02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 28 MAYIS 2014 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Madenciliğin Fıtratında Ölüm Yoktur! Artık kimsenin kimseyi kandırmaya çalışmasına gerek yok… Kimsenin de kimseye kanmasına gerek yok… Bilinmelidir ki, maden faciaları, “madenciliğin fıtratında vardır” denilerek, mühendismimar odalarının mesleki denetim yetkilerini kısıtlayarak, aşırı kâr hırsıyla akla ve vicdana aykırı uygulamalar yürüterek önlenemez. Kazadır, kaderdir denilerek geçiştirilemez. M Ertuğrul CANDAŞ Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası Genel Başkanı Gelişmiş ülkelerde, madencilik çalışmalarını en etkin yürütebilmek için ve olası kazaları önlemek için aklın ve bilimin yol göstericiliğinde birçok çözüm üretilmiş ve uygulamaya konulmuştur. Bu ülkeler, bilim ve teknolojinin sunduğu tüm olanaklardan yararlanarak maden facialarını önlemeyi başarmışlardır. Gelişmiş ülkelerde maden facialarından değil, maden kazalarından söz edilmektedir. İş sağlığı ve güvenliği konusunda da önemli adımlar atılan bu ülkelerde, Soma’da yaşandığı gibi ne maden faciaları, ne de toplu ölümler olmaktadır. ciasından sonra, “Maden işçilerinin ülkemizde değeri var mıdır” sorusuna yeniden yanıt aranmaya başlandı. Ve böylece insanımız, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”ni Türkiye’nin halâ imzalamadığını yeniden hatırladı. Zonguldak’ta 2010 yılında yaşanan maden faciasından sonra da bu imza konusu yine gündeme gelmişti, ama sonrasında unut(tur)ulmuştu. Türkiye’nin bir türlü imzalamadığı, ancak Zambiya ve Zimbabve gibi Afrika ülkelerinin bile imzaladığı o sözleşmede nelerin yer aldığını öğrenmek ve sözleşmenin işletmelere getirdiği sorumlulukları iyi bilmek gerekir. Bu sözleşme, işverenlere ve hükümetlere yükümlülükler getiriyor, maden kazalarını önlemek için her türlü önlemi almayı zorunlu kılıyor, işçiyi ve iş güvenliğini ön planda tutuyor. Bu sözleşmenin Soma faciasından sonra ülkemizce yine imzalanmaması halinde, kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen kâr hırsı karşısında, örgütsüz işçi sınıfı bu ülkenin madenlerinde topluca ölmeye mahkum demektir. Aynı adencilik sektörü, birçok meslek disiplinini içinde barındırır. Bu sektördeki pek çok iş haritacılık mesleğiyle doğrudan ilgilidir. Haritacılar (harita mühendisi, harita teknikeri, harita teknisyeni ve topoğraf unvanlılar), maden ocaklarının neredeyse her metrekaresinde bir nedenle bulunarak, imalat haritalarının oluşturulması işleri başta olmak üzere, daha birçok işte (proje, ölçme, aplikasyon vbg.) çalışarak bu sektörün önemli emekçileri arasında yer alırlar. Bu nedenle, bir maden kazası olduğunda haritacının kalbi bir başka atar. Madencilik sektörü, dünyanın en zorlu ve en riskli işkolu olarak bilinir. Dolayısıyla madencilik sektöründeki işlerin uzman kişilere gördürülmesi, daha yakından izlenmesi ve daha fazla denetlenmesi gerekir. Olması gereken bu iken, Türkiye’de özellikle yeraltı madencilik sektöründe işlerin gerektiği gibi yürütülmediğini ve denetlenmediğini, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında bu alanda çok geride olduğumuzu uzmanlar belirtmektedirler. tas, aynı hamam misali, ileride maden faciaları yine yaşanacak, toplu ölümler yine olacak, ölenlerin sayıları hakkında tartışmalar yine sürecek demektir. Soma’daki maden faciasının üzerinden günler geçti. Halen ölen madenci sayısı tam olarak bilin(e)miyor ya da gizleniyor. Her üç olasılık da birbirinden vahim. 2010 yılında, Güney Amerika ülkesi Şili’de yaşanan maden kazasından 17 gün sonra, yerin yüzlerce metre altında mahsur kalan 33 madencinin hayatta olduğu ve yapılan çalışmalar neticesinde 33 madencinin de kurtarıldığı insanların belleğinden silinmedi. Belleklerde duran bu olay, hükümet yetkililerinin tüm açıklamalarına rağmen, “Soma’da maden içerisinde kurtarılmayı bekleyen madenci halâ var mıdır” sorusunu akıldan hiç çıkarmadı. Ülkemizde afet yönetimi ya da kaza yönetimi denildiğinde, öncelikle akla olay olduktan sonra yürütülen kurtarma ve ilk yardım çalışmaları gelir. Başarı ya da başarısızlık olay sonrası yürütülen bu çalışmalara göre değerlendirilir. Bu yanlış bakış açısı bugüne kadar faciaların olmasını önleyemedi. Bu nedenle uzmanlar, Soma’daki ocakta akılcı ve gerçekçi bir yönetim anlayışı başlangıçta oluşturulmuş olsaydı, madencilik faaliyeti de buna göre yürütülmüş olsaydı, böyle bir maden faciasının yaşanmayacağını söylü Kimler sorumlu? ödüyor Bedelini emekçi Teknoloji ve bilim dünya tarihinde ulaştığı en üst noktada iken, ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği uygulamaları yüzyıllar öncesinden pek farklılık göstermemektedir. Bunun bedel(ler)ini en çok emekçi kesimi işçi sınıfı ödemektedir. İş kazalarına Soma’daki gibi bir de iş faciaları eklenince, ölümlerin özellikle işçi sınıfına olan yansımalarını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek… Soma’da yaşanan maden fa yor. Dolayısıyla, olay olduktan sonra yara sarma işleri olarak değerlendirilebilecek çalışmalara değil, olay öncesi yürütülen çalışmalara bakarak Soma faciasında kimlerin ne kadar sorumlu oldukları anlaşılabilir. Eğer, olay öncesini, sırasını ve sonrasını birlikte planlayacak şekilde bir yönetim anlayışı Soma’da oluşturulabilmiş olsaydı, yeraltı madenciliğinde olası bir kazadan sonraki en temel iki gereksinimin yeraltındaki madencilerle yerüstündeki personel arasındaki çift yönlü iletişimin sağlanmasının ve yeraltında kalan personelin konum bilgilerinin bilinmesinin gerekliliği ta baştan bilinirdi. Ve buna göre de gerekli akılcı tüm çözümler kaza öncesinden üretilebilirdi. Örneğin: CBS, GPS/GNSS, RFID ve çift yönlü iletişim (WiFi) teknolojilerinin entegre olarak birlikte çalışabileceği bir “konuma dayalı personel takip sistemi” Soma faciasının yaşandığı o maden ocağında önceden oluşturulabilmiş olsaydı, yerin altında insanımızın olup olmadığının ya da kaç insanımızın olduğunun doğru olarak belirlenmesi tartışma konusu olmayabilirdi. Ocakta bir insanımız bile kalsa, onun tam olarak nerede bulunduğu ve hatta sağ olup olmadığı, yerüstünde kurulacak bir takip ve kontrol merkezinde tespit edilebilirdi. Gelişmiş ülkeler, yukarıda teknik detaylarına girilmeden anlatılan (haritacılıkta yaygın olarak kullanılan) benzer sistemleri kullanarak, bırakın insanı, köpekbalığını okyanusta, aslanı karada, kartalı havada takip edebiliyor, yerlerini gerçek zamanlı olarak tespit edebiliyor, hareket edip etmediklerini anlayabiliyor. Maden kazalarının hiç olmaması ya da olası maden kazalarında bir tek insanımızın bile ölmemesi için ülkece önümüzde yapılması gereken işler çoktur. Bu işlerin neler olduğu biliniyor. Yetkililerce talep edilmesi halinde, Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası konuya ilişkin tüm birikimlerini ilgililere sunmaya dünden hazırdır. Yeter ki bir insanımızın bırakın ölmesini, burnu bile kanamasın... Hal böyle iken, Soma’da madenciye dağıtılan gaz maskelerinin son kullanım tarihleri geçmiş basit Çin malı olduklarını öğrenmek insanı zıvanadan çıkarıyor. Eğer bu bilgi doğruysa, bu ülkede insana değer verilmediğini söyleyenler bir kere daha haklı olduklarını kanıtlamış oluyorlar. Artık kimsenin kimseyi kandırmaya çalışmasına gerek yok… Kimsenin de kimseye kanmasına gerek yok… Bilinmelidir ki, maden faciaları, “madenciliğin fıtratında vardır” denilerek, mühendismimar odalarının mesleki denetim yetkilerini kısıtlayarak, aşırı kâr hırsıyla akla ve vicdana aykırı uygulamalar yürüterek önlenemez. Kazadır, kaderdir denilerek geçiştirilemez. Türkiye’de maden ocaklarında kazalara sebep olan eksiklikler biliniyor. Aklın ve bilimin yol göstericiliğinde bir an evvel gerçekçi çözümler üretilmesi ve teknolojinin sunduğu tüm olanaklardan yararlanılarak gerekli önlemlerin bir an önce alınması gerekiyor. Gelişmiş ülkeler bunu başardı. Biz de başarabiliriz. Başarmak zorundayız. 27 Mayıs Devrimi’nin Yasallığı A Doç. Dr. Hüner TUNCER dnan Menderes’in başbakanlığındaki Demokrat Parti iktidarının, 1960 ilkbaharında artan huzursuzluğu ve öğrenci hareketlerini denetim altında tutmak için askeri birlikleri kullanmaya başlaması ile ordu kışlasından çıkartılarak politikanın içine çekilmişti. Şunu unutmamak gerekir ki, 1950’lerin sonundaki olumsuz ekonomik gelişmelerden en fazla etkilenen sabit gelirli gruplardan biri de genç subaylardı. Subayların maaşlarının satın alma gücü hızla erimiş ve bununla birlikte toplumdaki itibarları da azalmıştı. Öte yandan genç subaylar, DP yönetiminin laiklikten ve Atatürk devrimlerinden ödün vermesinden, Kurtuluş Savaşı kahramanı İsmet İnönü’ye yapılan muameleden ve kamu bürokrasisinin taşra kökenli politikacıların sultasına girmesinden hiç hoşlanmamaktaydı. 27 Mayıs 1960 askeri hareketi, genç subayların iktidara el koymaları biçiminde gerçekleşmişti. Bu hareket, ordunun “emir ve komuta” zinciri dışında gelişmiş ve bu nedenle, bugüne değin istisnai ve tekil konumunu korumuştur. 27 Mayıs Devrimi’ni gerçekleştiren ve üzerlerinde kurumsal denetim olmayan genç subaylar, ilericiydi, idealistti ve Atatürk devrimlerini yürekten benimsemişti. 27 Mayıs devrim hareketini destekleyenler de üniversite gençliği, öğretim üyeleri, memurlar gibi eğitim düzeyi ile toplumsal statüleri yüksek, ancak 1950’lerdeki ciddi ekonomik daralmadan bunalmış kitlelerdi. 27 Mayıs 1960 Devrimi, iki ayrı “siyasal yasallık” ilkesinin çatışmasını da ön plana çıkarmıştı. Siyasal iktidarın yasallığını, seçmenlerin verdiği oy sonucunda ortaya çıkan “milli irade” ile sınırlı olarak tanımlayan görüş ile siyasal iktidarın “Cumhuriyetin temelleri ve Atatürk ilkeleri”ni de benimsemesine dayandıran yasallık anlayışı arasındaki uzlaşmazlık, günümüze değin Türkiye’nin siyasal yaşantısına damgasını vurmayı sürdürmüştür. 27 Mayıs Devrimi, iktidardaki Demokrat Parti Hükümeti’nin ülke aleyhine yürüttüğü politikaya son vermek isteyen Atatürkçü subayların gerçekleştirmiş olduğu bir hareketti. Bu devrim hareketi, diktatörlüğe giden Demokrat Parti iktidarına tepki niteliğini taşıyordu. 19501960 yıllarında iktidarda bulunan Demokrat Parti yönetiminin, özellikle son yıllarında iç politikadaki sertlik yanlısı tutumu ve neden olduğu ekonomik bunalım, Türk ordusunun iktidara müdahale etmesini ve yeni bir yönetimi oluşturmasını gerekli kılmıştı. 27 Mayıs akşamı Milli Birlik Komitesi, kansız bir biçimde iktidara el koydu. Milli Birlik Komitesi, Menderes Hükümeti’ni devirmek ve ufak anayasal değişiklikler yapmak suretiyle yeniden sivil yönetime geçebilmeyi hedeflemekteydi. Ancak, Milli Birlik Komitesi üyeleri arasında iktidarda ne süreyle kalacakları ve ne yapacakları konusunda bir uzlaşma mevcut değildi. Askeri yönetimin önceliği, Türkiye’nin gelecekteki rejiminin yapısını kararlaştırmaktı. Milli Birlik Komitesi, kendi içinde ikiye bölünmüş durumdaydı. “Ilımlılar” diye isimlendirilebilecek grubun amacı, ülkede demokratik rejimin yeniden kurulmasını sağlamak ve en kısa sürede seçimleri yapıp iktidarı sivillere devretmekti. “Radikaller” diye isimlendirilen ve başkanlığını Alparslan Türkeş’in yaptığı grubun amacı ise Atatürk devrimlerini tamamlamak, ekonomik reformları gerçekleştirmek ve gerçek anlamda demokratik bir rejim kurabilmek için 45 yıl yönetimde kalmaktı. MBK içindeki bu bölünmüşlük, “14’ler” olarak isimlendirilecek radikallerin 13 Kasım 1960’da tasfiye edilmesine değin sürdü. 27 Mayıs 1960 Devrimi öncesinde Kara Kuvvetleri Komutanı iken, Demokrat Parti Hükümeti tarafından emekliliğe sevk edilen ve zorunlu izinli olarak İzmir’e gönderilen Orgeneral Cemal Gürsel, devrimin hemen ertesinde Milli Birlik Komitesi’nin davetiyle Ankara’ya getirilmiş ve devrimin lideri olarak kabul edilmişti. Birinci Milli Birlik Komitesi Hükümeti, Orgeneral Cemal Gürsel’in başkanlığı altında 27 Mayıs 19605 Ocak 1961 tarihlerinde, İkinci Cemal Gürsel Hükümeti de 5 Ocak 196127 Ekim 1961 tarihlerinde iktidara gelen sivil nitelikte olmayan hükümetlerdi. Emin Fahrettin Özdilek başkanlığındaki yine sivil olmayan hükümet ise 27 Ekim 196120 Kasım 1961 tarihlerinde iktidarda kalmıştı. Orduda prestiji çok yüksek olan İsmet İnönü’nün başkanlığı altındaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin ısrarı üzerine Milli Birlik Komitesi, Ocak 1961’de bir Kurucu Meclis’in oluşturulmasını kabul etti. 6 Ocak24 Ekim 1961 tarihlerinde görev yapan Kurucu Meclis, özel yasama meclisi niteliğindeydi. Kurucu Meclis, yeni anayasa ile yeni seçim yasasını tamamlayarak 29 Ekim 1961 tarihinde yasama yetkisini yeni seçilen TBMM’ye devredecek, bu süre içinde de yürütme organını denetleme yetkilerini kullanacaktı. 27 Mayıs 1961’de, yeni anayasa ile yeni seçim yasası Kurucu Meclis’te kabul edildi ve anayasa 9 Temmuz’da halk tarafından onaylandı. Milli Birlik Komitesi’nin Kurucu Meclis’e hazırlattığı 1961 Anayasası, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerine geniş yer vermekte ve “güçler ayrılığı” ilkesiyle iktidarın sınırlarını belirlemekteydi.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle