06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 NİSAN 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Oktay Akbal’dan Bir Anı A MÜŞÜR KAYA CANPOLAT nılarımı yazarken bazı gerçekleri kendilerinden öğrendiğim yazarlardan, düşünürlerden, şairlerden ve kitaplardan yararlanıyorum. Oktay Akbal’a, yıllarca dostluğu ve anıları paylaştığımız değerli usta yazarımıza sağlık ve esenlik dilerken ortak anılarımızı yazmak istiyorum. Yaşar Kemal ve Dağlarca anılarında olduğu gibi. Bu yaşa gelinceye kadar yalnız ustalardan değil, sıradan insanlardan öğrendiğim yaşam bilgileri de bana yakından ışık tutmuştur. Yazar Dostoyevski yaşamını anlatırken Paris’ten gelen sıradan bir genç kızdan ‘aşkı’ öğrendiğini itiraf etmişti. Ben de bir sırt hamalından öğrendiğimi ilk defa Oktay Akbal’a Cumhuriyet gazetesinde, sıcağı sıcağına anlatmıştım. Eminönü’nden Sultanahmet Adliyesi’ne çıkarken, sırtındaki ağır yükü yere bırakarak arkasını da yornuk taşına dayamış bir sırt hamalına sormuştum, ilgisini de çekmek umudu ile: “Hemşerim en fazla kaç kilo kaldırabiliyorsun?” Sırt hamalının bana verdiği cevap: “İçim düzgün olursa 200 kiloya yük demem. İçim düzgün olmazsa 25 kiloda bacaklarım titrer.” Bu cevap beni düşündürdükçe düşündürdü. Bu sırt hamalının içi nasıl düzgün hale getirilir? İçini kim bozuyor bu adamın? Kim sömürüyor? Terli emeğinin karşılığı niçin geçindiremiyor onları? Emekçinin karısı, çocukları niçin mutlu değil? Eşi ve çocuklar onunla niçin övünemiyorlar? Eğitim bu hamalın içini düzeltmeye niçin yetmiyor? Siyaset, din, inanç, felsefe, bilim, sanat, şiir, müzik, edebiyat onun imdadına niçin yetişemiyor? Evet bu hamalın içi düzgün değil. Ya işçilerin, köylülerin, öğrencilerin, öğretmenlerin, memurların, tüm çalışanların içi düzgün mü? Hatta küçük burjuvaların, burjuvaların, mülk sahiplerinin içi düzgün mü? Oktay Akbal bir gün sonra “İçi Düzgün Olmak” başlıklı yazısını yayımladı. Daha sonra bu yazıyı kitaplardan birine de koydu? “Şiirin Akıl Çağı” isimli şiirimi de köşesinde yayımladığı yazısını “Sevgi Halleri” kitabımın arka kapağında okuyucuya ulaştırmıştım. Akbal şöyle yazmıştı: “İçi düzgün müydü Canpolat’ın bu dizeleri yazdığında? Hiç sanmıyorum. Şair ‘içi düzgün’ olmayan, olamayan adamdır. Hem her şey düzgün olsa, olabilse, ne diye şiir yazılır? Ne diye sanat yapılır ki? Tüm dünyanın, tüm insanların içleri ‘düzgün’, olur mu, olabilir mi bugün? Bilemem… Ama bu gün bile gerçek sanatçı, gerçek şair, daha iyi, daha güzel ‘şeyler’ arayacaktır. ‘İçi’ yine de düzgün olmayacaktır.” Sırt hamalından öğrendiğim bu gerçeği şimdi ben de paylaşanlara soruyorum. Sahi sizin içiniz düzgün mü? R üşvet ve yolsuzluğun önlenmesi konusunda OECD nezdinde yapılan “Uluslararası Ticari İşlemlerde Rüşvetin Önlenmesi Sözleşmesi” 1997 yılında imzalanmıştır. Yabancı devlet memuruna verilen rüşvetin cezalandırılması için OECD’ye üye ülkelerin 1998 tarihine kadar gerekli kanun değişikliklerini meclislerine sunmaları öngörülmüştür. Sözleşme bir ceza hukuku sözleşmesi olduğu için her taraf devletin iç hukukunda ayrıca düzenlenmesi gerekmektedir. Sözleşmenin 1. maddesi suçun tanımını yapmaktadır. Buna göre; yabancı devlet memuruna kasti olarak, maddi ve diğer bir avantajın doğrudan veya bir aracı vasıtasıyla görevi içinde olan bir işi yapması veya yapmaktan kaçınması için bir maddi menfaatin sağlanması amacıyla teklif edilmesidir. Yabancı devlet memuru ise yabancı bir ülkede yasama, yürütme ve yargı görevini yapan seçilmiş ya da atanmış kişiler ve uluslararası memurlar veya acentelerdir. Bu tanımdan anlaşıldığı gibi hem yürütme hem de yasama organı üyeleri devlet memuru tanımına girmektedir. Dolayısıyla bir milletvekili ya da bakan yasama dokunulmazlığını ileri sürerek, rüşvet alması ile ilgili sorumluluktan kurtulamayacaktır. Kaldı ki Batılı devletlerde yasama doku Rüşvet ve Yolsuzluğun Önlenmesi Sözleşmeleri Türkiye, Avrupa Konseyi nezdinde yapılan Yolsuzluğa Karşı Özel Hukuk Sözleşmesi’ne (No. 174) 2004 yılından beri taraftır. Avrupa Konseyi Ceza Hukuku Sözleşmesi (No. 173) Türkiye için 2004 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin aday ülke olduğu ve müzakerelere devam ettiği Avrupa Birliği, üye devlet memurlarının yolsuzluğuna karşı bir sözleşmeyi 1998 yılında kabul etmiştir. PROF. DR. IŞIL ÖZKAN nulmazlığı, görevle sınırlı bir kürsü dokunulmazlığından ibarettir. Yabancı devlet memuruna rüşvet; kara paranın aklanması mevzuatında öncül suç sayılır. Ayrıca iade edilebilir suçlardandır. Sözleşme ispat külfetini ters çevirmiştir. Kişiler mal varlıklarındaki sebepsiz zenginleşmelerin kaynağını göstermek zorundadır. Türkiye sözleşmeye taraftır ve uyum kanunu çıkarılmıştır. Türkiye, Avrupa Konseyi nezdinde yapılan Yol suzluğa Karşı Özel Hukuk Sözleşmesi’ne (No. 174) 2004 yılından beri taraftır. Avrupa Konseyi Ceza Hukuku Sözleşmesi (No. 173) Türkiye için 2004 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin aday ülke olduğu ve müzakerelere devam ettiği Avrupa Birliği, üye devlet memurlarının yolsuzluğuna karşı bir sözleşmeyi 1998 yılında kabul etmiştir. Özel sektörün sözleşmeye uyumu ve kara paranın aklanmasının önlenmesi görevi üstlenilmiştir. Birleşmiş Milletler’in Yolsuzluğa Kar şı Sözleşmesi 2003 tarihinde kabul edilmiştir. Sözleşme yolsuzluğun önlenmesi, soruşturulması, kovuşturulması ve yolsuzluğa karşı malların dondurulması, müsaderesiyle ilgilidir. Kara paranın aklanmasının önlenmesini her taraf devlet üstlenmiştir. Bu sözleşmeyle milli ve yabancı kamu görevlilerinin rüşveti önlenmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin tüm bu sözleşmelere taraf bir devlet olarak ve uyum kanunlarını çıkarmakla birlikte, anayasanın 90. maddesine göre kanun hükmünde olan bu sözleşmelere uymak yerine “milletvekillerinin sınırsız dokunulmazlığı” zırhına sı ğınarak çağdaş ülkelerdeki kürsü dokunulmazlığı yerine siyasilerin sorumsuzluğunu benimsemesi, kabul edilemez. Ayrıca seçim sandıkları yüzde yüz hilesiz olsa bile suçların aklanma yeri değildir. Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp kurallarını bir yana itmek, kuvvetler ayrılığını yok sayıp halkı şahit göstermek, üstelik demokrasinin yaşayabileceği tek devlet şekli olan cumhuriyeti yıpratmak, kimseye bir şey kazandırmaz. Bizce sorun demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan; kişilerin ve toplumun iç disiplinini sağlamak, bunun için kendini merkez olmaktan çıkarıp toplum içinde yaşama kurallarına uymak, sadaka kültürü yerine onurlu bir milletin oluşumunu sağlamak, ileride hırsız olmayı hedefleyen nesiller yerine, dürüstlüğü amaç edinen gençler yetiştirmek ve özgürlükleri sınırlamak yerine, sorumluluk içinde özgürlük ve bağımsızlığı hedefleyen gençlere destek vermek olmalıdır. Bir millete kendi liderlerince yapılabilecek en büyük kötülük, onları, sınıf, zümre, din, mezhep, ırk, soy, zenginlik, mal düşmanlığı gibi nedenlerle birbirine düşürerek yarattığı nefret ortamından nemalanmaktır. Bu durumda hazır bekleyen bazı dış güçlerin kötülüklere verdikleri destek için yakın tarihimize göz atmak yeterli olacaktır. ‘Gezi Parkı Ruhu’ Sandık Başında Kısa vadeli sonuçlar uzun vadeli süreçlerle alınır. Örneğin demokratikleşmenin arkasında endüstrileşme, kentleşme, eğitim, gelir artışı gibi süreçler vardır. Bu nedenle duygulara hitap eden dogmatik ve demagog liderler, çağdaş, sorgulayıcı eğitime karşıdır. HHH Geçen yazımda son seçimlerin arkasındaki beş süreçten söz etmiştim. Seçim sonrasında “altıncı bir sürecin” de başlamış olduğunu fark ettik toplumcak: “Gezi Parkı ruhu süreci.” Bu süreç, “özümlenen demokratik hak ve özgürlüklerin bireysel olarak da savunulması ve bu bireysel davranışın bir toplumsal hareket halinde dışa vurumu” olarak özetlenebilir. HHH Seçim sonrasında sandığa sahip çıkan vatandaşlar arasında yine gençler ve kadınlar dikkati çekti... Elbette demokrasiye bel bağlamış olan muhalif politikacılar da önemli bir rol oynadı. Yalova’da, Ankara’da, Üsküdar’da ve saymakla bitmeyecek pek çok sandıkta bu “Gezi ruhunu” gördük: Bireyler oylarına sahip çıktılar ve bu, toplumsal bir harekete dönüştü. HHH Şimdi, “Gezi Parkı ruhu” nedir, anımsayalım: Gezi Parkı ruhu yeşildir, doğadır, çevredir... İktidar ise beton, AVM, yağma ve rant! Gezi Parkı ruhu özgürlüktür... İktidar ise baskı ve korku! Gezi Parkı ruhu demokrasidir... İktidar ise otoriter bir kibir! Gezi Parkı ruhu çoğulcudur... İktidar ise tek tipçi! Gezi Parkı ruhu dayanışmadır... İktidar ise bencil bir tekelci! Gezi Parkı ruhu eşitliktir... İktidar ise hiyerarşik bir buyurganlık! Gezi Parkı ruhu bütünleşmedir... İktidar ise ayrışma ve bölünme! Gezi Parkı ruhu gençliktir... İktidar ise geçen yüzyılda kalmış, örümcekli bir yapı! Özet olarak: Gezi Parkı ruhu pırıl pırıl bir gelecektir... İktidar ise küflü ve paslı raflarda kalmış bir geçmiş! HHH İşte son seçimden sonra, oyları korumak için sandık başında beliren ruh bu ruhtur: Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri içselleştiren, bireyselleştiren, toplumsal bir harekete dönüştüren, barışçı ve direngen ruh! Kamu Hizmeti ve Kişisel Çıkar Y PROF. DR. NAZİFE GÜNGÖR Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi eni bir seçim sürecinin sona erdiği şu günlerde yine belirgin biçimde görünen o ki gelişim sürecini tamamlayamamış, dolayısıyla da siyasal kaostan bir türlü çıkamayan bizim gibi toplumların belki de en temel sorunlarından biri, siyaseti kamu hizmeti anlayışıyla tam olarak bağdaştıramamış olmalarıdır. Türkiye gibi toplumlarda siyasetin merkezinde kişiler yer alıyor. Oysa benzer parlamenter demokratik yapıya sahip gelişmiş Batı toplumlarında siyasetin kurum ve kuruluşları kişilerden önce gelmekte. Siyasetle uğraşan kişiler ise siyasetin hizmet alanında iş yapan profesyoneller olup başarı gösterdikleri sürece siyasi aktörler olarak varlıklarını sürdürebilmektedirler. Bizdeyse siyaset, alanda yetişmiş profesyonellerin çabalarıyla kamusal hizmet sunan bir alan olmaktan çok, siyasetin parıltılı alanına yıldızlar yetiştiren kişisel tatmin alanı haline gelmiş bulunuyor. Özellikle de siyasetin parıltılı iktidar alanı maddi ve manevi rant peşinde koşan kişilerin kayıtsız şartsız çekim alanı haline gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla da siyasete ilgi duyan kişiler her şeyden önce onu kişisel bir çıkar sağlama alanı olarak görmekte ve siyasi hedeflerini de bu kişisel çıkar ve tatmin sağlama amacı etrafında biçimlendirmektedirler. Yerel seçim sürecinde de bu yöndeki anlayışın yansımalarını açıkça gördük. Siyasetten de önce aktif bir kamu hizmet alanı olması gereken yerel yönetimler bugün kişisel rant siyasetinin pençesine düşmüş durumda. Propaganda kampanyasından da bu açıkça görüldü. Yerel hizmet alanları olan yerel yönetimlerde seçimlerin yerel yönetim görevlerine aday olan kişileri esas alması gerekirken seçim kampanyalarının siyasi parti liderleri etrafında biçimlendirildiği gözlenmektedir. Miting meydanlarında boy gösteren ve seçmen kitlelere seslenen siyasi parti liderleri verdikleri mesajlarla sanki yerel seçimlere değil, genel seçimlere hazırlanıyor gibiydiler. Yerel seçim sürecinin yerel hizmet ve yerel siyaset anlayışı etrafında değil de genel seçim ve genel siyaset etrafında biçimlendirilen propaganda kampanyasıyla yaşanmış oluşu bile ülkede siyasetin kamu hizmeti anlayışından ne denli saptığının önemli bir göstergesidir. Siyasette yaşanan bu hedef sapmasının en temel nedeni ise gerek yerel gerekse de genel siyasetin somut projelerden yoksun hale gelmiş olmasıdır. Türk siyasetine yön veren siyasi aktörlerin (iktidar ya da muhalefet) yeterli entelektüel düzeye sahip olmamaları, siyasetin belli hizmet alanlarına uygun profesyonel kadroların siyasetin içerisinde yer almıyor olma sı vb. nedenlerin de etkisiyle günümüz Türkiyesi’nde siyaset özellikle de son otuz yıldan beridir önemli ölçüde hedef sapmasına uğramış bulunuyor. Siyasetin iş dünyasıyla iç içe geçmesiyse bu sapmanın diğer önemli bir nedeni. Sermayenin siyasete, kendi çıkarları doğrultusunda yön verme çabası da ister istemez siyasetin giderek kamu hizmeti anlayışından saparak birtakım sermaye çevrelerinin etki alanına girmesine, yönlendirmesine maruz kalmasına yol açmıştır. “Adam kollama”, “iş takipçiliği”, “yakinimdir” kartvizitleri ve benzeri deyimler de bu sapmanın söylem alanındaki göstergeleri olarak görülebilir. Öte yandan toplumda gözetleme işlevini yürütmesi gereken basının (medya) yine Türkiye’nin yeni liberalleşme sürecine koşut olarak holdingleşmesi, sermaye kıskacına takılması da siyasetin kamu hizmeti anlayışından uzaklaşmasında önemli bir rol oynamıştır. Kamusal sorumluluk anlayışından uzaklaşarak parasal rant peşinde koşmaya başlayan holding gazeteciliği giderek halkın sözcüsü ve toplumun gözcüsü olmaktan çıkarak siyasilerin yandaşlığına soyunmuş, kendi çıkarları doğrultusunda siyasete yön vermeye başlamıştır. Bütün bunlar Türkiye’de siyasetin kamu hizmeti anlayışından saparak kişisel çıkarlara hizmet eder hale gelmesine ortam hazırlamıştır. Bugün ülkede yaşanmakta olan siyasi kaosun da en önemli nedeni budur aslında. Taşların yerine oturması için temiz siyaset gereklidir. Temiz siyaset ise alanında yetişmiş uzman kişilerin siyasi arenada, bilgi ve hizmet merkezli olarak etkin hale gelmeleriyle ancak olanaklıdır. Demokrasi herkesin siyasi arenada etkin rol alması demek olmamalıdır. Oysa Türkiye’de böyle bir demokrasi algısı olduğunu görüyoruz. Bir toplumun gerçekten demokratik olabilmesi için o toplumu oluşturan her bireyin yasalar önünde eşitlenmesi, fırsat eşitliğine sahip olabilmesi ve ülkenin kaynaklarından yasalar gözetiminde eşit oranda yararlanabilmesi gereklidir. Ülkenin ileriye götürülebilmesi popülist siyasetle olmaz. Örneğin, yerel seçimlerde gerçekten hizmet verebilecek, iş bilen, yöreyi tanıyan, yöre halkı tarafından benimsenmiş ya da benimsenmesi olası adayların seçmenin karşısına getirilmesi gerekirken siyasi partiler popülist bir siyasi anlayışla yerel yönetimleri kapma yarışına girdiler. Dolayısıyla da yerel yönetim seçim süreci yerel düzeyde işlerliği olabilecek somut stratejilerden uzak, söylem alanında yürütülmekte olan temelsiz bir siyasi çatışma ve de kapışmadan öte bir özellik taşımadı. Hizmette değil, söylemde güç gösterisi siyasal iletişimin de temel biçimlendiricisi olmuş durumda.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle