01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 NİSAN 2014 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Y AKP Hükümetinin Uluslararası İtibarı Dibe Vurdu Yolsuzluk ve rüşvet olaylarında Batı Avrupa kamuoyunun ne denli duyarlı olduğu yaşanan örnekleriyle bilinmektedir. Avrupa’da, adı skandallara karışan politikacıların derhal istifa etmesi ve bağımsız yargı önünde hesap vermesi, artık bir kural haline gelmiştir. Prof. Dr. HAKKI KESKİN Siyasal Bilimci şanmış, 17 Aralık’tan itibaren yoğun yolsuzluk ve rüşvet olaylarıyla didişen Başbakan, istifa etmesi bir yana, hakkında kovuşturma yapan hâkim, savcı ve Emniyet yetkililerini görevlerinden uzaklaştırmış, yargıda yapılan yeni düzenlemelerle kendini koruma altına almıştır. Böyle bir uygulamanın hiçbir demokratik hukuk devletinde olması mümkün değildir. Türkiye’de yaşananların onda biri herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde olsaydı, sorumlu siyasiler derhal istifa eder, bağımsız yargı önünde hesap verir, eğer aklanırsa yeniden siyasi yaşamına geri dönebilirlerdi. Batı siyasileri ve kamuoyu bu nedenle Türkiye’deki gelişmeleri büyük bir şaşkınlık ve hayretle izlemektedir. Yanılmıyorsam, Başbakan Erdoğan’ın seçim başarısının ne ABD ve ne de Batı Avrupa ülkeleri yetkililerince tebrik edilmemiş olması da bunun çok açık kanıtıdır. sa Mahkemesi kararlarına karşı söylenenleri, bırakınız kabul etmeyi, anlamak bile mümkün değildir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na ilişkin yapılan yeni yasal değişiklikle, bu kurumda alınacak karara ilişkin yetki, Adalet bakanına devrediliyordu. Böylece yargı, yürütmenin karar alanına sokularak zaten yasamayı da denetimi altına almış olan yürütme, tüm yetkileri eline geçirmiş oluyordu. Böylece de hukuk devletinin vazgeçilemezi olan kuvvetler ayrılığı tamamen yok edilmiş olacaktı. Anayasa Mahkemesi HSYK’ye ilişkin bu yasal düzenlemeyi bozmamış olsaydı, yargının en üst kurumu olarak kendi varlığını da inkâr etmiş olacaktı. Anayasa Mahkemesi son dönemde bu alandaki büyük tehlikeyi görmüş olacak ki, artık bu kadarı da olmaz diyerek hukuk devletinin ve bağımsız yargının zorunlu kıldığı kararı alma gereğini duymuştur. Başbakan Erdoğan, öteden beri bağımsız yargıyı, demokrasinin ve hukuk devletinin olmazsa olmazı olarak değil, tam aksine kendi söylemiyle “önünde bir engel olarak” gördüğünden, Anayasa Mahkemesi kararına ve son olarak da Adana 8. Asliye Ceza Mahkemesi kararına karşı inanılması zor tep erel seçimlerden beklenenin üstünde oy alan AKP’nin, büyük yolsuzluk, rüşvet olayları ve bunları örtbas etmek için kovuşturmayı yapan yargıya ve Emniyet güçlerine karşı uyguladığı hukuk dışı yöntemler, hükümete olan güvenilirliği derinden sarstı. Birkaç yıl öncesine değin AKP’ye övgüler yazan çoğu Batı Avrupa basını, bugün, özellikle Başbakan’ı ve hükümetini çok ağır biçimde eleştirmektedir. Ne yazık ki böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de Batı Avrupa kamuoyundaki saygınlığı aynı oranda zedelenmiştir. Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakereleri yapan Türkiye, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, saydamlık, yolsuzluk ve rüşvet alanlarında tipik bir “üçüncü dünya” ülkesi konumuna gerilemiştir. Medyadaki bu eleştiriler öyle bir boyut kazandı ki, bırakınız AB üyeliğini, Türkiye’nin NATO üyeliğinin bile gözden geçirilmesi gerektiği irdelenmeye başlandı. Dışişleri Bakanı’nın odasında dört kişiyle yapılan Suriye’ye ilişkin konuşmaların dışarıya sızmasına engel olamayan Türkiye’nin, NATO sırlarına nasıl sahip çıkabileceği sorgulanmaya başlanmıştır. Yolsuzluk ve rüşvet olaylarında Batı Avrupa kamuoyunun ne denli duyarlı olduğu yaşanan örnekleriyle bilinmektedir. Avrupa’da, adı skandallara karışan politikacıların derhal istifa etmesi ve bağımsız yargı önünde hesap vermesi, artık bir kural haline gelmiştir. Oysa Türkiye’de bunun tam aksi ya ağımsız yargı, demokratik hukuk devletinin önkoşuludur! Son yıllarda ve özellikle de 17 Aralık’tan günümüze Türkiye’de yargı bağımsızlığına karşı yapılan yeni düzenlemeler ve Başbakan ve diğer bazı siyasi yetkililer tarafından Anaya B ki göstermektedir. Böylece Başbakan yargıya olan baskısını daha da artırarak istemediği kararların bundan böyle alınmasının önünü kesmek istemektedir. Son olarak hukuk devleti ilkelerini bir tarafa iten yeni MİT Yasası’yla Türkiye’nin demokratik ülke olma rotasından çıkarıldığını, bizler gibi Batı Avrupa kamuoyu da büyük bir hayret ve şaşkınlıkla değerlendirecektir. Kanımca Başbakan’ın Anayasa Mahkemesi’nin HSYK’ye ilişkin kararına gösterdiği aşırı tepkinin arkasında yatan başlıca nedeni, MİT Yasası’nın da buradan geri çevrilmesinin engellenmesi olsa gerekir. Gerçek bir demokratik hukuk devletinde, Anayasa Mahkemesi kararlarına, hükümetler beğenmeseler bile nasıl uymak zorunda olduklarına ilişkin çok yeni bir örnek vermek istiyorum. 25 Mart 2014 tarihinde Almanya Anayasa Mahkemesi son derece önemli bir karar vererek: “Kamu yararına çalışan radyo ve televizyonların devlet ve siyasi parti kurumu olamayacaklarına” vurgu yapmaktadır. “Devletin ve siyasi partilerin, kamu yararına çalışan radyo ve televizyon kurumlarındaki temsil yetkisi, en fazla üçte bir oranında olabilir. Amaç, bu televizyon kurumlarının toplumsal özgürlüğe ve çoğulculuğa hizmet etmesidir. Bu yayınların içeriğinin devlet yetkilileri veya siyasi parti temsilcileri tarafından biçimlendirilmesi kabul edilemez.” Alman Anayasa Mahkemesi bu kararını, 2. Alman Televizyon kanalının (ZDF) yetkili organında, devlet ve siyasi parti yetkililerinin temsil edilme oranının yüzde 44’e varmış olması nedeniyle aldı ve bu oranın doğrudan veya dolaylı olarak en fazla üçte bir olabileceğine hükmetti. Karar siyasi partiler ve kamuoyu tarafından son derece olumlu karşılandı. Almanya Anayasa Mahkemesi’nin aldığı sayısız kararlar, yönetimdeki siyasi parti veya partiler tarafından olumlu bulunmasa bile, bunlara tüm yönetimler itirazsız uymakta ve gereğini yerine getirmektedirler. İşte demokratik hukuk devletinde olması gereken anlayış da budur. Almanya’daki kamu yararına çalışan radyo ve televizyon kurumlarının, hükümet ve muhalefet partilerine ilişkin yaptıkları yayınlarda ne denli tarafsız, dikkatli ve ölçülü olduklarını on yıllardır gördüğümden, TRT yayınlarını izlerken büyük bir şaşkınlık ve hayrete düştüğümü bu bağlamda belirtmek isterim. Siyasi partiler arasında tarafsız olması ve kamu yararına yayınlar yapması gereken TRT, ne yazık ki, adeta AKP’nin bir yayın organıymışçasına yayın politikası izlemektedir. Muhalefet partilerinin bu konuda gereken eleştirileri önemle ve ısrarla neden yapmadıklarını da anlamakta zorlanıyorum. Muhalefet partilerinin bu konu üzerinde önemle durmaları ve TRT’nin gerçek anlamla özerk bir kurum haline gelebilmesi ve yayınlarında devletten ve siyasi partilerden bağımsız, siyasi partiler arasında da tarafsız bir yayın kurumu olabilmesi için, şimdiden yeni bir yasa tasarısı üzerinde çalışmaları son derece önemlidir. Paralel Devlet ve Haşhaşiler GÜNEY DİNÇ Haşhaşilerin kimler oldukları adlarından belli. Tarih kitapları da yazıyor. Uyuşturucu bağımlısı olmayan kişilere bu sözün yöneltilmesi yasalarımıza göre suç oluşturur. “Paralel devlet”in anlamını ise, ulaşabildiğim hukuk kitaplarında, sözlük ve ansiklopedilerde bulamadım. Oysa Başbakan’ın bu yönlendirmesi, başta hukuk profesörleri olmak üzere herkesin dilinde. Tartışma 17 Aralık’ta, bir devlet bankasının müdürü ve dört bakanın oğullarıyla ilgili rüşvet soruşturmalarıyla başladı. Emniyet görevlilerinin topladığı kanıtlarla yetkili savcının yargıya başvurması, bu kişilerin tutuklanmaları, AKP iktidarını güç durumda bıraktı. Başbakan bu olayı kendisine karşı bir darbe olarak niteledi. Ardından, yasal görevleri olan bu süreçte yer alan polisler, savcı ve yargıçlar, “paralel devlet”in emrinde olmakla suçlandılar. Görevlerinden alındılar, sürüldüler ve olağan işlerini yaptıkları için cezalandırıldılar. Hemen yasalar değiştirildi, yargının bağımsızlığına son verildi, güvenlik görevlilerinin doğrudan suç kovuşturması başlatmaları engellendi. Bu koşullarda Yüksek Seçim Kurulu’nun yansızlığından, UYAP iletişim ağının güveninirliğinden söz edebilmek çok güç. Başbakan, ünlü bir din adamına ve başında bulunduğu topluluğa karşı açtığı savaşı, 30 Mart seçimlerinin temel konusu yaptı. Böylece somut kanıtlara dayanan evlerdeki ayakkabı kutularını, para kasalarını açıklamaya bile gerek görmedi. Savcılığın bir bilardo topu gibi gidip gelen arıtılmış fezlekesi TBMM’de okunmadı. Yakın geçmişteki AKP’ye yönelik tepkiler de, paralel devlete bağlandı. Gezi Parkı olayı, ardından gelen ve bütün ülkeye yayılan gösteri ve yürüyüşler, görsel ve yazılı basın, tarikatın buyruklarını uygulamakla suçlandı. Gazeteler baskı altına alındı. Günümüzün vazgeçilemez öğeleri arasında bulunan elektronik iletişim yolları aynı gerekçelerle kapatılıp daraltıldı. Toplumların soluk almalarını sağlayan sendikaların, derneklerin, siyasal iktidarı eleştirmeleri, bu davranışlarının hesabını verecekleri bildirilerek sindirilmek istendi. İş çevrelerine “Bitaraf olan, bertaraf olur” denildi. Yasa değişiklikleri ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının yetkileri daraltıldı. Zaman zaman muhalefet partileri de tarikatın ardına takılmakla eleştirildi. Başbakan’ın sık sık yinelediği “inlerine gireceğim” sözleri benim gibi bu ülkenin çok büyük çoğunluğunu hiç ilgilendirmediği halde, seçimlerde en çok konuşulan konu oldu. Böylesine amacından saptırılan seçimlerden AKP oylarını artırarak çıktı. Seçimlerde sonra da aynı söylemler sürüyor. Adana’da, MİT’e ait TIR’ların durdurulması ve yasadışı dinleme nedeniyle yürütülen “casusluk” soruşturması kapsamında tutuklanan asker ve polislerin itiraz üzerine tahliye edilmelerinden sonra Başbakan, “Bir vatansever savcı çıktı… Bazı zanlılar tutuklandı. Aradan birkaç gün geçmeden o paralel çete devreye girdi. Paralel yapının yargıdaki uzantıları, zanlıları serbest bırakıyor. Haklarında güçlü deliller bulunan zanlıların serbest bırakılmaları düşündürücüdür” demiştir. Böylece savcı ve yargıçlar; “vatansever” ve “paralel çetenin adamı” olarak ayrıştırıldı. Her türlü hukuksal güvenceyi görmezden gelen bir cadı avı başlatıldı... Aynı sözler, Dicle Üniversitesi’nin, başını örten rektörüne de yöneltildi. Diyarbakır’ın AKP’li milletvekillerinden birisi, rektörün yolsuzluk yaparak üniversitenin paralarını paralel devlete ve haşhaşilere verdiğini ileri sürdü. Ve son büyük darbe, MİT Yasası ile geldi. Bu örgüt, bütün devlet kurumlarının üzerine yerleştirildi, kişi hak ve güvenliği tümden kaldırıldı. Suç işlediği konusunda yeterli kanıt bulunan herkes yasalar çerçevesinde yargılanabilir. “İnlerine girmek” buysa, bir diyeceğimiz olamaz. Ancak çok sözü edilmesine karşın, ortalıkta ne somut bir suç ne de suç sanığı bulunuyor. Yakınlarda Anayasa Mahkemesi de paralel devlete hizmet etmekle suçlanırsa, buna hiç şaşırmamalıyız. “Paralel devlet” nedir. Yukarıdan beri sıraladığımız kamu erkleri ve toplumsal kurumlaşmalar, aslında devletin kendisidir. Başbakan “paralel devlet” derken, gerçekte var olan devleti suçlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti iktidara fazla gelmektedir. Hiçbir denetim tanımayan bu söylemin halkımızca yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Önümüzde yeni seçimler var. AKP, çıkaracağı yasalarla halkoyuna dayanarak Cumhuriyetin niteliğini değiştirmeye hazırlanıyor. İçinde bulunduğumuz günler, parti içi kavgaların zamanı değildir. AKP dışındaki bütün partilerin tarihi görevlerini yerine getirmeleri için, bu sorunlara ortak çözümler geliştirmeleri gerekmektedir. Yoksa çok geç kalmış olurlar.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle