05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 MART 2014 PAZAR [email protected] 16 KÜLTÜR Aylin Bozok, Puccini’nin ‘Rahibe Angelica’sını St. James Kilisesi’nde olağanüstü bir başarıyla sahneledi Operada duygu fırtınası İDSO’nun konseri Berkin’le başladı, Fazıl Say’la bitti İstanbul’un orkestrasından ‘İstanbul Senfonisi’ EGEMEN BERKÖZ Talent Unlimited desteğiyle sahnelenen tek perdelik ‘Rahibe Angelica’ya Aylin Bozok yepyeni bir yorum getirdi. Kilise mihrabı önünde dekorsuz sahnelenen Puccini operası büyük beğeni topladı. HANDE EAGLE İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın (İDSO) Zorlu’nun büyük salonu aşkına cumadan salıya alınan “Kadınlar Günü” konserinde 2200 kişi aldığı belirtilen salon hemen hemen doluydu. Fazıl Say’ın “İstanbul Senfonisi”nin çalınacak olmasına, belki bir de ulaşımın kolaylığına bağlanabilecek bu doluluğa bakılırsa, salon seçiminin doğru olduğu düşünülebilir. 11 Mart Salı akşamı, şef Gürer Aykal’ın çağrısı üzerine o gün yaşamını yitiren Berkin Elvan’a saygı duruşuyla başlayan konserde İstanbullu müzikseverler çok iyi bir kemancı dinlediler. Dağarındaki yapıtlar arasında Adnan Saygun’un Keman Konçertosu da bulunan İtalyan kemancı Domenico Nordio, Beethoven’ın Keman Konçertosu’nu seslendirdi. Gerek Aykal’ın incelikli ve zarif yönetimi, gerek Nordio’nun Beethoven’ın bu büyük yapıtını gerçekten yaşayarak ve ayrıntıları kollayarak çalışı, gerek orkestranın dikkatli eşliği olağanüstüydü. Konserin ikinci bölümüne geçmeden: Geçen yıl İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’ndeki dinletisinden sonAykal’ın çağrısıyla ra görüştüğüm Norı Berkin’e sayg dio, Saygun’un Keman Konçertosu’nu çok beduruşuyla başlayan ğendiğini ve yaklaşık konser, Domenico on kez çaldığını söyleNordio’nun yorumladığı miş ve Türkiye dışında da çalmak istediğini, Beethoven Keman ancak orkestra partiKonçertosu’yla devam leri sağlanamadığı için bunun gerçekleşmeetti. diğini eklemiş ve ben de yazmıştım. Bu “orkestra partileri” konusunu ilgililerin dikkatine, bir yıl arayla, bir kez daha sunuyorum. İkinci bölümde Fazıl Say’ın Op. 28 “İstanbul Senfonisi”ni dinledik. Say’ın 2009’da Konzerthaus Dortmund’un siparişi üzerine bestelediği, geçen yıl Avrupa’nın en saygın müzik ödüllerinden Echo’yu kazanan ve bugüne dek 12 ülkede 50’nin üzerinde seslendirilen bu yapıtı yedi bölümlü ve üç solistli oluşuyla geleneksel senfonilerden ayrılıyor. Gürer Aykal yönetimindeki orkestranın üç solisti, Aykut Köselerli (vurmalı), Burcu Karadağ (ney) ve Hakan Güngör’ü de ( kanun) unutmayalım yorumu, yapıtın “Say’ın insan sevgisi ve yaşama sevinci”ni yansıtan özünü ortaya çıkardı diye düşünüyorum. Aykal’ın bitimde “bir daha” çalacakları bölümün seçimini izleyiciye bırakması ise hoştu. İzleyici de doğru bir seçim yaptı bana göre ve adı (Hoş Giyimli Genç Kızlar Adalar Vapurunda) hem bir dize değerinde, hem de Gezi’den sonra ilginç bir çağrışım kaynağı olan bu bölümü bir kez daha dinledik. Serin bir pınardan su içmek gibiydi. LONDRA Sir Christopher Wren tarafından tasarlanmış ve inşasına 1672’de başlanmış olan St. James Kilisesi’nde 1757’de İngiliz şair ve ressam William Blake vaftiz edilmiş. 20. yüzyılın önde gelen orkestra şeflerinden Leopold Stokowski muhteşem bir akustiğe sahip kilisede koro yönetmeni olarak 1902’den 1905’e kadar görev almış. Böyle görkemli bir tarihe sahip kilisede “Rahibe Angelica” operasının sahnelenmiş olması, hem Puccini’nin bu duygusal operasının konusu göz önüne alındığında, hem de mekânın doğal olarak sunduğu ortam düşünüldüğünde Aylin Bozok’un prodüksiyonunun önemi daha da iyi anlaşılıyor. Ama sanırım önce “Rahibe Angelica”nın öyküsünü kısaca aktarmak gerek. 17. yüzyılın sonlarında 7 yıldır Siena yakınlarında bir manastırda yaşamakta olan Rahibe Angelica (Portekizli soprano Joana Seara), bu süre içerisinde varlıklı ailesinden hiçbir haber almamıştır. Rahibelerin aralarındaki söylentiye göre, nur yüzlü Rahibe Angelica manastıra ailesi tarafından cezalandırılmak ve günahlarından arınmak üzere gönderilmiştir. Manastıra gönderilmeden önce doğurduğu gayri meşru oğlunun özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Ama diğer rahibeler Fotoğraf: Robert Workman dünyevi arzularından söz ederken, o hiçbir dünyevi arzusunun olmadığını söyler. Rahibe Angelica adı gibi melek kalplidir, manastırda ne zaman biri hastalansa bitkilerden ilaçlar yapıp tedavi eder. Ve günlerden bir gün, iki manastır hizmetlisi Rahibe Angelica’ya koşup büyük ve ihtişamlı bir at arabasının manastıra vardığını bildirirler. Rahibe Angelica ailesinden birinin onu onca zamandan sonra ziyarete geldiğini düşünerek telaşa kapılır. Manastıra gelen, Rahibe Angelica’nın teyzesi olan Prenses’tir (Yeni Zelandalı mezzo soprano Rhonda Browne). Getirdiği haberler hem iyi hem kötüdür. Rahibe Angelica’nın kız kardeşi ev lenmiştir ama kendisinden ailenin mirası üzerindeki haklarından feragat ettiğine dair belgeyi imzalamasını istenmektedir. Rahibe Angelica her ne kadar işlediği günah için tövbe etmiş olduğunu söylese de teyzesi Prenses ona tekrar ve tekrar tövbe etmesi gerektiğini söyler. Rahibe Angelica sonunda 7 yıl önce bebekken kollarından koparılan oğlundan asla vazgeçmeyeceğini söyler ama Prenses’ten alacağı haberler onu hüzünlerin en derinine boğacaktır... Giovacchino Forzano’nun özgün librettosunda Rahibe Angelica son nefesini vermek üzereyken bir mucize görür. Meryem Ana ve minicik oğlu gözlerinin önünde belirir ve oğlu Rahibe Angelica’nın kucağına koşar. Oysa Aylin Bozok’un “Rahibe Angelica”sında Rahibe Angelica Meryem Ana’dan merhamet dilemesine rağmen oğlunun kollarına doğru koştuğunu göremeden ölür. Bozok bu kararıyla günümüz dünyasında mutlu sonlara sandığımız kadar yer olmadığını fısıldar gibidir. Bir annenin oğlunu göremeden, koklayamadan, sevemeden ölmesinin acısını Senza Mamma’da muazzam bir kuvvetle ve elinde tuttuğu minik mavi bebek patiğiyle ortaya koyan Joana Seara gelecekte izlenmeye fazlasıyla değer bir soprano. Çoğu kez orijinaline sadık kalınarak sahnelenmiş olan “Rahibe Angelica” operasının yönetmeni Aylin Bozok olunca, sahne bambaşka bir duygu fırtınası esti. Bozok’un prodüksiyonunda diğer prodüksiyonlarda olduğu gibi bir set tasarımı yoktu, olmasına da gerek yoktu çünkü eser geçtiği dönemde inşa edilmiş gerçek bir kilisenin mihrabının önünde sahneledi. Yine diğer prodüksiyonlarda genelde görüldüğü üzere bir çocuk korosu da yoktu. Aslında olmaması, Rahibe Angelica’nın oğlundan uzakta geçirdiği yılların yarattığı acının daha da etkili bir biçimde aktarılmasını sağlıyordu. Operayı günümüze tam anlamıyla taşıyan yalın kostümlerin de çok önemli bir yeri vardı. Ellerindeki kırmızı İncillerle kilisenin birer parçası haline gelen ve devamlı hareket içerisinde olan rahibelerin muazzam sesleri kilisenin sunduğu o ilahi akustiği öyle taşıyordu ki, Bozok’un derin bir hassasiyet içeren ve yoktan var eden yeteneğini apaçık gözlerimizin önüne seriliyordu. Müzik direktörü Philip Voldman’ın da bu prodüksiyondaki rolü göz ardı edilemeyecek ölçüde önemliydi. Genellikle filarmoni orkestrası eşliğinde sahnelenen “Rahibe Angelica”ya Voldman baştan sonra piyanoyla hayat verirken perküsyonda Edward Scull ve pikoloda Ingrid van Boheemen harikalar yarattılar; Rahibe Angelica’nın yaşamının barındırdığı umudu, umutsuzluğu, mutluluğu, mutsuzluğu günümüzün koşullarına katıp, geçmişin hüsranıyla bir araya getirerek tattırdılar. [email protected] ‘Yazıdan kurtulabileceğinizi sanmayın’ Mürekkepbalığı dergisinin ikinci sayısı raflarda Kültür Servisi Yazıkültür dergisi Mürekkepbalığı’nın ikinci sayısı çıktı. Derginin bu sayısında, Türkçede “okumak” kelimesinin yüzlerce yıllık tarihi, imza ve parafın incelikleri, tüm dillerde ve dünya “A” harfinin durumu inceleniyor. Aynı zamanda, Oğuz Atay’ın kısa filminde oynamış Emel Deniz söyleşisi ve yazarın kızı Özge Atay’dan alınan, daha önce yayımlanmamış film ile ilgili bir belge de bu sayıda yer alıyor. Penguin’in Klasikler serisinde yayımlanan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabının editörü, kapak tasarımcısı, ajansı ve çevirmenleriyle yapılan söyleşi de dergide okunabilir. Mürekkepbalığı dergisinin ikinci sayısında F klavye genelgesinin çıkışının ardından, F klavyenin mucidi İhsan Sıtkı Yener sorulara cevap veriyor, daktilo ve stenoyu anlatıyor. Derginin bu sayıdaki sloganı ise “Yazıdan kurtulabileceğinizi sanmayın.” Sergi 18 Mart’ta Maçka Sanat galeriSi’nde açılıyor Oğlunun gözünden Mengü Ertel Kültür Servisi ‘Murat Ertel’in gözüyle yaşamı ve yapıtlarıyla Mengü Ertel’ sergisi 18 Mart’ta Maçka Sanat Galerisi’nde açılıyor. Küratörlüğünü Didem Çapa’nın yaptığı sergi 28 Nisan’a dek açık kalacak. Sergi tüm yaşamı boyunca babasının yaratım ve tasarım sürecini yaşayarak gözlemleyip içselleştiren oğlu Murat Ertel’in, babasının eserlerini yorumlayışını yansıtıyor. Mengü Ertel’in 83. yaşgününü kutlamak üzere düzenlenen “Ti yatrografi” isimli sergi, Mengü Ertel’in sanata yaklaşımını, diğer sanatçılarla ve farklı sanat dallarıyla kurduğu ilişkileri, emeğini ve yeteneğini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Çoğu zaman bire bir tecrübeleri ve ona miras kalan hikâyeleri sayesinde bizleri Mengü Ertel’in yaşamına ve yapıtlarına bir adım daha yaklaştıran bu sergi ile ilgili olarak Murat Ertel şunları söylüyor: “Bu sergi babamın sanatını anlatmaya yetmez, ama Didem Çapa ile benim ve Mengü’nün ta çocukluklarımızdan bu yana kurup sürdürdüğümüz bağın içten gelen, samimi, sevgili bir sunumudur.” Açılışta Murat Ertel’in ayrıca babasını anlattığı bir BaBa ZuLa performansı da yer alacak. Elvis Costello And The Roots ‘Wise Up Ghost And Other Songs’ (Blue Note) Bir yanda 59 yaşında olgun bir müzisyen Elvis Costello, diğer yanda çok cesur bir topluluk The Roots; ortalarında da (David Bowie ile Queen’in ya da Jay Z ile Linkin Park’ın işbirliğinden doğan şarkılara taş çıkaracak güzellikte) bir albüm: “Wise Up Ghost And Other Songs”. Albüm tam olarak ikisine de ait değil; iki hizip arasında işbirliği bu, zıtların birliği kanunundan güç alan. Arada bir kırdığı direksiyonlarla şaşırtsa da, açıkçası uzun süredir pek heyecan vermiyordu Costello; bir kalın gözlüklü iyi aile çocuğu, bir serseri mayın ya da üst sınıf entelektüel karakteri arasında gidip gelen portresi ile… Ondan uzun zamandır beklenen çıkış bu. Şarkıları melodik, lirik ve tematik, konuları ise savaş, barış, onursuzluk, yabancılaşma, hayal kırıklığı ve yaşam mücadelesi. Sıradan insanların küçük hayatlarına yapılan yolculuklar… Yetmişli yıllardan R&B, soul ve funk, doksanlı yıllardan da asitcaz ve hiphop kayıtların etkisini taşıyor; Smokey Robinson’dan Sly & The Family Stone’a… Neşeli insanların sade ve karanlık taraflarını gösteren çalışma. Kurnazlığını rahatlıkla birleştirmiş bu albüm, her iki isme de (daha önceden onlara ilgi duymayanlardan oluşan) yeni bir hayran profili kazandırabilir. Nine Inch Nails ‘Hesitation Marks’ (Columbia) Müzik pazarının en büyük teknoloji zekâlarından biri Trent Reznor, eticaret furyasının belki de en saygın adamı. Beş yıl aranın ardından çıkan ilk Nine Inch Nails kaydı “Hesitation Marks”, hayatının yeni açtığı sayfasında gerçekleştirdiği varoluş sorgusu. Elektronik dokunuşlar baskın; dişçinin matkabına, keskin bir bıçağın ete girişine benzeyen iç gıcıklayıcı efektler, (Fleetwood Mac’in Lindsey Buckingham’ı ve King Crimson’ın Adrian Belew’in sayesinde) kâğıt kesiği gibi sızlatan gitarlar, huzursuz bir gürültü eşliğinde işkence uluması gibi çıkan katmanlı vokal armonileri ve sanki Mors kodu ile yapılmışçasına bir programlama. Labirentlere boğulmuş klostrofobik şarkılarda adrenalin dolu bir saldırganlık, sade ve minimalist bir yaklaşımla dengeleniyor. Şarkıların kırılgan yapıları morgun tavanındaki ölgün floresan ışığı etkisi yaratıyor. İçindeki küllenmiş şehvet, paranoya, öfke, nefret, umutsuzluk ve tiksintiyi notalara tahvil ediyor; geçmiş korkularına kaçarken alaycı bir gülümsemeyle meydan okuyor Reznor. Anlaşılabilir bir durum: efsane albüm “Pretty Hate Machine”in üzerinden çeyrek asır geçmiş, doksanlardaki gibi nihilizmin doruklarında değil NIN. Reznor’da artık o aynı adam değil. [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle