde getirebilir. Kömür damarlarının içten içe yanması ise madenciliğin iyi bilinen konularından biridir. “Soma’daki ocakta bu safhadan sonra ne yapılması gerekir” sorusuna gelince... Emniyet bakımından tehlikeli ocaklara işçi sokup çalıştırılması tabii ki düşünülemez. Ancak ocakları süresiz olarak kapatmak da bir çözüm değildir. Kapatılmış bir ocak fazla uzun olmayan bir süre sonra bakımsızlıktan harap olur ve eskisinden bile daha tehlikeli hale gelebilir. Yapılması gereken şey, bu ocakların ehil eller tarafından iyice elden geçirilip eksiklerinin tamamlanması ve güvenli bir hale getirilmesidir. Bu işi en iyi yapacak deneyimli personel de TTK’de (Türkiye Taşkömürü Kurumu) bulunmaktadır.Yapılacak iş, ilgili bakanlık tarafından, aynen “zorda kalan şirketlere kayyum tayin eder gibi” yeteri derecede mühendis ve deneyimli işçiden oluşan bir TTK ekibinin, geçici bir süre için Soma’da görevlendirilmesidir. Ocaklar bu ekibin önderliğinde elden geçirilip güvenli hale getirilebilir. Ancak bu olayın yasalara uygun bir çerçeve içine alınması ve sarf edilen emeğin de şirket hesabından olmak üzere cömertçe karşılanması gerekir. Söz konusu ekip, güvenlik açısından yeraltında ne yapılacağını bilir. Bu sebeple, sadece hatırlatma babında ve emniyet konusu ile sınırlı kalmak üzere, böyle bir ekibin dikkate almasında yarar olan birkaç noktaya temas etmek istiyorum: Mevzuatımızda olmamakla birlikte, artık güncel bir konu haline gelen “sığınma odaları”nın temini ve konulacağı yerlerin tespiti; işçilere, birçok ülkede kullanımdan kalkan ve raf ömürleri çok kısa olan karbon monoksit maskeleri yerine raf ömürleri çok daha uzun ve daha işlevsel olan kaliteli “oksijen maskeleri”nin verilmesi; ocağın yeryüzü ile bağlantısını temin eden galeri ağızlarının birbirlerine çok yakın olması dolayısıyla, bu durumun panoda çalışmakta olan işçilerin, bir tehlike anında en kısa yoldan yeryüzüne ulaşmalarında bir handikap teşkil etmesi hususunun göz önüne alınması; yeraltındaki işçi ve personelin bulunduğu yer itibarıyla izlenmesine ve gereken mevki veya kişilerle iletişim sağlamasına imkân veren sistemin kurulması ve kişilerin buna uygun (baş lambası gibi) teçhizatla donatılması; kullanılacak bant konveyörlerin yanmaya dayanıklı olması.. bunlardan bazılarıdır. Fakat daha da büyük önem arz eden bir husus daha vardır ki, o da “eğitim”dir. Ekip, bunca yıllık tecrübesine dayanarak ve gerekirse üniversiteden de yardım alarak “böyle büyük faciaların meydana geliş sebepleri, facia karşısında ne yapılacağı, nereye kaçılacağı” gibi hususları içeren bir “acil durum planı” hazırlayıp ocakta çalışacak işçileri bu plan çerçevesinde, bir haftadan az olmamak üzere sıkı bir eğitime tabi tutmalıdır... Gidenleri geri getirmek mümkün değildir. Ama “her şeye rağmen hayatın devam ettiği” gibi de bir gerçek vardır. Bu çerçevede, geride kalanların, başta geçim gailesi olmak üzere, üzerlerinden bazı yüklerin alınması isabetli olacaktır. Devletin bu yönde önemli adımlar atacağına dair haberler gelmektedir. Ancak bir husus daha var ki bunun ayrı olarak ele alınması gerekir. O da bu ailelerin çocuklarının okuma mükellefiyetinin devlet tarafından üstlenilmesidir. Gönüllü yardımların ve burs verme isteklerinin devlet eliyle oluşturulacak bir fon veya vakfa kanalize edilmesi, eksik kalan kısım olursa bunun da devletçe karşılanarak üniversite sonuna kadar temin edilecek bir eğitim desteği, sadece bu ailelerin üzerindeki yükü azaltmakla kalmayacak, ayrıca ülkeye yüzlerce eğitimli ve üretken genç kazandırılmış olacaktır. Gezi’nin Diyalektiği Gezi Direnişi, tipik bir “zıtların etkileşimi” sürecidir... Bu nedenle, bugün devam ettiği gibi, gelecekte de sürecektir! HHH Bu diyalektik süreçte, kendi içlerinde çeşitli farklı kesim ve yaklaşımları barındıran, bu nedenle de bir “sentez” niteliği taşıyan iki karşıt güç görünüyor. 1) İnsanlığın evrim çizgisine koşut olan bir toplumsal değişmenin, demokratikleşme yönündeki itici gücü. 2) Değişmeyi, doğal mecrasından saptırmak, kendi ideolojiksiyasal kalıpları çerçevesinde yönlendirmek isteyen, bu arada cebini de dolduran, ceberut bir iktidarın müdahaleci gücü. HHH Gezi Direnişi, insanlığın evrim çizgisinin yeşile ve çevreye dönük olan, çok önemli ama çok küçük bir yönü ile gündeme gelmiştir. Buna karşılık bu evrim çizgisini kendi görüş ve çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen iktidar, akılcı, bilimsel ve demokratik gerekçeler bulamadığı için, bu masum eyleme zorbalıkla müdahale etmiştir... Çünkü insanlığın evrimini durdurmak isteyen iktidarların elinde, din gibi, milliyetçilik gibi mukaddes inançların istismarı ile kaba zorbalık dışında başka bir alet yoktur. İktidarın bu zorba müdahalesi, karşı tepkiyi doğurmuş, küçük bir azınlığın Gezi Parkı’nda başlattığı çevreci eylem, bütün ülkeye yayılan bir demokrasi ve özgürlük direnişine dönüşmüştür. İktidar bunun karşısında, zorbalığı ve baskıyı hem artırmış hem de tüm ülkede uygulamaya başlamıştır. Ne yazık ki bu zorbalık tepkisi, insanların gözünü çıkaracak, gençlerin canını alacak noktalara ulaşmıştır. O zaman toplumun karşı tepkisi daha da şiddetlenmiş ve yaygınlaşmıştır... Sadece çevre, insan hakları ve demokrasi değil, salt insan olmanın getirdiği beşeri duygular da bu uygulanan şiddet karşısında devreye girmiş hekimler, avukatlar gibi meslek grupları, gençlerin, kadınların, mimarların, mühendislerin yanında yer almıştır. İktidar buna karşılık baskı ve zorbalığı bu kesimlere, sivil toplum örgütlerine yöneltmiş, ulusal ve uluslararası medyaya, büyük sermayeye, yabancı devletlere saldırmaya başlamıştır. Elbette bu tutum ve davranışı, AKP’nin “İleri demokrasi” maskesini bütünüyle düşürmüştür. HHH Gezi Direnişi’nin ortaya çıkardığı etkileşim sarmalının kısa dinamiği bu denli basittir: Bir başka deyişle, AKP iktidarı “kendi ektiğini biçmektedir”! Üstelik bunu “bilinçli” yapmakta, bu diyalektik süreç yoluyla, demokrasiyi tümüyle rafa kaldırmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin demokratikleşmesine ve evrimleşmesine zorbalıkla karşı çıktığı sürece de Gezi Direnişi varlığını ve etkisini sürdürecektir! Ailelerin çocukları Sığınma odaları İddiaya göre işletme izni “yılda bir buçuk milyon ton” kömür üretimine göre hazırlanan projeye dayanarak Üretim zorlaması Ü 13 Mayıs 2014 Sonrası Tekraren Israrla… İş güvenliği uzmanının ciddi yükümlülük ve sorumlulukları var. Mevzuata bakıldığında yaşamsal iş güvenliği risklerine karşı önlem almayan işvereni bakanlığa bildirmek de bu yükümlülükler arasında. Öyle de, o iş güvenliği uzmanını işveren işyerinde tutar mı? Yanıtı siz verin. Yrd. Doç. Dr. K. AHMET SEVİMLİ Uludağ Üniversitesi ve düzenli olarak işyerinde. İş güvenliği risklerini en iyi görüp tespit edebilecek kişi o. Bu alanda ciddi yükümlülük ve sorumlulukları var. Bu nedenle iş kazası halinde haklı olarak savcılık makamının ilk yakasına yapıştığı kişilerin başında iş güvenliği uzmanları geliyor. Ne var ki, özel sektörde çalışan iş güvenliği uzmanları da işçi. İşverene ekonomik olarak bağlılar. Birçoğu, ya denetlemekle de yükümlü oldukları işverenin bordrosundalar ya da Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) olarak anılan, ezici çoğunluğu ticari şirket niteliğindeki işverenler yanında çalışıyorlar. OSGB’ler iş sağlığı ve güvenliği hizmetini diğer işverenlere sunma yetkisine sahip şirketler. OSGB’nin verdiği hizmetten memnun olmayan, hizmet alan işveren onunla ilişkisini sona erdirip başkasıyla çalışabilir. Türkçesi, OSGB’nin görevlendirdiği iş güvenliği uzmanı hizmet verdiği işyerinde maliyet çıkartan ve iş sağlığı ve güvenliği bakımından alınmasını istediği önlemleri yüksek sesle gündeme getiren bir tavır sergilerse, hizmeti alan işveren ya o iş güvenliği uzmanının değiştirilmesini ister ya da OSGB’den hizmet almayı bırakabilir. Böyle “sorunlu” bir iş güvenliği uzmanını da hiçbir OSGB istihdam etmek istemez. Belirtmiştim, iş güvenliği uzmanının ciddi yükümlülük ve sorumlulukları var. Mevzuata bakıldığında yaşamsal iş güvenliği risklerine karşı önlem almayan işvereni bakanlığa bildirmek de bu yükümlülükler arasında. Öyle de, o iş güvenliği uzmanını işveren işyerinde tutar mı? Yanıtı siz verin. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na bakıldığında iş güvenliği uzmanlarının görevlerini “mesleğin gerektirdiği etik ilkeler ve mesleki bağımsızlık içerisinde” yürütecekleri hükme bağlanmış olmakla birlikte, ortaya koymaya çalıştığım gerçekler karşısında pratikte bunun pek de mümkün olmadığı açık. Çözüm, iş güvenliği uzmanlarının işverenler yanında çalışan kişiler olmaktan çıkartılıp bakanlık nezdinde oluşturulan bir fondan ücretlerinin ödenmesi şeklinde dile getiriliyor. İdeali bu. Ancak böyle bir fonu oluşturmak, planlama, ciddi mevzuat değişiklikleri, kaynak ve her şeyden önemlisi zaman gerektiriyor. Beklemeye tahammülümüzün kalmadığı aşikâr. Böyle bir fon kurulmasına karar verilse dahi fon işler hale gelene dek bir an önce yapılması gereken, zaman kaybetmeksizin iş güvenliği uzmanlarını gerçekten “mesleğin gerektirdiği etik ilkeler ve mesleki bağımsızlık içerisinde” çalışabilecek hale getirmek. Bu yolda önerilen, hayata geçirilmesi daha kolay bir adım işyeri sendika temsilcilerine (İST) sağlanan güvencenin model alındığı bir korumanın iş güvenliği uzmanlarına uyarlanması. Yine eksik bırakma ve yanlış anlaşılma riskini göze alarak özetliyorum: İST haklı neden olmadan işten çıkarılamaz; İST’nin işyeri değiştirilemez veya işinde esaslı tarzda değişiklik yapılamaz. Sendikal faaliyet nedeniyle işten çıkarıldığında hem işe iade davası açması diğer işçilerin tabi olduğu koşullara bağlı değildir hem de dava sonucunda ortaya çıkan yaptırımlar daha ağırdır. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na eklenecek tek bir madde ile bu tür bir korumanın iş güvenliği uzmanları bakımından da hayata geçirilmesi mümkün. Bu önerinin hukuk tekniğini ilgilendiren ve biz hukukçuların kendi aramızda ayrıntılarıyla tartışmamızı gerektiren boyutları var; farkındayım. Ancak yine de ilk elde ve zaman kaybetmeksizin iş güvenliği uzmanlarına bağımsızlık sağlanması bakımından isabetli bir yol olacağı görüşündeyim. Bu yazıdaki öneriler iş sağlığı ve güvenliği alanına dair düşünen ve söz söyleyenlerin daha önce defalarca gündeme getirdikleri, ancak yeterince ilgi görmeyen görüşlerin sadece bir kısmı. Farklı cümlelerle tekrar tekrar ısrarla dillendirilmeleri belki duyulmalarını sağlar. Duyulursa belki işin fıtratı, işçinin mukadderatını değiştirir. 13 Mayıs 2014’ün ilk olmadığını fark etmemiz ve unutmamamız dileğiyle… lkemizdeki çalışma şartları, sendikalar, iş teftişi, taşeron ve burada saymadığım çalışma yaşamına dair birçok gerçeği, yaşadığımız facia sonrasında fark edip şaşıran ve taş çatlasa bir ay sonra unutacak olan; sözüm sana değil. Ben yine de anımsatayım: İş sağlığı ve güvenliği alanındaki kilit konumdaki aktörlerden biri iş güvenliği uzmanı. İş güvenliği uzmanı, Bakanlık müfettişleri gibi belirli ve kısıtlı zamanlarda değil; sürekli
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle