23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
25 ŞUBAT 2013 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA EKONOMİ ekonomi@cumhuriyet.com.tr 11 Hükümetin sağlıkta dönüşüm projesi çerçevesinde son bir ayda hizmet ücretleri yüzde 57 arttı Bu zam hasta eder u AKP hükümeti sağlık hizmetlerinden faydalanmak isteyen vatandaşın cebine el attı. Yılbaşından bu yana diş tedavisi, ameliyat, tahlil ve doğum gibi sağlık uygulamalarının ücreti arttı. En dikkat çekici artışsa yüzde 209’la laboratuvar tahlil ücretlerinde görüldü. Ekonomi Servisi ANKA’nın haberine göre, Türkiye KamuSen’e bağlı Türk SağlıkSen, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerini kullanarak sağlık fiyatlarında Aralık 2012 ile Ocak 2013 dönemi arasında uygulanmaya başlanan zamları derledi. Araştırmaya göre, sağlık hizmetlerine ulaşmak ortalama yüzde 57.8 zamlandı. Bu dönemde diş tedavisi, ameliyat, tahlil ve doğum ücretleri yükselirken düşen sadece muayene ücreti oldu. Uçurtmayı Vurmak! Konu o çok başarılı sinema filmi ve Grup Yorum’un güzel müziği değil, yönetiminin vurduğu Türk Hava Yolları (THY). Çalışanlarının giysileriyle ilgili yeni tasarımlar ve kimi uçuş yollarında getirilen içki yasağı ile THY kamuoyunda tartışmalı duruma geldi. HHH Bir bütün olarak bakıldığında, kolayca anlaşılır ki, kamu ekonomik kuruluşlarının özelleştirilmesinde çok büyük yanlışlar yapıldı. Ülkelerin küresel pazarlarda yalnızca büyük ortaklıklarıyla rekabet edebileceği bir döneme girilirken, büyük kamu işletmelerinin çoğu piyasa değerinin çok altında olmak üzere satıldı. Başta ekonominin devleri olan Sümerbank, Etibank, kamu elindeki demir çelik, petrol, kimya, enerji işletmeleri özelleştirildi. Ekonominin gelişmesinde kilit olacak kamu işletmeleri dağıtıldı. Dünya ekonomisinde yeni bir çağın, iletişim çağının başladığı yıllarda, o alandaki teknoloji üreten tek kamu kurumu olan TELETAŞ yok edilircesine elden çıkarıldı. Özelleştirme selinden, sermayesinin yarısından fazlası özel ellere geçmiş olsa da yönetimi hükümetçe atanan THY ve çok az sayıdaki kamu işletmesi kurtuldu. Kamu işletmeciliğinin iyice gözden düştüğü bir ortamda THY, bir kamu işletmesinin doğru yönetildiğinde ekonomik olarak verimli ve etkin olabileceğini bir kez daha kanıtladı; hem ülke içinde hem de dışarıda büyük bir başarıya ulaştı. Hiç olmazsa THY örneğinden gidilerek, geçmişin özelleştirmelerinde ekonomik ve toplumsal olarak nerede yanlış yapıldığı sorgulanabilmeliydi, bu yapılamadı. Özelleştirme bilinçsizliğinde gelinen noktaya bakar mısınız? İki ay önce yapılan köprü, otoyol ve Başkent Doğalgaz ihalelerinin iptal edileceğini, geliri düşük geldi diyerek Başbakan bir TV programında gündeme getirdi! Sonuçta, en büyük özelleştirmelerden biri olan 5.7 milyar dolarlık köprü ve otoyol ihalesi iptal edildi, diğeri belirsizliğini koruyor. Böylece hazinenin milyarlarca lira zarardan kurtulduğu öne sürülüyor. Ya önceki özelleştirmelerde yapılan büyük yanlışlar; uğranılan ağır kayıplar? Bu çok önemli konuda toplumsal duyarlık süreçleri işlemiyor. Ne siyaset, ne yargı, ne basınyayın, ne sendika ne de üniversite bu konuya dokunuyor; çünkü hiçbirinde özelleştirme konusunda da söz söyleyecek güç bırakılmamıştır. Bir tek her konunun uzmanı kesilen Başbakan konuya da dokunuyor/dokunabiliyor! HHH Yeniden THY’ye gelelim. Alım satımlarının, reklamlarının ve diğer işlemlerinin bilinmeyen ayrıntısı bir yana, THY yönetiminin geçen mayısta haklarını aramaktan başka bir suçu olmayan 305 çalışanını işlerinden çıkarması, başarısına gölge düşüren çok büyük bir yanlıştı. Daha o yanlış onarılmadan yenileri yapılmaya başlandı. AKP iktidarının ilk yıllarında uçaklarda bulunan Mustafa Kemal Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir” sözü kaldırılmış, yerine nazar boncuğu asılmıştı. Buna karşın o başarılı THY, nazar mı değdi (!) nedir, hostes giysileri ve içki yasaklarıyla gündeme geliyor. Bir bakıma, karada ve denizde yitirmekte olduğumuz yaşam tarzımızla ilgili özgürlüklerimize havada dokunulmak isteniyor. HHH THY yönetiminin bu işte ideolojinin etkisi olmadı diyerek özellikle içki yasağını ekonomik nedenlerle açıklamaya çalışması tamamıyla boş bir çabadır. Böyle bir savunma ayrıca, AKP’nin toplumun her hücresine kendi ideolojisini içirmekte olduğu bir ortamda, açıkça halkla alay etmektir! Tüm eksiklerine karşın THY, ekonominin yükselen yıldızıydı; yazık ki o yıldız da AKP anlayışının kurbanı olan diğer kurumlar gibi karanlığa doğru kayıyor. Başbakan ‘çocuk yapın’ diyor, ama... Yapılan araştırmada dikkat çekici bir artışın da normal doğum ücretlerinde yaşandığı görüldü. Normal doğum ücreti 2012 yılı aralık ayında 393.51 TL iken bu rakam 2013 yılı ocak ayında 732.99 TL’ye yükselerek yüzde 86 arttı. Sezaryen doğum ücreti 2012 yılı aralık ayında 710.05 TL iken bu ücret 2013 yılı ocak ayında 921.43 TL’ye yükselerek yüzde 29.7 arttı. Ameliyat ücretlerinde de ciddi bir artış gözlemlendi. Türk SağlıkSen’in araştırmasına göre sağlıkta fiyatların arttığı bu dönemde tek düşüş yaşanan fiyatsa uzman doktor muayene ücretleri oldu.Uzman doktor muayene ücreti 2012 yılı aralık ayında 31.27 TL iken bu rakam 2013 yılı ocak ayında 12.10 TL’ye geriledi. Yani muayene ücretlerinde yüzde 61’lik bir düşüş gözlendi. yorlarsa da bir ayda yaşanan bu artışlar çok ciddidir. Bu artışlarla birlikte sağlık hizmetine ulaşmak zorlaşmıştır” dedi. Laboratuvar ücretinde rekor artış TÜİK verilerine göre yapılan araştırmaya göre, sağlık madde fiyatlarında en dikkat çeken artış yüzde 209 ile laboratuvar tahlil ücretlerinde oldu. Geçen yıl sonunda 4.7 TL olan tahlil ücretleri bu yıl başında 14.7 TL’ye çıktı. Yüzde 129 artışla ultrason ücretleri oransal değerlendirmede ikinci en fazla artan sağlık kalemi oldu. Diş çekme ücretiyse 2012 yılı aralık ayında 24.98 TL iken bu rakam 2013 yılı ocak ayında 47.83 TL’ye yükselerek yüzde 91 arttı. Diş dolgu ücreti 2012 yılı aralık ayında 35.62 TL iken bu rakam 2013 yılı ocak ayında 77.90 TL’ye yükselerek yüzde 118 arttı. Hizmete erişim zorlaştı Türk SağlıkSen Genel Başkanı Önder Kahveci, araştırmaya ilişkin açıklamasında “Temel hedef kolay erişilebilir bir sağlık hizmetidir. Her ne kadar sosyal güvenlik kapsamında vatandaşlarımız kamudan ücretsiz sağlık hizmetinden yararlanı Ağar, Türkİş yönetimini topa tuttu u Türkİş Genel Eğitim Sekreteri, Yolİş Sendikası Başkanı Ramazan Ağar: Çalışma hayatı hızla geriye gidiyor, Türkİş olarak hiçbir şey yapmıyoruz. Bir an önce birleştirici, bütünleştirici bir yönetim oluşturulmalı. MUSTAFA ÇAKIR Tekgıdaİş’ten isyan Ekonomi Servisi Tekgıdaİş Sendikası, Türkİş Konfederasyonu üyesi kamuda çalışan işçileri temsil eden 19 sendikanın oluşturduğu Kamu Sözleşmeleri Koordinasyon Kurulu’ndan çekildiğini ve üyesi işçiler adına devlet ile çerçeve sözleşme yapma yetkisini vermediğini açıkladı. Türkİş’e muhtıra niteliği taşıyan açıklamada olası bir çerçeve anlaşmasının tanınmayacağı belirtildi. Türkİş Konfederasyonu üyesi Tekgıdaİş, 12 Eylül darbesi eseri olan kamu protokolü uygulamasını eleştirdi. Ortak protokolün bağımsız kimliğini muhafaza etmeye, hükümetin kontrol ve direktiflerinden kendisini uzak tutmaya özen gösteren sendikalar ve üyeleri açısından adaletsizlik ve eşitsizlik yarattığının da altı çizilen açıklamada, “Hükümetçe adeta yandaş ANKARA Türkİş’teki “sessizlik ve olağanüstü genel kurul belirsizliği” Türkİş Genel Eğitim Sekreteri, Yolİş Sendikası Başkanı Ramazan Ağar’ı da isyan ettirdi. Türkİş’in bir an önce olağanüstü genel kurula gitmesi, birleştirici, bütünleştirici bir yönetim oluşması gerektiğini söyleyen Ağar, “Bu böyle gitmez” dedi. Geceleri uykularının kaçtığını belirten Ağar, çalışma yaşamının hızla geriye gittiğini, ancak Türkİş olarak hiçbir şey yapmadıklarını vurguladı. Ağar, Türkİş’i hareketlendirmek, canlandırmak düşüncesi ile geldiklerini, ancak bunu sağlayamadıklarını söyledi. Ağar, olağanüstü genel kurulun gündeme geldiğini, kendisinin de “Eğer eski yönetimle olağanüstü genel kurula gidilecekse ben yokum” diyerek şerh koyacağını ifade ettiğini vurguladı. Eğer olağanüstü genel kurul olacaksa birleştirici, bütünleştirici bir yönetim oluşturulması gerektiğine dikkat çeken Ağar şöyle dedi: “Olağanüstü genel kurul olursa ve aynı yönetim girerse ben bu yönetime girmem, dışarıda kalırım.” lık ya da sempatizanlık ödülü gibi ihsan edilen bu haklar kamu çalışanları açısından ayrımcılığa yol açmıştır” denildi. Tekgıdaİş bu ayrımcılığın en somut örneğinin Çaykur’da dört yıldır toplusözleşmeden mahrum bırakılan işçilere dayatıldığını belirterek Türkİş’in imzaladığı kamu çerçeve anlaşmasının uygulanmak istendiğini ifade etti. Geçenlerde bir “entelektüel” liberal “Antiemperyalizm, milliyetçiliğin kibarcasıdır” demiş. Bu ilginç saptama iki yoruma açılıyor. Birinci yorum; artık kapitalizm değişti, emperyalist (bir ülkenin başka ülkelerin yönetimlerini, ekonomilerini, askeri müdahaleye gerek kalmadan, finansaldiplomatik şantajlarla, satın alınmış yerel işbirlikçilerle yönlendirme) eğilimlerini, devletler arası egemenlik bağımlılık ilişkilerini, eşitsiz gelişme dinamiklerini aştı; emperyalizm tarihe karıştı diyor. Öyleyse olmayan bir şeye karşı çıkmaya çalışmak ya bir tür deliliktir ya da milliyetçiliğin müstehcenliğini örtmeye çalışan bir incir yaprağı. İkinci olasılık; emperyalizm var, Lenin’in emperyalizme ilişkin, tekelcilikten, piyasa, kaynak rekabetinden kaynaklanan, yönlendirme, denetleme, ilhak eğilimi, sömürü saptamaları; Fanon’un deyimiyle “öteki’nin ulusal mekânda iktidarı” olgusu hâlâ geçerlidir, ama bunlara karşı çıkmak müstehcendir, milliyetçilik olarak mahkum edilmelidir; bugün esas olan emperyalizme işbirliği yapmaktır, diyor. Irak ve Afganistan işgalleri bir yana, finansal krizle birlikte gerek solda, gerekse de muhafazakâr kanatta yoğunlaşan, benim de kısmen burada aktarmaya çalıştığım tartışmalar, emperyalizmin ortadan kalkmış olması bir yana “jeopolitiğin” geri geldiğine, diğer bir deyişle arazi, kaynak ve kaynaklara ulaşım yollarının, piyasa mekanizmalarının ötesinde, doğrudan denetimine verilen önemin arttığını, klasik sömürgecilik eğilimlerinin, yeni şekillenmeler sergileyerek geri gelmeye başladığını gösteriyor. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki klasik emperyalizm dönemine bakınca büyük güçlerin, yeni toprakları açmak, pazarlara, kaynaklara ulaşmak için gelişmekte olan ülkelerin, sömürgelerin topraklarında hummalı bir demiryolu yapma yarışına girmiş olduğunu Demiryolu ‘savaşları’ görüyoruz. Benzer bir durum bugün de söz konusu. ABD, “Yeni İpek Yolu” projesi adı altında Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan gibi Orta Asya ülkelerinin ulusal tren yolu ağlarını Afganistan ve İran tren yolu ağlarına bağlayacak, NATO’nun kullandığı “Kuzey Dağıtım Sistemi” demiryolu ağını genişletecek 2 bin kilometrelik yeni bir demiryolu projesi planlıyor. Çin de ulusal demiryolu ağını, Orta Asya ülkelerinin demiryolu ağlarıyla birleştirecek biçimde genişletiyor. Bu iki ülke, bölgede bir demiryolu inşa yarışına girmeye hazırlanırken Rusya’daki Moskova Stratejik Kültür Vakfı analistleri, bu iki projenin, Rusya’nın bölgedeki etkisini zayıflatmayı amaçladığını, yeni bir “demiryolu savaşı” yaratabileceğini düşünüyorlar. Moskovalı analistlere göre Çin, büyük mali kaynak gerektirecek bu projeyle Kırgızistan ve diğer Orta Asya ülkelerindeki hammadde kaynakları üzerinde önemli imtiyazlar elde etmeyi amaçlıyor. Bu analistler ABD ve Çin’in bölgede Rusya’ya karşı işbirliği yaptıklarını, Rusya’nın kendi demiryolu projelerini geliştirmeye başlaması gerektiğine inanıyorlar. (Eurasia Daily Monitor, 19/02) Times’ın eski diplomatik editörlerinden Michael Binyon’un, İngiltere’nin etkili düşünce kuruluşlarından Chatam House’ın yayımladığı World Today’in şubat sayısındaki yorumunun konusunu da dünyanın en önemli üretim merkezlerinden bir haline gelen Çin’in, mallarını Avrupa pazarlarına ulaştırmak, yeni doğal kaynaklar edinmek için “eski ipek yolunu”, demiryolu olarak canlandırmayı amaçlayan projesi Emperyalizmde Geçen Hafta oluşturuyordu. Bu “yeni ipek yolu” Tayland, Burma, Hindistan, Pakistan, İran, Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşacak. Bu bağlamda Marmaray tüneli, Rusya dışında Asya’yı Avrupa’ya bağlayan tek geçiş noktası olacağından olağanüstü stratejik önem kazanıyor. Tren yolunun geçeceği İran gibi ülkelerin siyasi gelecekleri de... Toprak, doğal kaynak kapma yarışı Neredeyse tamamen hidrokarbon tüketimine dayalı bir kapitalizmin krizinin finansal kriz döneminde, karşımızda aslında bir değil, üç kriz olduğunu çok daha iyi görebiliyoruz: Kapitalizmin yapısal (kâr oranlarına, buradan kaynaklanan kapasite fazlası talep yetersizliği sorununa ilişkin) krizi, enerji krizi, gıda ve su krizi. Yükselen güçlerle, halen egemen güçler, yeni talep kaynaklarına (piyasalara), su ve gıda havzalarına, enerji/ kıymetli mineral kaynaklarına ulaşmak için yarışıyorlar. Bu yarış, gelişmekte olan ülkelerin toprakları üzerinde yaşandığından yeni çatışma alanları, askeri müdahale olanakları üretiyor. Bu güçlerden birinin kazanımları öbürlerini kaygılandırıyor. Geçen hafta, Financial Times’ın aktardığına göre, Çin’in kendi toprakları dışında (gelişmekte olan ülkelerdeE.Y) ürettiği petrol miktarı, Kuveyt ve Birleşik Emirlik gibi OPEC üyesi ülkelerin kapasitesine ulaşmış. Bu hızlı artışın arkasında Çin şirketlerinin, 2009’dan bu yana 92 milyar dolara ulaşan yatırımları (sermaye ihracı –EY) yoluyla şirket edinimleri yatıyor. The New York Times’daki bir yorumda da yazarlar nedense, Grönland’ın Çin’e ait olmadığını anlatmaya çalışıyorlardı (20/12). Bu çabanın arkasında, önemli bir uranyum ihracatçısına dönüşme olasılığı, güneyinde kıymetli mineral yatakları, büyük gaz ve petrol rezervleri olan 57 bin nüfuslu, Danimarka’ya bağlı adaya, Çin sermayesinin, 3 bin kişilik bir Çinli uzman ve işgücüyle birlikte girmeye başlaması yatıyordu. Son olarak Der Spiegel’in kısa bir haberini aktarmak istiyorum: Spiegel, yabancı yatırımcıların, özelde ülkelerinde, genelde dünyada hızla yükselen gıda talebine paralel, “III. Dünya” ülkelerinde çok büyük çaplı tarım arazileri satın aldıklarını ya da uzun süreli olarak kiraladıklarını aktarıyordu. Spiegel’e göre, bu tarım arazileri edinimleri yerli halkın gereksinimlerini göz önüne almayan yeni bir sömürgecilik biçimini oluşturuyor. Alman medyasına değinmişken Anne Will’in ARD kanalında, 20 Şubat’ta yayımlanan mali krizle ilgili tartışma programında yaşananları aktararak bitirelim. Sol Parti’den Sahra Wagenknecht, Yunanistan’ın yaşadığı krizde, Alman bankalarının sorumluluklarını (sermaye ihracını) anımsatınca, Sosyal Demokrat Parti’den Sigmar Gabriel, “Biz o zaman bu kredileri kolaylaştırmasaydık, bugün portföyünüz beş paralık olmuştu” demiş. Sigmar Gabriel, “Hayır krize bunlar neden olmadı” demiyor, bu günkü refah düzeyinizi o sermaye ihracına borçlusunuz diyor. Bu da benim aklıma, 19. yüzyılın son çeyreğinde bir gün, Cecil Rhodes’in İngiltere’de mecliste bir konuşmasındaki “Beyler, içerde toplumsal devrim istemiyorsanız emperyalizmi kabulleneceksiniz” sözlerini getirdi... Kimi aklının istikrarını kaybetmiş tipler, “emperyalizm geride kaldı” savıyla, “işbirliği yapmak gerekir” müstehcenliği arasında çürümeye devam ededursunlar, yalnızca son bir haftanın haberleri bile kapitalizmin kendini aşmak bir yana, geriye adeta 19. yüzyılın sonunda sergilediği biçimlere dönmeye başladığını düşündürüyor. İSMMMO Başkanı Arıkan: Gelir vergisi mükellefi 2 milyona yaklaştı Ekonomi Servisi İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO) Başkanı Yahya Arıkan, mükelleflere vergi ödenmesi ya da gönüllü ödeme alışkanlığı kazandırılmasında büyük rolün meslektaşlarına düşeceğini belirtti. Arıkan, “Türkiye’de Ocak 2013 itibarıyla faal gelir vergisi mükellefi sayısı 1 milyon 765 bini geçti, faal kurumlar vergisi mükellefi sayısı ise 661 bine ulaştı” bilgisini verirken mükelleflere vergi ödeme alışkanlığı kazandırılmasında büyük rolün meslektaşlarına düşeceğini söyledi. İSMMMO Başkanı “Şubat ayının son haftası Vergi Haftası, Mart ayının ilk haftası ise Muhasebe Haftası. Gelin bu iki haftayı bütün gücümüzle beraber kutlayalım. Tüm vergisel ve muhasebesel sorunlara birlikte çözümler üretelim” ifadesini kullandı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle