29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
17 KASIM 2014 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] AKP yolsuzluk yaptı u Yolsuzluğa bulaşmış politik liderler Avrupa’dan Afrika’ya ve Ortadoğu’ya tüm ülkelerin baş belası oldu. Türkiye’de yurttaşların yüzde 62’si yolsuzluğu ve yolsuzluk yapan politik liderleri en büyük sorun olarak görüyor. AKP’nin iktidarda olduğu 2007 ile 2014 arasında yolsuzluğun en büyük problem olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 25 arttı. ŞEHRİBAN KIRAÇ EKONOMİ 11 sıkıntısını yurttaş çekti Yeni oluşan ve gelişmekte olan ülkelerdeki en büyük sorun suç ve yolsuzluk. Türkiye’de 2007’den bu yana yolsuzluğun ve yolsuzluğa karışmış siyasi liderlerin büyük problem olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 25 yükseldi. 2007’de bu oran yüzde 37 iken 2014 Eylülü’nde bu oran yüzde 62’ye çıktı. ABD merkezli araştırma şirketi Pew Research’ün yeni oluşan ve gelişmekteki ülkeler üzerine yaptığı ankete göre modern toplumların belası suç ve yolsuzluk, yeni oluşan ve gelişmekte olan uluslarda sorunların başında yer alıyor. Aralarında Türkiye, Rusya, Çin, Brezilya, Gana, Arjantin, Kenya, Pakistan ve Hindistan’ın da bulunduğu Ortadoğu, Asya, Latin Amerika, Afrika ve Doğu Avrupa’dan 34 ülkenin her birinde yaklaşık 1000’er kişi ile yüz yüze yapılan araştırmaya göre katılımcıların yüzde 83’ü suçun çok önemli bir sorun olduğuna vurgu yapıyor. Ayrıca yine kitlenin yüzde 76’sı yozlaşmış politik liderlerle ilgili de ayni şeyi düşünüyor. Ayrıca katılımcıların büyük bölümü sağlık hizmetleri, okullardaki düşük kaliteli eğitim, yiyecek güvenliği, su ve hava kirliliği gibi konularla ilgili endişe duyuyor. Pew’ün anketinde Türkiye ile ilgili çarpıcı veriler göze çarpıyor. 2007’de katılımcıların yüzde 64’ü suçu ülkenin en büyük problemi olarak görürken 2014 Eylül ayında bu oran yüzde 4 artışla yüzde 68’e çıktı. 2007’de yüzde 37 ile yolsuzluk en büyük problem olarak görülürken bu oran 2014’te yüzde 25 artışla yüzde 62’ye çıktı. Türkiye buradaki artış oranıyla Malezya ve Gana’dan sonra üçüncü sırada yer alıyor. Düşük kaliteli eğitim de Türkiye’deki en büyük problemlerden biri. 2007’de yüzde 43 olan düşük kaliteli eğitim problemi 2014’te yüzde 10 artışla yüzde 53’e tırmandı. Kemalizm Nere AKP Nere?.. Sınırsız düşünce özgürlüğü olmadığından geleneksel olarak hastalıklı olan ülkenin düşünce ortamı son zamanlarda tam anlamıyla saçmalıklara saplanıyor. Kendilerini liberal ve solcu olarak tanımlayan çok sayıda yazar ve yorumcu, AKP iktidarının baskıcı uygulamalarını, İslami, dindar, lümpen, cüppeli gibi değişik tamlamalar kullansalar da esas olarak İslamcı Kemalizm olarak tanımlıyor. AKP’nin özellikle 2011 genel seçimleri sonrasında hak ve özgürlükleri giderek sınırlayan tutumu ile Cumhuriyetin kuruluşundan sonra yaşanan baskılar eşdeğer sayılıyor; eşitleniyor. Geçmişte çekincesiz AKP’yi destekleyenler yer yer “evet’leyenler şimdi bu partinin yaptıklarına bakıp bu “Kemalizm yahu” diye çığlık atıyor! Nedeni ne olursa olsun; kurgulayanlar kim olursa olsun, bu eşitlik tek sözcükle yanlıştır. Bu ikilinin ne içeriği ne de biçimi ilişkilendirilebilir; bu eşitleme, bilimsel gerçeklerden tümüyle uzaktır. HHH Cumhuriyet, Osmanlı’dan başlayan çağdaşlaşma çabalarını doğal sonuçlarına taşıyan niteliksel bir dönüşümdür. Yinelemeliyim, Kemalizm, Atatürkçülük ve Cumhuriyetin değerlerini savunmak eşanlamlıdır. Cumhuriyet çağdaşlaşması çekirdeğinde evrensel değerleri taşır; bunlar, üreterek özgürleşme; egemenliğin kaynağının gökten yere indirilmesine dayanan eşitlik ve bilimsel bilginin yol göstericiliğidir. Hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti, çağdaş eğitim ve bilim, gerektiğinde devlet eliyle sanayileşme; kurumlaşma ve yönetim alanındaki düzenlemeler; sanata önem verilmesi; devletin değişik sermaye kesimlerine eşit uzaklıkta durması; toplumsal dayanışma ve tüm komşu ülkelerle barış o çekirdeği çevreleyen ve özgürlüklerin gelişmesine temel ve destek olacak dayanaklarıdır. Kemalizm baskıcılığı, Cumhuriyetin çağdaşlaşmasına; köklü değişim ve dönüşüme ayak uyduramayanların dışlanmasından, kimilerinin yurtdışına sürgün edilmesinden ve kimilerinin de yargılanmasından başka bir şey değildir. Kemalizm bu bakımlardan kuşkusuz eleştirilebilir. Gelelim AKP’ye. AKP uygulamaları yukarıda sıralanan ve daha da çoğaltılabilecek olan Cumhuriyetin değerlerinin hiçbirine sahip değildir. Niteliği, AKP’nin bu değerleri benimsemesine izin vermez. Bu ülkede üretimin, eğitimin, hukukun, bilimin, kültürün ve sanatın AKP’nin elinde içine sürüklendiği yürekler acısı ilkel durumu bu ülkenin liberal yazar ve yorumcuları nasıl görmez? Arsa rantçılığına dayanan AKP kapitalizmi, emekçileri ölümüne sömürürken doğal çevreyi de, tarım alanlarını da yerli ve yabancı yandaş sermayeye talan ettiriyor. AKP’nin gerçek fıtratını, kuramcısı yeni Başbakan geçen hafta yaptığı açıklamada “Maden kazalarından devlet sorumlu değildir” diyerek özlü bir biçimde sergiliyor. Liberal yazar ve yorumcular bu anlayışı her nasılsa Kemalizm ile eşit tutabiliyor. HHH Eşitleme işleminde kullanılan kilit sözcük vesayettir. Kemalizm ve AKP vesayetçi olarak eşitleniyor. Bilindiği gibi vasi “bir yetimin ya da akılca zayıf, hasta birinin malını yöneten kimse” anlamına gelir. Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı başkaldırısıyla bu toprakların üzerinden yabancı vesayetini kaldırmayı başarmış ve ekonomik ve toplumsal gelişmenin özgürleştirici temellerini atmıştır. Dış ilişkilerde Türkiye’yi ABD vesayetine sokan AKP, ülke içinde de, sermaye gücünü kullanarak, eğitimiyle, üniversitesiyle, basınıyla toplumun özgür sesi olabilecek kesimlerinde de İslamcı vesayeti, kaskatı bir biçimde yerleştirmeye çalışıyor. HHH AKP, insanlığın gelişmesiyle ulaşılan Cumhuriyetin değerlerini sürekli olarak törpülüyor ve giderek bunlara yaşam hakkı tanımıyor; yok ediyor. Durum bu kadar açıkken, liberal yazar ve yorumcular, bir büyük düşünce cinayeti işliyor; aklın onaylamayacağı bir yanlış yapıyor: yaratmaya ve yaşatmaya uğraşan ile yok etmeye çalışanı eşitliyor. Orduya destek yüzde 30 düştü Ülkelerindeki vazgeçilmez kurumlar sorulduğunda insanlar yüzde 79’luk bir orta değerle orduyu ilk sıraya koyuyor. Bunun nedeni olarak da ordunun ülkede iyiye giden konular üstünde pozitif bir etkisi olması. Genel olarak 2007’den beri ulusal grup ve enstitülerde küçük değişiklikler olurken bazı ülkelerde dramatik değişimler oldu. Örnek olarak Türkiye’de o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, ordunun sivil hükümetteki etkisini azaltarak son 7 yılda silahlı kuvvetlere olan desteği büyük ölçüde düşürdü. Türk ordusunun iyi bir etki bıraktığını düşünenlerin oranı 2007’de yüzde 85 iken bu oran Eylül 2014’te yüzde 30 düşüşle yüzde 55 seviyelerine geriledi. Pew’ün anketinde öne çıkan çarpıcı sonuçlar şöyle: * 2007’de Türklerin yüzde 61’i dini liderlerin ülkeler üzerinde iyi etki bıraktığını düşünürken bu oran 2014’te yüzde 24 azaldı. * Araştırmaya katılan tüm ülkelere göre çözülmesi gereken sorunlar iş, artan fiyatlar ve kamu borçlarıyla da direkt bağlantılı. * Ankete katılan 34 ülkeden yüzde 76’lık bir orta değerle yolsuzluk yapan liderlerin çok büyük bir sorun olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Rusya’da yüzde 65’lik ve Ukrayna’da yüzde 73 gibi büyük yüzdelerle yolsuzluk yapan politik liderler en başta gelen problemler arasında. * Yozlaşmış devlet memurlarıyla ilgili korkular 2008’den bu yana yüzde 15 artarak büyümüş. Türkiye yakın zamanda yolsuzluklarla sarsılmış bir ülkede ve bu alandaki korkular artıyor. G20’de vaat çok, çözüm yok Çiftçiler mağdur oldu Ekonomi Servisi Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, 20132014 üretim sezonunda yaşanan doğal afetler nedeniyle zamanında sigortasını yaptıramayan üreticilerin mağdur olduğunu bildirdi. Bayraktar, tarım sigortasında prim bedellerinin düşürülmesi ve üreticilerde sigorta bilincini artırmaya yönelik çalışmalara daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini vurguladı. Bayraktar, “Yaklaşık 72 milyon dekar alanda 3 milyonun üzerinde büyükbaş ve küçükbaş hayvan sigortalanıyor. 2014 sonuna kadar üreticilere yapılacak hasar ödemesinin 1.6 milyar lirayı geçeceği ifade ediliyor” dedi. Ekonomi Servisi Avustralya’nın ev sahipliğinde düzenlenen ve dünyanın en gelişmiş 20 ekonomisinin liderlerini bir araya getiren G20 zirvesi, dünya liderlerinin ekonomik büyüme vaatleriyle son buldu. Avusturalya’nın Brisban kentinde yapılan zirvede liderler 2018’e kadar ekonomilerini en az yüzde 2.1 büyütme sözü verirken, küresel ekonomik varlığın 2 trilyon dolar artmasını temsil eden bu hedefe nasıl ulaşılacağı ise soru olarak kalmaya devam etti. Uzmanlar “Çok söz verildi ama somut adımlara ilişkin ge rekli hedefler eksik kaldı” şeklinde değerlendirdi. Nasıl başarılacağına ilişkin somut adımlardan bahsedilmeyen hedeflerden biri de küresel büyümenin sonunda yine küresel çapta milyonlarca istihdam yaratılması öngörüsü oldu. Bu öngörünün teoride güzel ancak pratikte en zor olan kısmı ise küresel istihdam artışının 100 milyonunun kadınlardan sağlanacak olması. Öte yandan G20’de bu kez farklı olarak iklimsel değişiklik ile mücadele gündeme geldi. Ebola ile mücadele de G20 sonuç bildirgesinde yer aldı. yalist ulusalcılık”, sosyalizm (komünizm). Postmodernizmin, restorasyonun, etkisiyle bu sol radikalizm zayıfladıkça, dinci radikalizm güçlendi, güçlenmeye de devam ediyor. Çaresi daha fazla sivil toplum, liberalizm, sahte radikalizm değil. Çare, daha fazla sekülarizm, sol bir radikalizm! Bu yüzden olacak sosyalistler (olumlayarak), Cumhuriyetçiler (kuşkuyla, hatta korkuyla da olsa) Kürt kimliğini “tanıyor”. Ama, Tuğluk “seküler güçler” deyince, tüm ulusal, siyasi kimlikleri din içinde eritmeyi amaçlayan siyasal İslamın entelektüellerinde sigortalar arıyor... Geçen hafta Foreign Affaires dergisinin portalına konan “Radikal Türker” (G. Murat Tezcur, S. Çiftçi,) başlıklı makale, liberal entelijansiyada heyecan yarattı; ancak makale liberallerin bildik yanılsamalarını tekrarlamaktan öteye gidemiyordu. 1) Radikaller yoksullardan gelmiyorlarmış! Radikal (bir düşünceyi, toplumu kökten değiştirmeyi amaçlayan) hareketlerin (sağ veya sol) kurucuları, kadroları, yoksulluktan hareket ederek radikalleşmez; “anlam” (varlık) ve “amaç” (adalet) sorunundan hareket ederek radikalleşirler. Bu konuda, geçmiş iki yüzyılın devrim ve karşıdevrimlerinin liderlerine, örgütlerine bakılabilir. Entelektüel (aydın kavramını benimsemiyorum) kavramının sosyolojik anlamına kısaca bakmakta da yarar var. Entelektüel birden fazla alana, bağlama uygulanabilir, bağlamlar arası evrensellik iddiasında olan bilgileri üretir ya da yeniden üretir. Bu nedenle, örneğin müezzin ezan okurken teknik bir iş yapar, entelektüel değildir. Ne zaman vaaz vermeye, din ile ekonomik sorunlar, siyasi olaylar ve başka kültürel alanlar arasında ilişki kurarak bir açıklama, “anlam” üretmeye başlar, o zaman entelektüel kategorisine girer. Bu bakış açısını benimsediğinizde, dinci radikallerin cahillerden değil, toplumun eğitime ve bilgiye öncelikle erişebilen ve bunu yayma kapasitesi olanların arasından çıkacağını da kolaylıkla görebilirsiniz. Radikaller, bu bilgileri yaymaya; yoksulların, ezilmişlerin arzularını dile getirmeye; “belli sınıfların” (tarihin maddesi) pratiğiyle ilişkilenmeye başladıklarında toplumda dönüştürücü etkiler yaparlar. 2) ‘Ilımlı İslam’ radikalleşmeyi engellemiyormuş! “Radikal Türkler”in yazarları “genelde, gelişen sivil toplum ve çürüyen siyasal kurumlar, radikallere dost bir çevre yarattı” diyorlar. Birincisi, liberalizmin yüzeyselliği burada da kendini gösteriyor. Liberal entelijansiya, siyasal İslamın hegemonya inşa sürecinde (döneminde) var olan yapılarla uzlaşma, onlara uyum sağlama eğilimini (yüzeyde görüneni) “ılımlı İslam”, kapitalizme eklemlenme sürecini de liberallik sandı, kendilerini bunun kalıcı olduğuna inandırdı. Bu liberaller, “ılımlı İslam”ı oluşturan kadroların paylaştıkları ortak tarihi, anlamlar sistemini (eylemlerine, seçeneklerine, yön veren sadakatleri) bunun içerdiği seçenekleri düşünmek bile istemediler. Yüzeysel bir “insanözne” anlayışıyla (karşılarındakini anlama zahmetine kapılmayan bir kendini beğenmişlikle), daha sonra hepsi boş çıkmanın ötesinde, siyasal İslamın hegemonya sürecine yarayan bir sürü varsayım geliştirdiler. Neticede, Türkiye’de AKP, Tunus’ta Ennahda siyasal İslamın radikal kanadının gelişmesi için uygun ortamı, kurumsal, yasal ve manevi hatta maddi korunağı sundu. Tunus’un IŞİD’e en fazla militan gönderen ülke olması boşuna değil. Burada açıklama, “sivil toplumun gelişmesiyle, siyasi kurumların çürümesiyle” değil sivil toplumun, siyasi kurumların siyasal İslamın sözde “ılımlı” kesiminin yönetimi altında ‘Radikal Türkler’ geçirdiği evrimle ilgilidir. Sivil toplum birçok noktada değişerek siyasal İslamın (mahalle baskının) etkisi ve denetimi altına girerken, siyasi kurumlar, liberallerin sandığı gibi çürümüyor, seküler kabuğunu atarak yeni bir iktidarı, siyasal İslamın kurmakta olduğu “tarihsel blok’u” ifade ve temsil edecek bi çimde değişiyor; bireyin yaşam alanına daha derinlemesine nüfuz ediyor, iddiaların aksine, sivil toplumun alanını giderek daraltıyordu. 3) Çözüm ‘sağlıklı sivil toplum’muş “Türkiye’de koşulların benzersiz (“unique”) biçimde bir araya gelmesi, eğitimli ve sosyal bağları güçlü bireylerin radikalleşmesine katkıda bulunmuş.” Koşulların benzersiz olmadığını, yalnızca Mısır’a, Tunus’a bakarak değil, tarihe bakarak da görmek olanaklı. Yazarların önerdiği çözüm de bu gözlem kadar zayıf: “Sağlıklı bir sivil toplum, bunu yönlendirebilecek sağlam kurumlar inşa etmek!” Sağlıklı “sivil toplum”, düzenli bir liberal demokratik kapitalizm, devlet müdahalesinden uzak özel yaşam demek. “Bunun, bugün, siyasi ve ekonomik koşulları var mı” sorusunu bir kenara bırakıp bu çözüm önerisinin abesliğini görebilmek için “Bunu kim kuracak” diye soralım. Gözünün önünde yaşananları anlamaktan uzak liberal entelijansiya mı? Demokrasiden kaçmaya başlayan kapitalist sınıf mı? Az felsefe çok yarar getirebilir Filozof Simon Crichley , “Felsefe ve siyaset, sırasıyla din ve adalet alanlarında düş kırıklıklarından kaynaklanır” diyordu. Radikalizmi hemen, buraya; dini anlamlar sistemini ve/veya verili adalet sistemini kökten değiştirmeyi amaçlamak olarak koyabiliriz. Sonra da bu aforizmayı yeniden şöyle yazmayı deneyebiliriz: “Egemen seküler felsefe anlamlandırma sistemi alanında düş kırıklığı yaşayan dine, liberal demokrasinin adalet kavramıyla düş kırıklığı yaşayan dinle en yakın ilişki içindeki siyasete yöneliyor.” Siyasal İslamın, cihatçı radikalleşmenin yükseldiği dönemin egemen felsefi akımı, anlamlandırma sistemi, Aydınlanma geleneğini eleştirirken, rasyonalizmi, bilimi, “kurtuluşu” bu dünyada arayan “büyük söylemleri” hedef alan, bütüne değil parçaya; sınıfa, ulusa, topluma değil bireye; öze değil yüzeye ayrıcalık tanıyan postmodernizm değil miydi; üretime değil tüketime, gereksinimlere değil hazlara ayrıcalık tanıyan neoliberal restorasyon değil miydi? Dahası hazlara ayrıcalık tanıyan tüketim modeli cinselliği, çıplaklığı, kadın bedenini kullanmıyor muydu? Kapitalizm, insanlarına, en önemlisi gençlerine, nasıl bir gelecek vaat ediyordu? Bu vaat ettiğinin anlamı neydi? Daha fazla para kazanmak! Ne için? Hazlarını daha fazla maksimize etmek için! Öncelikle entelektüelleri, onlar üzerinden toplumu etkileyen bu felsefi kültürel değişim, postmodernizm, bireyin bedenine odaklanmasını, hazlarını maksimize ederken bedenin hazlarının sınırını ölümle ama her zaman bu hayatın içinde kalarak zorlayan bir sahte “radikalliği” yüceltmiyor muydu? Bu sahte “radikal” seçenek karşısında, bedeni ve hazları feda ederek, bu yaşamın, dışına çıkmayı arzulayan bir gerçek “radikal”, seçeneğin “şehadet kültünün” ortaya çıkmasını anlamak çok mu zor? Sahte radikalizm ile ölümü yücelten dinci radikalizmin dışında bir üçüncü, yaşamı yücelten, baskıdan sömürüden kurtuluşu, özgürlüğü bu dünyada arzulayan, bir gerçek radikalizm aslında her zaman vardı: Seküler sol, “antiemper
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle