19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 OCAK 2013 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Demokrasi ve İzafiyet Kuramı Bir Başka Türkiye BATI dünyasında gelenektir, yeni yıla halk yığınlarını kucaklayan görkemli müzik şölenleriyle girilir. Genellikle klasik ama çok bilinen parçalarla süslenmiş konser programlarıdır bunlar. Bizde de yerleşmeye ve gelenekleşmeye başladı bu gibi şölenler. Ama her zamanki bölünmüşlükle, Batılı ve yerli müzikler olarak. Cumartesi akşamı Devlet Opera ve Balesi’nin başkentte sunduğu şölen de elbet bunun bir istisnası olamazdı. Ne var ki anlamı ve geleceğe dönük olarak verdiği mesaj önlemliydi. ir defa, şölenin sunuluşu için seçilen yer, Ankara Ticaret Odası’nın yeni yaptırdığı Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’ydı. Büyüklüğü, ferahlığı, sahne, ses düzeni ve akustiğiyle, çağa uygun, nitelikli bir orta sınıfın artık bu ülkede de oluştuğunu göstermekteydi. Her yerde olduğu gibi sanatın gelişmesinde devlet gibi bu sınıfın da etkili olacağını kanıtlayan bir yapının seçilmesi anlamlıydı. İkincisi, klasik Batı müziğinin, şimdilik en yaygın ve popüler yapıtlarıyla bile olsa, son derece yetenekli ve seçkin bir sanatçı kadrosunun elinde olduğunu doğrulayan bir program düzenlenmişti. Orkestranın emektar ve Türkiyelileşmiş Bujor Hoinic’ce yönetilmesi nihayet bir kadirşinaslık jestiydi ve hayli yüksek sayıda yerli ve çok seçkin yetenekli şeflerimizin de bulunduğu hep bilinmekteydi. Zaten böylesine büyük bir orkestranın her zamanki düzgün icrası da bunun açık kanıtıydı. Hele Devlet Opera ve Balesi sanatçılarının başarısı: Çiğdem Önol ile Sabri Karabudak ve arkadaşları başta olmak üzere operet solo ve düetlerini söyleyenlerle bale yapıtlarını canlandıranların ortak başarıları, geleceğe güvenle bakmayı sağlayan cumhuriyet ürünleri olarak gururla alkışlandı. lbet böylesi, imam hatipli, içe dönük ve belki de örtülü bir Türkiye’nin tam tersine bir yansımaydı. Aslında, ideal cumhuriyetçi tablo bunca ikilikli olmamalıydı. Bundaki bütünleştirme, kuruluşun başlangıç yıllarında “çoksesli müzik” ve onun ilk emekçileriyle başlamıştı, ama henüz tam anlamıyla başarılmış sayılamaz. Böyle olunca, başarının eksikliği yoldan dönmek anlamına gelemeyeceğine göre, her kesimde olduğu gibi, herhalde müziği de içeren Türk sanat dünyasında yapılacak daha çok iş var demektir. Bir Uydu Töreni Gelişmek için değişim şart ama her değişim, her yenilik, gelişim/çağdaşlık değil. Her bolluk refah, her varlık mutluluk yaratmadığı gibi. Son günlerde medyada bu tür soru(n)ların hararetle tartışıldığı programlar var. Sorular geçerli de yanıtlar umulduğunca, beklendiğince geçerli değil. Demokrasimizi, “varyok”, “dırdeğildir” ikileminden kurtaramıyor; kurtarmaya çalışanları ya izlemiyor ya da pek ciddiye almıyoruz. K Bozkurt Güvenç amu hayatında ve yönetimindeki doğruyanlış, iyikötü, güzelçirkin ikilemlerinden, kısaca “varyok” ya da “akkara” yargılarından kurtulmaya çalışıyoruz. Zaman boyutuna yer vermeyen biçimsel (suri) mantıkta her önerme ya doğrudur ya yanlış, üçüncü şık olanağı yoktur. Akli bilimlerin öncüsü matematik ve geometri kuramları ve onlara dayalı işlemler ya doğrudur ya yanlış. Oysa zamanla değişen hayatta, gelişen bilim ve felsefede, eleştiren sanatta önermeler, hem doğru hem yanlış; hatta bazen doğru da yanlış da olabilir. İrlandalı Harold Pinter, “Her doğruda yanlışlar, her yanlışta doğrular var” önermesiyle bu gerçeği dile getirmiş, 2005 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştı. Hukukun üstünlüğüne dayalı Cumhuriyetimizde demokrasi var mı yok mu? Daha çok, var diyenlerle yok diyenlerin hesaplaşmasıkutuplaşması var. Gerçek demokrasilerde şöyle, bizde böyle. Onlarda var; bizde yok, ya da eksik. Neden? ulaştığı” gözlemiyle, izafiyet kuramının geçerliğini doğruluyor. Demokrasi, özgürlük, özerklik, hakhukuk, adalet ve laiklik gibi yaygın tartışma konularında, varyok döngüsünden çıkış yolu lojistik (N) sorulardır: Neden, niçin, ne zamannerede, ne kadar, nasıl? İzafiyet kuramı, sağlıklı düşünceye bir zaman/değişim boyutu, nedensonuçamaç ilişkilerine üçüncü bir “oluş” şıkkı kazandırdı. Diyalektik mantık, varyok yerine “oluş” diyor: Oluş mantığında kimi varlar yok olurken, kimi yoklar var olabiliyor. Modern sonrası evrede her neden bir sonuç, her sonuç bir neden oldu. Bu yaklaşımda, neden sonuç ilişkisi yok; nedenlerle sonuçların karşılıklı/ortak ilişkileri var. Tek bir demokrasi kavramı yerine, zamanmekânda değişmekte olan demokrasiler vardır. Öyleyse ülkemizde demokrasi var/yok tartışması yerine, sanırım, “Demokrasimiz nerede, ne oluyor? Nereden nereye, nasıl gidiyor” sorularını sormamız gerekiyor. B eler oluyor? Türkiye nereye gidiyor? Gelişmek için değişim şart ama her değişim, her yenilik, gelişim/çağdaşlık değil. Her bolluk refah, her varlık mutluluk yaratmadığı gibi. Son günlerde medyada bu tür soru(n)ların hararetle tartışıldığı programlar var. Sorular geçerli de yanıtlar umulduğunca, beklendiğince geçerli değil. Demokrasimizi, “varyok”, “dırdeğildir” ikileminden kurtaramıyor; kurtarmaya çalışanları ya izlemiyor ya da pek ciddiye almıyoruz. Yıllar önce, “Demokrasi yalnız halkın istediklerini yapmak değil, istemesi gereken değerleri halka kazan N göreceliği Değer yargılarının E Kişiye, kuruma ve bakış açısına göre değişen bir dizi neden sayılabilir. Erol Manisalı, Einstein’ın izafiyet kuramı her alanda geçerlidir gözlemiyle başladığı bir yazısında, “demokrasi ancak örgütlenmiş toplumlarda işlerlik kazanabilir” yargısına varıyor (Cumhuriyet, 17 Kasım). Kuşkusuz doğru ama ilişkiyi tersinden okursak, örgütlerin demokrasiyle işlerlik kazandığı yanlış mı? Manisalı, “Demokrasinin en örgütlü toplumlarda en üst düzeye dırma sürecidir” uyarısını yapan Cevat M. Altar’ı hatırlamıyoruz. Programlar, heyecanlı oluyor ama beklenen, umulan hedeflere ulaşamıyor. İkili üçlü taraflar uzlaşamıyor, fikir çatışmalarından sağlıklı çözümler çıkmıyor. Profesör Manisalı da benzer bir sonuca varıyor: “Doğru, toplumsal olaylarda ‘nispilik’ vardır ama fen bilimlerine hiç benzemez. Aynen şirketlerdeki yüzde 51’i ele geçirenin mutlak üstünlüğü elde etmesi gibi.” Ne ki demokrasi kuramının işlerlikgeçerlik şartı, çoğunluğun mutlak gücü değil, muhalefetin ve azınlıkların hak ve dileklerinin meşruluğudur. 51’in gücü, 49’la kısıtlıdır. Gelecek seçimde değilse bile er geç el değiştirirler. Kamu yönetimi ile iş yönetimi arasındaki etik fark sanırım buradadır. Çözüm, izafiyet kuramı yanında, toplumun eğitimbilinç düzeyinde görünüyor. Toplumlar, talep ettiklerinden daha ileri düzeyde bir demokrasiye kavuşamıyor. Konular, dönüp dolaşıyor, Nasıl bir eğitim reformu (1) sorusuna dayanıyor. En gelişmiş demokrasilerde bile çözüm yasalardan önce eğitim sürecinde aranıyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim danışmanı John Dewey’in ünlü Demokrasi ve Eğitim denemesi yüzyıl önce yayımlanmıştı (2). Dewey’in yaparak, yaşayarak öğrenme: “Her işyerinde bir okul; her okulda bir işyeri” ve “Siyaset üstü (düzeyde) eğitimöğretim felsefesi/ politikası” önerileri geçerliğini koruyor. Okuyup yazmayı öğrendik ama neleri, nice okuyoruz? Dewey’i bulup çağırdık, danışıp uyguladık ama eğitimde fırsat eşitliği ilkesini unuttuk (3). Daha temelde, sözlü kültürden yazılı kültüre, “AB mi ABD mi?” ikilemini aşıp ABC düzlüğüne çıkabildik mi? Notlar 1) Nasl Bir Eğitim Reformu? için bkz “http://www.bozkurtguvenc/”www.bozkurtguvenc.info. 2) John Dewey, Demokrasi ve Eğitim, 1916, Deneyim ve Eğitim 1936. 3) John Dewey. Türk Maarifi Hakkında Rapor. MEB 1989 (1925). G Selçuk EREZ TYÖK Yasa Taslağı’nın Eleştirisi Üniversitede karar alma yetkisi katılıma açık kurullara, bu kararları yürütme yetkisi ise seçilmiş görevlilere verilmelidir. Yeni üniversiteler yasası, oldubittiye getirilmeden, tüm üniversite bileşenlerinin ve eğitim örgütlerinin katkılarıyla biçimlenmelidir. Prof. Dr. Nevzat Kavcar DEÜ Buca Eğitim Fakültesi Yükseköğretim (YÖK) Yasası 1981’den bu yana üniversitelerimizin üzerine bir karabasan gibi çökmüş durumda. Süreç içinde 2547 sayılı yasanın birçok maddesi değiştirilmiş olmakla birlikte, yasanın üniversiteler üzerindeki baskıcı havası kırılamamıştır. Bunca yıldır tüm siyasiler, seçim bildirgelerinde bu yasayı kaldırma sözü vermiş olsalar da iktidarlarının ilerleyen yıllarında YÖK’ü değiştirmeye ya da kaldırmaya yanaşmamışlar, tam tersine, bu olumsuzlukları bir fırsata dönüştürüp kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmemişlerdir. 2012 yılının son aylarında YÖK’ün web sitesinde yeni bir yasa taslağı yayımlandı ve görünüşe göre de ilgili tarafların görüşleri alınmak üzere tartışmaya açıldı. Yeni taslakta YÖK adı TYÖK’e (Türkiye Yükseköğretim Kurumu) dönüşüyor. TYÖK’ün oluşumunda temel yaklaşım değişmiyor; TYÖK üyelerinin eskiden olduğu gibi cumhurbaşkanı, hükümet, TBMM ile YÖK’ün belirlediği üyelerden oluşması öngörülüyor. Taslağa göre, devlet üniversitelerinden belirli koşulları taşıyanlar konsey üniversitesi oluyor. Mütevelli işlevi üstlenen üniversite konseyleri de bir kısmı ilgili üniversitenin seçeceği, çoğunluğu ise hükümetin ve YÖK’ün önereceği üyelerden oluşuyor. Böylece konsey yapılanması aracılığıyla üniversitelerde ikinci bir YÖK oluşturuluyor. Akademik özgürlük, özerklik ve demokratik katılım ilkeleri açılarından TYÖK Yasa Taslağı’nın yapısını daha iyi anlayabilmek ve değerlendirebilmek amacıyla, ülkemizde gerçekleştirilen üniversite yasası değişikliklerine göz atmak yararlı olacaktır. Cumhuriyetten günümüze üç önemli üniversite reformu yapılmıştır. Bu reformların ilki 1933, ikincisi 1946 ve üçüncüsü 1981 reformudur. 1933 ve 1981’de üniversite yöneticileri atama yolu ile getirilirken, 1946’da seçim yolu benimsenmiştir. 1933 reformu kişilerin, 1946 reformu kurulların, 1981 reformu ise Yükseköğretim Kurulu yanında üniversite içinde kişilerin etkin olduğu bir yönetim biçimi getirmiştir. 4936 sayılı yasa (1946 Üniversite Yasası) ile üniversitelere özerklik verilmiş ve rektörlerle dekanların seçimle gelmeleri ilkesi getirilmiştir. Karar yetkileri de makamlardan kurullara kaydırılmıştır. TYÖK Yasa Tasarısı’nda temel ilkeler olarak akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, saydamlık, hesap verebilirlik, katılımcılık, rekabet ve kalite sıralanmış olmakla birlikte, tasarının tümü incelendiğinde bu ilkelerden ne anlaşıldığı belli değildir. Öğretim elemanlarının rektör ve dekan seçme hakkı ellerinden alınmıştır; üniversite yönetimleri siyasallaştırılmaktadır. Üniversiteler özerk ve demokratik bir yapıda olmalı, bu yolla eğitim ve bilimsel araştırmada daha nitelikli konuma gelmelidirler. Özerklik, yükseköğretim kurumlarının kendi bilimsel, yönetimsel ve bütçeleme işleyişine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çalışmalarda kendi politikalarını oluştururken kurum dışı tüm güçler karşısındaki bağımsızlıkları anlamındadır. Bilim üretmenin temel koşulu ve güvencesi özerkliktir. Başka bir gücün egemenliği altında özgür bilim yapılmayacağından üniversitede özerklik bir önkoşul işlevi taşımaktadır. Akademik özgürlük kavramının genel kabul gören tanımı, Dünya Üniversiteler Birliği’nce 1965’te yayımlanan Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği ve Akademik Özgürlük Üzerine Lima Bildirgesi’nde yer almaktadır. Akademik özgürlük, akademik topluluk üyelerinin araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, öğretme, anlatma ve yazma yoluyla bireysel ya da birlikte bilgi edinmeleri, geliştirmeleri ve iletmelerinde özgür olmaları anlamına gelmektedir.  TYÖK Yasa Taslağı’na göre, bir mütevelli organı olan konsey, üniversitenin tüm birimlerinin yönetimini ve akademisyenlerin atanmalarını belirleme yanında, her açıdan üniversiteyi denetim altında tutacaktır. Konsey yapılanması üniversitelerde ikinci basamak YÖK kurumu işlevi görecek, üniversiteler siyasal etkilenmelere daha açık konuma geleceklerdir. Sonuç olarak, TYÖK Yasa Tasarısı, dayandığı temel yaklaşımla uyumlu biçimde, yükseköğretimde akademik özgürlük ve kurumsal özerklik bağlamında bir kazanım getirmediği gibi, eldekileri de yok edecek bir yapı sergilemektedir. Bu açıdan olumlu bir yanı bulunmamaktadır; yükseköğretimi daha da geri konuma taşıyacağı çok açıktır. 21. yüzyılda Türkiye yükseköğretim alanında böyle bir yasayı hak etmemektedir. Öneri olarak; YÖK’ün işlevini üstlenecek üst kurul ile üniversiteler kurumsal açıdan özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır. Üst kurul, rektör, dekan, bölüm başkanı gibi tüm yönetim ve denetim organlarının seçilme süreçleri demokratik, katılımcı olmalı; atama yolu tümüyle kapatılmalıdır. Üniversitenin rektör ve dekanları ile yönetim ve akademik organları üniversitenin tüm bileşenlerinin temsilcileriyle yapılacak seçimlerle belirlenmeli, seçim süreci kurum içinde tamamlanmalıdır. Rektör dört yıllık süre için, üniversitenin fen ve mühendislik, sağlık, sosyal bilimler olmak üzere üç alanından dönüşümlü olarak seçilmelidir. YÖK’ün yerini de üniversiteler arasındaki eşgüdümü sağlayacak üst kurul olarak Rektörler Komitesi almalı, kurulun başkan ve yürütme kurulunu doğrudan bu komite seçmelidir. Rektörler Komitesi, hem Üniversitelerarası Kurul’un akademik işlevini hem de YÖK’ün yönetsel işlevini üstlenmelidir. 4936 ve 1750 sayılı yasalar bu konularda yol gösterici olabilir. Üniversitede karar alma yetkisi katılıma açık kurullara, bu kararları yürütme yetkisi ise seçilmiş görevlilere verilmelidir. Yeni üniversiteler yasası, oldubittiye getirilmeden, tüm üniversite bileşenlerinin ve eğitim örgütlerinin katkılarıyla biçimlenmelidir. eçenlerde Ankara’da Çinlilerin Göktürk uydumuzu fırlatışlarını izleme töreni düzenlendi. Başbakan, bu tören sırasında gösteri düzenleyerek demokrasi isteklerini dile getiren öğrencilere günlerce kızdı; bir konuşmasında, “Uydumuz uzaya gönderilip tarihi bir an gerçekleştirilirken şiddete dayalı protesto eylemi tam on gündür gündemimizi meşgul ediyor. Göktürk ilk gün canlı yayında verildi, ikinci gün es geçildi!” dedi. Bizce haklıdır: Bu uyduyu ODTÜ tartışmaları nedeniyle yeterince irdeleyemedik. Şimdi bunu yapalım. Ne işe yaradığıyla başlayalım: Fırlatılış töreninde yetkililer, “donanımının yüzde 80’inin yerli olduğunu, Silahlı Kuvvetler için keşif ve gözetleme sağlayacağını, orman yangınlarını ve kaçak yapıları vb. izleyeceğini” açıkladılar. Göktürk’ün nerede bulunduğu her an internetle izlenilebilmektedir. İzlediği yol bellidir; genellikle okyanuslar, Kutup, Afrika ülkeleri üstünden geçmekte, Ankara’ya da belli aralıklarla yaklaşmaktadır. Dron aygıtları gibi düşmanı izlememekte, düşman ancak rastlantı olarak uydunun üstünden geçtiği okyanusta ya da kara parçalarında dolaşıyorsa onu görebilmektedir. Küçük bir araştırma, uydunun bir İtalyanFransız şirketi olan Telespazio’ya 325 milyon dolara ısmarlandığını, Çin’e de fırlatılması için 20 milyon dolar ödendiğini ortaya koymuştur. Öyleyse sormalıyız: Askeri izlemeleri, orman yangınlarını ve kaçak yapılaşmaları daha ucuza izleyemez miydik? 2011’de Nijerya da böyle bir uydu fırlattığında Nijeryalı bir gazeteci, Teslim Oyentuji ülkesinin cumhurbaşkanının bu olayı, “Ulusal sorunlarımızın uzay teknolojisi ile çözümünde bir aşama” olarak tanımlamasını kınayarak, temel sosyal ve ekonomik sorunlarını çözümleyemeyen ülkesinde uzay teknolojisinden söz açılmasını eleştirmiştir. H. Chavez’in aday olduğu cumhurbaşkanlığı seçiminden az önce Çin’e bir Venezülla uydusu attırdığını anımsayalım: Atılışı televizyonlarla izletilen bu uydunun uyuşturucu kaçakçılarını ve su baskınlarını göstereceği söylenmişti. Chavez’in uydusu da “Bunca masraf şart mıydı?” denerek eleştirilmişti. Öyleyse, “Göktürk için bunca masrafı göze almamızın, askeri gözleme, kaçak inşaat ve yangın izleme dışında başka gerekçeleri mi de var” diye sormalıyız. İtalyanFransız firmasına, Çin’e, ayrıca gözleme sistemi satan G. Kore’ye bu kadar para ödeyip “çoğunu biz yaptık” demek, bir sürü Afrikalı, Asyalı yabancıyı milli takımımıza alıp olimpiyatlarda bunlar aracılığıyla madalya kazanmaya çalışmamızı da çağrıştırmıyor mu? Sanattan, Müzikten Yoksun Bir Eğitim… T Erdal ATICI oplumların çağdaş uygarlık yolunda geri kalmalarının temelinde toplumsal ve eğitimsel hastalıklar yatmaktadır. Bu geçmişte böyleydi, bugün de hiç değişmedi. Türk uygarlığını çağdaş uygarlıkların üstüne çıkarmak için olağanüstü devrimler gerçekleştiren Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin devrimci kadrosu, çağdaş eğitimi taviz verilmeyecek devrim ilkelerinden biri saymıştı. Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip, Saffet Arıkan, Hasan Âli Yücel gibi devrimci Milli Eğitim bakanları, çağdaş eğitimi gerçekleştirmek için savaşım verdiler. Laik, bilimsel, parasız ve karma eğitimi, on beşyirmi yıl gibi, insanlık tarihi içinde çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde uygulamaya koydular… Çağdaş eğitime karşı olanlar, 1946’ya kadar herhangi bir yıkıcı saldırıya cesaret edemediler. Çünkü attıkları her adımda karşılarında o devrimci kadroları buldular. 1937’de karma eğitimi istemeyen kimi milletvekillerinin, TBMM’de Saffet Arıkan’dan okullarda kız ve erkek çocuklarını ayırarak okutmasını istemeleri üzerine, Arıkan; “...Bu bir devrim ilkesidir, yanıt vermeye bile değmez”, diyerek çağdaş eğitimden ödün verilemeyeceğini çok açık bir dille ortaya koymuştu. Ne yazık ki bugün, o devrimci kadroların kemikleri sızlamaktadır. Çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle topluma dinselleştirilmiş ve paralı hale getirilmiş, sanattan, şiirden, öyküden, romandan, müzikten yoksun, medrese eğitimine yakın bir eğitim dizgesi dayatılmaktadır. Bu dizgede sanatın, edebiyatın, müziğin, resmin yeri yoktur. Bu dizgede Darwin, Ömer Hayyam, Hallacı Mansur, Yunus Emre, Şeyh Bedrettin, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Fazıl Say sakıncalıdır. Yasalarımıza göre, çağdaş eğitim almak, herkesin en temel haklarından biridir. Bu hak uluslararası yasalarla da güvence altına alınmıştır. O halde hepimize düşen görev bize dayatılan bu eğitimi yüksek sesle sorgulamaktır. Dünyanın ve ülkemizin en önemli bilim insanlarını, yazarlarını, şairlerini okutmayan, kendi dilinin bilincine erdirmeyen, müzik, resim, sanat, edebiyat sevgisi vermeyen, dinsel ağırlıklı bir eğitim, çağdaş bir eğitim sayılabilir mi?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle