23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 HAZİRAN 2014 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA DİZİ Milli Görüş hareketini en yakından izleyen gazetecilerden Fehmi Çalmuk: 7 İlk başkaldırı Şike davası GÜMÜŞDAĞ’A GÖZALTI HAMLESİ Gazeteci Ahmet Şık’a göre ise Şike davası, doğrudan şikeyi soruşturan bir dava değil: “Davanın arkasında kesinlikle Gülen cemaati ve elbette ki hükümet var. Ama hükümetin biraz daha bağımsız durduğunu düşünüyorum. Çünkü dosyayı incelediğimizde dosyanın zanlılarından biri olan ama sonra tanığı haline getirilmeyen kişilerden birisi Emine Erdoğan’ın yeğeniyle evli olan Göksel Gümüşdağ, Başbakan hastanede nekahat dönemindeyken sabahın köründe gözaltına alınmaya çalışıldı ve kendisine bilgi verilerek gözaltına alındı ama daha sonra o süreçten sıyırması sağlandı. Daha o günden cemaatin Erdoğan’a ilişkin bir operasyon yapma planının yapı taşları örülüyordu. Gümüşdağ üzerinden Erdoğan ailesi soruşturmanın içerisine katılacaktı.” Yönü Belirsiz Ülke… Ali Sirmen’in “İspanyollar neden çoğulcu demokrasiye, hoşgörülü topluma geçti de biz geçemedik” sorusuna ilişkin yazılarıma farklı tepkiler aldım. Değerli hocam Bozkurt Güvenç’ten gelen bir katkı şöyle: “Sevgili Nilgün, İspanya’da kralın istifası üzerine yazdıklarına teşekküre hazırlanırken, gündem Ali Sirmen’in sorusuyla ‘AKP motoru’na kaydı… (İspanya’da demokrasiye geçiş dönemindeki durumun tersine Türkiye’de) Bilinçli ve yönetimden sorumlu bir orta sınıf (olmaması) tanısı kuşkusuz geçerli. Bizim orta sınıfımız küçük veya zayıftı. Devlet kapısına bakıyordu. Karşıdevrim, askeri vesayetin bıraktığı anayasa yadigârı parti ve seçim kanunları ve Batı sermayesinin Ortadoğu dengesinde verdiği Ilımlı İslam ortaklığı göreviyle RTE’yi seçerek ve destekleyerek, AB yolumuzu, umudumuzu keserek bizi bugünlere sürükledi. Daha ülke RTE adını duymamışken İspanyol meslektaşınız size geleceğin başbakanını… Madrid’de bildirmişti. Hatırlar mısın? (Güvenç burada 2001’de Madrid’de bir ‘thinktank’çiyle yaptığım ve daha sonra ‘Sağnak’ta aktardığım bir görüşmeye atıf yapıyor. ABD’nin Brookings Institute kuruluşunda çalışan bir eski ‘thinktank’çi; RTE’nin gölgesi ülkenin üzerine düşmeden çok önce… 2001 Kasımı’nda Madrid’de konuşurken adeta kahve falı bakar gibi; ‘Önümüzdeki dönem İstanbul’un eski Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan yeni başbakan ve Türkiye de ılımlı İslamın temsilcisi olacak!’ demişti.) Bugünkü durum ve sorunlarımız yalnız iç dinamiklerle açıklanamayacak kadar karmaşık.. Türkiye’nin milli geliri son on yılda 1 trilyon, borçları ise 1.1 trilyon artmış. Oysa bir borçla gelirin en az üçdört kat büyümesi beklenirmiş. Ekonomi mesken balonunun yakında patlayacağını haber veriyor. Ülke sağlıksız bir ekonominin gürbüz çocuğu faşizm ile uğraşırken demokrasiden süratle uzaklaşıyoruz. Falanjist/ korporatist Franco ülkeyi ve milli varlığı yağmalamamıştı… Biz yönettiği TC karşıtı bir iç savastan çekinmeyen İslamcı bir iktidarla savaşıyoruz. Demokrasi yolumuz umarım sonra bir iç savaşa varmadan açılacak…” İç dinamik ve dış dinamik etkileşimi evet çok önemli… İspanya’nın demokrasiye geçişi, “iç dinamiğin olgunlaştığı bir dönemde (ABABD liderliğindeki) dış dinamiğin tümüyle yapıcı katkısına” ilişkindir. İspanya örneğinde olumlu bir paslaşma ve örtüşme, “demokratikleşmede” yol açıcı, teşvik edici etkileşim söz konusu... Türkiye’de ise iç dinamikler hâlâ yetersiz kalırken, “statükoyu” sarsan adımlara destek vermekten hâlâ açık biçimde kaçınan, statükoyu tehlikeye atacak gelişmelere türlü mazeretlerle taş koyan bir “dış dinamik” var. Leyla Tavşanoğlu’nun izlenimlerini okumuşsunuzdur... ABD’nin etkili düşünce kuruluşlarının Türkiye değerlendirmelerini yansıtan arkadaşımız; muhalefet lideri Kılıçdaroğlu için Washington’daki yorumları şöyle aktarıyor: “Kılıçdaroğlu buradaki temaslarında olumlu etki bıraktı. Son derecede dürüst, namuslu ve nazik biri. Ama Türkiye gibi bir ülkeye değil, belki İskandinavya ülkelerinden birine başbakan olarak yakışır.” Şu laflara bakın! RTE’den sonra öyle bir paradigma değişikliği olmuş ki; Ecevit, İnönü gibi geçmişte bu ülkede “dürüst, namuslu, nazik” kişilerin de başbakanlık yaptığı unutulmuş! “Dış dinamik” ABD’nin gözüne girebilmesi için muhalefet liderimizin anlaşılan artık “Kasımpaşalılık” brövesine ihtiyacı var! Hillary Clinton’ın piyasaya yeni çıkan 600 küsur sayfalık Zor Tercihler kitabında da aynı “olumsuz dış dinamiğin” izlerini görüyoruz. Clinton, Erdoğan’ın ABD için gerçekte “ne zor tercih” olduğunu çeşitli yollarla anlatıyor. “Türkiye’nin gelecekteki yönü belirsiz” diyor; “Muhalefete karşı tutum, gazetecilere baskılar, Erdoğan’ın ülkeyi hangi yöne götürdüğü, demokrasiye karşı sorumluluğu hakkında soru işaretlerini artırdı” diye ekliyor. “Yolsuzluk çok geniş bir sorun olarak kaldı” diye devam ediyor; “Protestoculara sert müdahalelerden, Erdoğan’ın zorba yönetiminden”, “hükümetin orta sınıfın artan beklentilerine cevap verememesinden” dem vuruyor. “Erdoğan’ın hakkında duyulan İslamcılık kuşkularını özetle haklı çıkardığına” işaret ediyor, “İslam ve laikliğin zor dengede durduğuna” parmak basıyor. Ama… Bu mahzurlara rağmen; Erdoğan’ı gene de “TürkABD ilişkilerinde anahtarını elinde tutan biricik kişi” olarak tanımlıyor. Kitabı henüz okumadım. Ama ilk özetten çıkan tablo bu. “Bağrımıza taş basmak pahasına da olsa Erdoğan’la işbirliğine mecburuz!” demeye getiriyor özetle Clinton. Niye? Çünkü ABD eski dışişleri bakanının bizzat sıraladığı olumsuzluklara rağmen, Erdoğan’ın “oy makinesi” hâlâ çalışıyor: “Kitap yazılırken” diyerek bunu vurguluyor Clinton; “Erdoğan’ın artan otoriterleşmesine rağmen… aldığı destek sağlam yerinde duruyordu.” “İç dinamiğin” desteği “sağlam” yerinde kaldığı sürece; “dış dinamik” tercihlerinde hiçbir değişiklik olmayacaktır. İçdış dinamik evet birbirini etkiliyor. Ama unutmamak gerekir ki bu çift yönlü bir iletişim. Dış dinamiği değiştirmenin yolu; “iç dinamik” dengeleri öncelikle değiştirmekten geçiyor. A hmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasından kısa süre sonra, 3 Temmuz 2011’de Türkiye yeni bir “son dakika” haberi gördü televizyonlarda... Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’ne bağlı ekiplerin yaptığı 8 aylık teknik ve fiziki takip inceleme sonucunda Türkiye’nin 15 kentinde eşzamanlı olarak yapılan operasyonlarla birçok aktif yönetici ile futbolcu gözaltına alınmıştı. Bu büyük dava da yine Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz tarafından başlatılmıştı. 1 yıl sonra 16. Ağır Ceza Mahkemesi 93 sanıktan 48’ine çeşitli cezalar verdi. Mahkemenin kararını önce savcı, arkasından da sanıklar temyiz etti. 17 Ocak 2014 tarihinde Yargıtay 5. Ceza Dairesi kararını açıkladı. Yargıtay 5. Ceza Dairesi kararların belli bir kısmını onarken bir kısmını düşürdü. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, davadan aylar sonra The Wall Street Journal gazetesine verdiği söyleşide, ilk kez isim vererek ağır suçlamalarda bulunuyor ve “kumpas var” diyor du. Yıldırım, Ergenekon ve Balyoz davalarında olduğu gibi Şike davasının da aynı kumpasın bir sonucu olduğunu ifade ederken, “Bunların hepsini Gülen cemaati mi yaptı?” sorusu üzerine şunları söylüyordu: “(...) Sayın Başbakan 17 Aralık’taki beyanında ‘Paralel devlet var ve cemaat bu paralel devleti yürütüyor’ dedi. Bu savcıları, hâkimleri, polisleri, hepsini görevden aldılar, ‘Bunlar cemaatçi’ diye... O zaman bütün bu operasyonları, bizim operasyon dahil olmak üzere cemaat yapmıştır. Önemli olan benim vicdanlarda aklanmamdır. Şike davası iktidarı ele geçirme amaçlı bir yargının eseridir. Beni Ergenekon’dan içeri alamadılar, Şike davasını uydurdular.” Fenerbahçe taraftarında ve Yıldırım’da neden böyle bir algı oluştuğu konusunda 4 Temmuz günü gazetelerde yer alan haberler ipucu veriyordu. 4 Temmuz’da “Futbolda şike depremi” manşetiyle çıkan Zaman gazetesi, ilk gün Başbakan Erdoğan’ın “Yargı kararıyla yapılmış bir operasyon” ve Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül’ün “Türk sporu açısından vahim durum” şeklindeki sözlerini de manşetten duyuruyordu. Operasyondan aylar geçtikten sonra AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, 22 Ocak 2014’te Meclis’te görüşülen Şike Yasası’na ilişkin çok konuşulacak açıklamalarda bulunuyordu. Şike Yasası ile ilgili düzenlemelerin Meclis’te görüşüldüğü sırada bir grubun kendilerine “Şike Yasası ile uğraşmayın” dediğini söyleyen Elitaş, ekliyordu: “Dedik ki; ‘Bizim manevi dünyamızı şekillendirmekle ilgili biz, size itimat etmişiz. Ama maddi dünyadaki, futbol oyunundaki ortaya çıkan karmaşalarda, manevi dünyamızı şekillendiren kişileri niye ilgilendirir...’” ‘F.Bahçe’yi neden ele geçirelim?’ 3 Temmuz’da başlayan şike süreci sonrasında Fenerbahçe’nin “Cemaat kulübü ele geçirmek istiyor” iddialarına muhatap olan Gülen ise, 17 Aralık sürecinde Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya verdiği röportajda, kendilerini şöyle savunuyordu: “Fenerbahçe’yi ele geçirme, Galatasaray’ı ele geçirme gibi teşebbüsleri siyaset harici emellerle nasıl izah edeceksiniz? Kamuoyuna izah edilemeyen her hususu cemaate yıkma, kendini temize çıkarma gibi bir refleks var.” Şike davasının tarihe geçen iktidarcemaat kavgalarından biri olduğunun altını çizen gazeteci Fehmi Çalmuk şöyle konuşuyor: “Cemaatin ilk başkaldırısı şikedir.” ‘Sizin için çok namuslu!’ Erdoğan’ın dönüm noktası: MİT MİT ile PKK arasındaki müzakereler 20052006’da MİT tarafından başlatılmıştı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Oslo’daki 5. toplantıya Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı sıfatıyla katılmıştı. Toplantının ardından 2 MİT mensubu Abdullah Öcalan’ı ziyaret etmiş, Öcalan kendi el yazısıyla kaleme aldığı 6 Temmuz 2011 tarihli mektubunu Kandil’e göndermişti. Oslo süreci devam ederken 8 Şubat 2012 günü Türkiye’nin gündemine bir haber bomba gibi düşüyordu: KCK soruşturmasını yürüten özel yetkili savcılar, Oslo’da yapılan MİTPKK görüşmelerinden hareketle operasyon başlatıyordu. İddiaya göre, KCK operasyonları kapsamında tutuklanan ve Öcalan’ın avukatlığını yapan bazı kişiler, MİT yetkilileriyle ilgili iddialarda bulunmuştu. Elde edilen bilgiler sonrasında MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş de soruşturmaya dahil edilmişti. Savcılık, Fidan, Taner ve Güneş’in ifadelerinin alınması için MİT Müsteşarlığı’na tebligat gönderdi. MİT yöneticilerine, internette de yayınlanan 47 dakikalık Oslo’daki görüşmelere ilişkin ses kayıtları, PKK ile yapılan görüşmelerin içerikleri, Öcalan’la İmralı’da yapılan görüşmelerin örgüt yöneticilerine aktarılıp aktarılmadığı sorulacaktı. Deprem etkisi yaratan bu gelişmede asıl hedefin Başbakan Tayyip Erdoğan olduğu yorumları yapılıyordu. Krizle birlikte, o güne kadar üstü örtülü bir şekilde dile getirilen, Gülen cemaatinin devlet içinde güçlü bir şekilde örgütlenmiş olduğu iddiaları yeniden tartışılmaya başlanıyordu. “Yürütülen şekliyle bir çözüm sürecini cemaat kesinlikle istemiyordu” diyen gazeteci Fehmi Çalmuk, MİT krizinin köşe taşlarını şöyle özetliyor: “Cemaat, Oslo görüşmesine soğuk bakıyordu. Bunun üzerinden hükümete bir darbe planı da vardı. Öcalan’ın İmralı tutanaklarında dediği ‘Tayyip Erdoğan’ı ben kurtardım’ sözü budur.” Hakan Fidan krizi Erdoğan: İlk kez o gün fark ettik Tüm bu kavga ve gürültünün ortasında Fethullah Gülen, Erdoğan’a gazete ilanı ile “Geçmiş olsun” dileğinde bulunmuştu. 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde milletvekilleriyle gruplar halinde kahvaltılı toplantı yapan Başbakan Erdoğan, toplantıların ilkinde, MİT kriziyle ilgili çarpıcı ifadeler kullanıyordu. Erdoğan, MİT Müsteşarı’na soruşturma sürecinde ilk kez “paralel yapıdan şüphelendiklerini” açıklarken şöyle konuşuyordu: “7 Şubat’taki MİT krizinde içimde şüpheler başladı. Hatta o dönem paralel yapının ileri gelenlerini çağırıp sorduk. Onlar da ‘Bizden nasıl şüphe edersiniz’ dediler. Ama sonrasında gördük ki, bu olayı onlar tezgâhlamışlar. Bir yalan atılır da, bu kadar mı atılır? Meğer büyük bir takıyye içindelermiş. Mümin mümine bunu yapar mı? Resmen hançerlenmişiz. Dershaneler konusu ile birlikte bunların oyun içinde oldukları iyice ortaya çıktı. Bize bilgi ve belge gelmiyordu. Bu olaylardan sonra yağmur gibi bilgi ve belge yağıyor.” Erdoğan’ın, kendisine yönelik tehdidin ne kadar büyük olduğunu o gün anlamış olabileceğini ifade eden Şık, “MİT krizi dediğimiz şey çok açık bir şekilde Erdoğan’ı tutuklamaya yönelik bir girişimdi. Kanunların birtakım legal görünümlü illegal yapıların eline geçtiği bir ülkede Erdoğan tutuklanabilirdi. Erdoğan bence o olayda tehlikenin ne kadar büyük olduğunu görmüştür. Kendi eliyle yarattığı canavarın, kendini kurban alabileceğini gördü. MİT’çiler ise ifade vermeye gitselerdi yüzde yüz olasılıkla tutuklanacaklardı. Kimlerin ne gerekçeyle tutuklandığını gayet iyi biliyorum, kendim de tutuklandım” diyor. Dış dinamiğin anahtarı: RTE Çözüm sürecinin şekline karşıydı Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu, 9 Şubat’ta yayımlanan “Büyük kavga: Fidan’a davet... Bardağı taşıran son damla” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “(...) O zaman adını koyalım: Bu deprem bir iktidar kavgasının izdüşümüdür. Bir süredir devam eden ‘saray içi’ iktidar mücadelesinin su yüzüne çıktığı en keskin noktadır.” O dönem rahatsızlığı nedeniyle evinde dinlenen Erdoğan, AKP Grubu’na hasta yatağından talimat veriyor ve jet hızıyla hazırlanan yasa teklifiyle MİT görevlilerinin ifadesinin alınması doğrudan Başbakan’ın iznine bağlanıyordu. Yapılan bu düzenlemeyle MİT’çiler ifade vermeye gitmekten kurtulmuştu. Gazeteci Nedim Şener ise AKP’nin asıl hedefin Erdoğan olduğunu MİT kriziyle anladığı görüşünde: “Beraber güçlerini büyüttükleri sürece, dayanışma içine girdiler. Ama yetki alanına girmeye başladıklarında artık orada kavga başladı. Yani mesela, MİT Müsteşarı bir terör örgütü üyesi olduğu için değil, ona o görev verildiği için KCK’lilerle o görüşmeleri yapıp bir çözüm bulmaya çalışıyor. Yoksa bu adam, gece gündüz Kürtlerin nasıl bir devlet kuracağını tasarlayan bir adam değil. Şimdi böyle güçlü bir figürü Başbakan’ın yanından ayıklamaya çalışmak ne demek? Başbakan’ı yalnız bırakmak demek. MİT’in başındaki o adamı aldığınız zaman Başbakan’ın istihbaratta güveneceği adam kalmayacak, kimlerin kucağına düşecek tekrar? Cemaatin... Güç savaşları başka nerede sürdü? İstedikleri milletvekili sayısını alamadılar, bürokraside etkili yerlerden tasfiye oldular. Polis ve savcı tasfiyelerinden önce valilerde tasfiyeler başladı. Çünkü Tayyip Erdoğan kişiliği gereği iktidarını kimseyle paylaşmaz.” ‘Gitmeyin Fidan’ın, savcıdan davet telefonu almasıyla birlikte alarma geçen Ankara’da o gün neler yaşandığı ilerleyen tarihlerde yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Ankara kulislerine yansıyan bilgilere göre, savcının davetinin ardından Fidan, Erdoğan’ı arıyor, ona ulaşamayınca Cumhurbaşkanı Gül’e ulaşıyor. Gül’den ne yapması gerektiği konusunda görüş alıyordu. Cumhurbaşkanlığı Basın Başdanışmanı Ahmet Sever, Gül’ün MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a ifade vermeye “gitmemesini” kesin bir dille aktardığını bildiriyordu. tutuklanırsınız’ YARIN: SON PERDE DERSHANE KAVGASI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle