23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 AĞUSTOS 2012 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ortadoğu’da Yeni Kürt Siyaseti ve Türkiye’nin Tavrı Kuşkulu Büyük Suçlar! “Kuvvetli suç şüphesi...” Bu da yeni bir icat! ‘Şüphe’nin sözlük anlamı kuşku!... ‘Kuşku’nunsa şöyle: “Bir şeyle, bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu tam olarak bilememekten, kestirememekten doğan kararsızlık. Güvensizlik duygusu, güvensizlikten doğan uyanıklık, zihnin bir şey için var ya da yok demeyip duraksaması, başkalarının iyi niyet ve amaçlarını kötüye yorarak işkillenme duygusu, içinde kuşkusu bulunmak.” ??? Şöyle yapacaklar, böyle edecekler, ortalığı karıştıracaklar, bir darbe hazırlıyorlar!.. Durup dururken kimi kişiler korkularını gerçekmiş gibi gündeme getirirler! Güvensizlikten doğan bir duygudur. Bir kez insanın kafasına takıldı mı kolay kolay silinmez. İstediğin kadar “yok öyle bir şey” deyip dur, karşındaki şüphelendiği bir konuşmayı, bir yazıyı kendi içinde korku dalgası yaratır. Sonra bunu çevresine yayar, benimsetir! Şüphe, kuşkuya dönüşür, kuşku da korkuya! Korku geldi mi gitmek bilmez! İçinde yaşadığımız acının acısı soruşturmalar, tutuklamalar, sorgulara çekilmeler, bir gerçeğin var oluşundan çok, bazı kuşkucuların yalan yanlış şüphelerinin sonucudur. Bir suç varsa, kanıtlanmalıdır. Tanıklarla, belgelerle... Adalet önünde incelenmeli, doğrusu yanlışı aydınlığa çıkarılmalıdır. ??? Binlerce insanımız kuşkuların kurbanı oldu, oluyor, olacak! Birini yermek, kötülemek mi istiyorsun, ortaya atarsın “bunlar terörist, bunlar hain, bunlar bize karşı” diye... Büyüdükçe büyür bu kuşku, suç yoksa bile suç yaratır. Nice insanımız bu yolla türlü acılara itilmiştir, itilmektedir... “Büyük şüphe var bu adamın üstünde” denildi mi, yok yere bir suçluluk çekişmesi başlar! Yıllardır binlerce insanımızın yaşadığı bir trajedi!.. Adalette kuşkunun, şüphenin yeri yok! Ama tek adam yönetimlerinde oluyor. Bizdeki gibi... Cumhuriyet: 9 Temmuz 2012 Bozkurt GÜVENÇ arih 9 Temmuz 2012; ABD’nin Bağımsızlık, Fransa’nın Ulusal Günleri arasında, Türkiye’de sıcak, sanki sıradan bir yaz günü gibi başlıyordu. Cumhuriyet’e hızlıca bir göz atınca, bu sayının “Cumhuriyet arşivi”ne, ileride Türkiye’nin 2012 yılını yazacak araştırmacalara özel bir belge olacağını fark ettim, gazetemizin genç okurlarına bir tarih notu sunmak istedim. Türkiye artık yeni bir Kürt siyaseti üretmek zorundadır. Bu yazı kapsamında Kürtlerden hep bir nesne olarak bahsedildiği dikkat çekmiş olmalı. İşte Türkiye tam da Kürtlerin bir nesne ve istikrarsızlık unsuru olarak gösterilmesi ve belli çıkarlar dahilinde seferber edilmesinin önüne geçerek onların insan olmaktan kaynaklı haklarının kullanılması konusunda her türlü çabayı ve özveriyi sergilemelidir. Ali Haydar FIRAT rtadoğu’da Kürtlerin siyaseti; öncelikle yaşadıkları devletler bünyesinde kendi bölgelerinde özgür ve özerk olma isteğidir. İçinde yaşadıkları devletlerin siyaseti ise bu istemleri engellemektir. Bu denli yoğun bir nüfusun devlet olma isteği de hep olmuş; ama bu tarihin akışına bırakılmıştır. Kürtlerin ulus olma çabaları ve bunun sonrasında gelişen isyanlar hep büyük trajedilere neden olmuş ve bu çabalar ertelenmiştir. Kürtler özelinde ulus devlet öncesi ve sonrası farklı siyasetler olmuştur. Ulus devlet öncesinde Kürtler, mirlik ve beylik düzeninde görece özerk statüde, bağlı bulundukları imparatorluklar dahilinde yaşamışlardır. Ancak Kürt düşününde ve onun en temel taşıyıcısı olan edebiyat ve sözlü kültür enstrümanlarında hep bir Kürdistan hayali kurulmuştur. Ancak ulus fikrinin gelişimi ve ortaya çıkışı Kürtlerin devlet fikrini sistematize etmelerine neden olmuştur. Bu kapsamda aslında ulus olma serüveninin yolu izlenmişse de dünya ve bölge şartları bu hayalin gerçekleşmesine izin vermemiştir. O İsyanlar birlikte bastırıldı Arap, Fars ve Türk etnisitelerinin erken devlet pratiği ve geleneği Kürtler için büyük dezavantajlar yaratmıştır. 20. yüzyılda bu üç etnisitenin ve kurdukları devletlerin temel Kürt siyaset pratiği, Kürtlerin isyanlarını, ayrı devlet istemlerini ve daha çok Kürt olmalarından kaynaklı haklarının kullanılması taleplerini engellemek ve bastırmak olmuştur. Öyle ki Türkiye, İran, Irak ve Suriye farklı politik angajmanlara sahip olsalar da Kürtler konusunda hep ortak hareket etmişlerdir. İsyanlar birlikte bastırılmış ve hatta bunun için toprak değişimleri yapılmış, ulusal, bölgesel ve uluslararası alanda bu devletler Kürtler konusunda hep ortak hareket etmişlerdir. Ancak emperyal ve kolonyal siyasetler Kürtleri bu devletlere karşı sürekli bir biçimde istikrarsızlık unsuru olarak kullanmış ve Kürtler de bu gerçeği ya algılayamamış ya da kendi çıkarları için bu sürecin içinde yer almışlardır. Ortadoğu’da Kürtlere ilişkin izlenen bölgesel ve uluslararası siyasette iki büyük kırılma anı vardır. Bunların ilki Körfez Savaşı; ikincisi ise Suriye’de bugün yaşanan süreçtir. I. ve II. Körfez Savaşı ve emperyal müdahale Irak özelinde Kürtlerin otonom bir statü kazanmalarına neden olmuştur. Bu durum aynı zamanda Kürt siyaseti konusundaki 4’lü doğal (Türkiye, İran, Suriye ve Irak) ittifakı parçalamıştır. Arap Baharı ile başlayan ve Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin politikasının değişmesiyle farklı bir alana kanalize olan bu yeni süreçte, Kürtler Suriye’de de özerk bir konum elde etmeyi başardılar. Bu elbette ki hâlâ belirsiz ve ucu açık bir süreçtir. Ancak Kürt dinamiğinin güçlenmesi ve aktör olması noktasında önemli bir aşamadır ve elbette ki Kürt siyaseti konusundaki doğal dörtlüden Suriye’nin de çekilmesi anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla bugün Kürtler konusunda İran ve Türkiye’nin nasıl davranacağına bakmak gerekmektedir. İran ve Türkiye, Kürtler konusunda sürekli birlikte davranmış iki ülkedir. Ancak İran için Suriye kendi devleti için bir çeperdir. Türkiye’nin Suriye politikası İran’ı yeni bir oyun kurmaya itmektedir. Şimdi tarihsel bir andayız. Ortadoğu’da yeni bir denklem kurulmaktadır. Suriye’nin Kürt kentlerinden çekilmesinin, İran’ın da (ve Rusya ile Çin’in de) olumlu baktığı bir taktik olduğuna kuşku yok. Bütün bu yaşananlara karşı Türkiye’nin tavrı geleneksel politikasını sürdürmek olmuştur. Yani çevresinde meydana gelebilecek yeni bir Kürt özerk bölgesine karşı mücadele etmek. Türkiye’nin geleneksel korku siyasetini sürdürmesi, aslında yanı başında ve kendi içindeki Kürt gerçekliğini hâlâ yeterli ölçüde kavrayamadığını göstermektedir. Türkiye’nin klasik ulusdevlet pratiğinin ötesinde oldukça Ortodoks bir tavır sergilemesi birlikte yaşadığı Kürtler açısından büyük vahamet taşımaktadır. Kendi toplumunda ister istemez yaratacağı “Kürt fobisi” (ki bu konuda epey mesafe alınmış gözükmektedir) en nihayetinde kendi içindeki bütünselliğe ve ortak yaşam iradesine darbe vuracaktır. T Yeni bir Kürt siyaseti Türkiye artık yeni bir Kürt siyaseti üretmek zorundadır. Bu yazı kapsamında Kürtlerden hep bir nesne olarak bahsedildiği dikkat çekmiş olmalı. İşte Türkiye tam da Kürtlerin bir nesne ve istikrarsızlık unsuru olarak gösterilmesi ve belli çıkarlar dahilinde seferber edilmesinin önüne geçerek onların insan olmaktan kaynaklı haklarının kullanılması konusunda her türlü çabayı ve özveriyi sergilemelidir. Bu coğrafyada bunu yapacak en demokratik algı ve anlayış Türkiye’de bulunmaktadır. Atılacak ilk adım hem çok basit hem de tarihsel önemde bir adımdır: “Kürtler insandır, halktır ve başka insanların ve halkların haklarına sahiptir” anlayışını egemen kılmak. Yani Kürtleri kendi eşiti kabul edecek ve bunu anlatacak yeni bir siyaset. Türkiye bu adımı atarsa önce kendi Kürtlerini kazanır, sonra yakın coğrafyasındaki Kürtleri. Eğer bu adımı atmaz ve geleneksel tavrını sürdürürse; hem kendi Kürtlerini hem de yakın coğrafyasındaki Kürtleri kaybeder. Tarihsel bir anekdot: 1989 yılında SHP bir “Kürt Raporu” hazırlamış ve o raporu hazırlayan bütün aktörler siyaseten tasfiye edilmişti. İşte o rapordaki önerilerden biri de “Kürtçe yayın serbest bırakılsın” idi. O zaman kıyamet kopmuştu. O kıyameti koparan devlet aklı, 2007 yılında Kürtçe yayını kendi yapmaya başlamıştı. Ama bir hükmü kalmamıştı. Sözün özü; büyük devlet olmak öngörü ve cesaret sahibi olmaktır. Eğer tarihsel denklemleri değiştirmek istiyorsanız korkarak ve korkutarak yol alamazsınız. Zira her şey olacağına varır. Olaylar ve Görüşler sayfasında Mümtaz Soysal, “İki Akıl” yazısında günümüzün akıl dışı zıtlıkları üzerinde duruyor. CHP kurultayı öncesinde demokrasinin geleceğini inceleyen SODEV Onursal Başkanı Ercan Karakaş, “Özetle, sosyal demokrasi, dünyanın, ülkemizin ve insanlığın geleceğidir” diyor. “Gizli tanık sorunu”na eğilen Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu, sanığın, gizli tanığı sorgulama hakkı üzerinde duruyor. Mahmut Yağmur, “nas”lardan kurtulma sürecinde, yüce yargıç tarihin İsmail Hakkı Tonguç kararını açıklıyor. Erdal Atabek ise “2000’li Yıllar” köşesinde Orhan Karaveli’nin “Atatürk Cumhuriyeti bana emanet etti” sözlerini yorumluyor: özet olarak “Laik Cumhuriyet” diyordu. Hemen ardından Polis Akademisi başkanlığına atanan Prof. Remzi Fındıklı’ nın ‘Laik Cumhuriyet’e korku salan Hasılı Kelam (2011) eserinin gecikmiş eleştirisi geliyor. Bilim ve Siyaset köşesinde Orhan Bursalı, “Bilime Evet, Evrime Hayır” görüşünün “garabeti” üzerinde duruyor. “Evrime hayır” diyen bir ulusal politika, bilim ve teknolojiden nasıl medet umabilir? Nitekim, Index Grup CEO’su Erol Bilecik açıklıyor: “Teknolojide tren kaçtı.” ParaMetaPara’da Mustafa Sönmez, ilk 5 ayda 2 milyar dolarlık altın ithal eden Türkiye’nin, İran’a 4 milyar dolarlık altın ihraç ettiğini yazıyor. Bakandan açıklama bekliyor. “Ankara Pazarı”nda Yakup Kepenek, sanki Ercan Karakaş’ın bıraktığı yerden sesleniyor CHP Kurultayı’na: “AKP tıkandı; çağdaş Türkiye çağrısı yapın.” AKP’nin benzeri görülmemiş büyüme politikası nedennasıl tıkandı sorusunu Ergin Yıldızoğlu, uluslararası göstergelere dayanarak yanıtlıyor: “Bu Kapitalizm Bu Krizden Çıkamaz!” Çünkü krizden çıkmak için, mali oligarşinin eline geçirdiği kapitalizmde kökten reformlar yapmak gerekir. Bu yapılamadığı için krizden çıkılamaz. Osman Ulagay da hatırlarsanız, son “Türkiye Kime Kalacak?” incelemesinden önce, aynı karamsar yargıya varmış ve köşe yazılarına ara vermişti. Özel ve yoğun bir gündem Sorun ve sonuç Ülkemizin 9 Temmuz gündemini dipten belirleyen çarpıcı gözlem ve yorumlar böyleydi. Ekonomipolitikaya aklım ve gücüm yetmediği için, sadece Prof. Dr. Remzi Fındıklı’nın Hasılı Kelam (‘Sözün Özü’) eseri üzerinde duruyorum. Akademik özgürlüğe ve özerkliğe inandığım için bu görüşün sansür edilmesine karşıyım. Prof. Dr. Ziyaeddin Fındıkoğlu’nun sosyal bilimlere, Celal Üster’in Sözün Özü derlemesiyle düşünce dünyasına bakışı kadar meşrudur; basımına, yayımına hatta okutulmasına diyeceğim olamaz. Ne var ki “Laik insan dinsiz, dengesiz ve densiz insandır; bal arıdan kavga karıdan olur” (vd, bkz. Mine Kırıkkanat, 10 Temmuz); Peyami Safa’nın “Türk İnkılabı kitapsız, aydınları Allahsızdır” görüşüne sahip çıkan Prof. Dr. Remzi Fındıklı’nın, başkan olarak Polis Akademi camiasına göstereceği “doğru (!) yol,” Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlığı ve geleceği açısından çok sakıncalı görünüyor. Bu inançla yetişen polisin kadına karşı öfkeli şiddeti nasıl önlenebilir? Atamada yanılan yürütme, hatasını düzeltmekle sorumludur. Konfüçyus, “Yanlışlardan dönmekten korkma” diyor. “Kapını yanlışlara kapatırsan, doğru da giremez içeri” diye uyarıyor Tagore. Demokrat muhafazakârların sözcüsü Churchill özetliyor: “Herkes yanılır, akıllılar ders alır.” Hatırlatmak görevimiz olsun. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle