22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 AĞUSTOS 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Hiroşima’da Bir Türk Barış Heykeli Olimpik Ölçülüşler ANTİK Yunan’dan beri birçok yarışmanın ölçme yeri olan olimpiyatlarda herkes layığını bulur: Sporun anası ve temeli olan atletizmden devletle toplumun planlama yeteneğine kadar her alanda arena gitgide büyümekte ve yarışma çeşitleri çoğalmaktadır. Ulusal hesaplar da. Etkinliklerin yüklediği masrafın ve getireceği kazancın büyüklüğü doğru dürüst yönetilen bir devlet ve sağlıklı bir toplum yapısı gerektiriyor. Yoksa her şeyin yüze göze bulaştırılması işten değildir. Yarışma spor alanındaymış gibi görünse de devlet ve toplum dünyanın gözü önünde sınavdadır. ürkiye’nin bu olimpiyatlara katılım derecesi ve özellikle kadın sporcu sayısı başlangıçta hayli yaygın bir iyimserlik ve abartılı bir beklenti havası yaratmıştı. Zaman geçtikçe bunların yerini aynı ölçüde geniş bir kötümserlik ve hayal kırıklığı aldı: Neredeyse bir hafta geçti, bir tek bronz madalya bile yok ve sorular yığınla. Acaba katılım ölçüsü fazla geniş tutulup yerli dereceler de cömertçe mi verilmişti? Gerçi güreş gibi ülkenin daha şanslı sayıldığı branşlara henüz sıra gelmemişti, yahut onlarda da pek parlak bir tablo öngörülmüyordu. Gurur alanı sayılan kadın takım oyunlarında da beklenenler olmamıştı. Peki, böyle bir tablo yeniden bir çöküntü ve kendini suçlama havasına girmeye mi yol açmalı, yoksa bundan da alınabilecek dersleri alıp geleceğe güvenle bakmanın çareleri mi aranmalı? Örneğin kadın voleybol ve basketbol takımlarının olimpik katılım hakkı kazanmış olmaları, şimdiki yenilgilere üzülmek ve kahrolmak yerine, aynı yoldaki çabalara daha da önem ve ağırlık vermeyi gerektirmez mi? Hâlâ mahalle baskısının yer yer egemen olduğu ve çocukların imam okullarına tıkıştırılmaya çalışıldığı bir dönemde bile kızlarını olimpiyatlara katılma mertebesine getirebilmiş bir toplumla geleceğin aydınlık yönetim dönemlerinde kim bilir neler yapılmaz? lup bitenler, daha doğrusu ne yazık ki olup da bitmeyenler, insanlarımıza Cumhuriyeti kuranların çizdiği yolda inançla ilerleme azmini vermeyip de büsbütün umutsuzluğa mı sürüklemelidir? Tam tersine, olimpiyatların havası kaybolmadan aynı hava, ramazan bitiminden geci yok, ders yılı başlar başlamaz atletizm ve sportif oyunlar konusunda okul programlarını geliştirme kampanyası açmak gibi bir hayra vesile olsa fena mı olur? Çernobil’deki nükleer patlamanın Hiroşima’ya atılan bombanın 400 katı tahrip gücünde olduğu da düşünürsek, nükleer çılgınlığımızın büyüklüğü anlaşılır. Acaba, din kitaplarında sözü edilen kıyameti, sonunda nükleer felaket biçiminde insan eliyle mi yaratacağız? Prof.Dr. Rona AYBAY 39 Eylülü’nde Avrupa’da başlayan ama, sadece Avrupa’da değil dünyanın başka yörelerinde de milyonlarca insanın yaşamını söndüren, evleri barkları yıkan, toplukıyımlara, savaş suçlarına yol açan İkinci Dünya Savaşı, 7 Mayıs 1945 günü Nazi Almanyası’nın “kayıtsız, koşulsuz” teslim olmasıyla Avrupa kıtasında sona ermişti. Ama ABD’nin başını çektiği müttefiklerle Japonya arasında savaş bitmiş değildi. Kendileri için yenilgi kaçınılmaz görünse bile Japon askeri güçleri savaşı sürdürmeye kararlı görünmekteydiler. İşte, savaşın bu aşamasında, Almanya’nın teslim oluşundan 3 ay sonra, 6 Ağustos 1945 gününün sabahında bir ABD askeri uçağı, taşıdığı atom bombasını atmak üzere Japon kenti Hiroşima’ya yaklaşıyordu. Hava saldırılarının gece yapılmasına alışmış olan kent halkı, savaşın zamanının sıkıntılarıyla, yokluklarıyla da olsa yeni bir güne hazırlanmaktaydı… Ama saat tam 8.15’te kent bir dar şanslı olmadıklarını düşünmeye başlamışlardı. Barışı yüceltme müzesi Japonlar, patlatılışından 10 yıl sonra, 1955 yılında, bu acı olayla ilgili türlü nesnelerin, resimlerin sergilendiği bir müze açmışlar. Müzenin içinde yer aldığı geniş alan, çiçeklerle, yeşilliklerle süslenmiş tertemiz bir yer. Her yıl, 6 Ağustos’ta Barış Töreni bu alanda yapılıyor. Dünyanın çeşitli yörelerinden gelen insanların katılımıyla, barış çanları çalınıyor “Hiroşimalar olmasın!” diye başlayan Barış Bildirisi okunuyor, barış türküleri söyleniyor… 1990 yılı Ocak ayında işte bu müzeyi geziyoruz. Bombanın yarattığı yıkımı, acımasızlığı, çaresizliği gösteren türlü nesneler arasında neler yok ki: Bir anda yanıp kül olmuş okul çocuklarının sıcaktan yamru yumru olmuş sefer tasları, yanık giysi parçaları, nükleer patlamanın etkileri karşında hiçbir işe yaramayan ilk yardım çantaları… Eşimle bunlara bakarken gözyaşlarımız birbirimize göstermemeye çalışıyoruz. Ama bir görüntü var ki, onun karşısında artık kendimizi tutmak olanaksız: Yüzümüze tokat vurulmuş gibi bir görüntü bu: Atom bombası patladığı anda bir mermer merdivende oturmakta olan bir insan, yüksek ısı ve radyasyonun etkisiyle bir anda yok olmuş; ama beyaz mermer üzerinde bir karaltı olarak gölgesi kalmış! Taş üzerine iş 19 T anda, çok büyük bir gürültüyle gelen yer sarsıntısı ile havadaki kör edici bir parlaklıktaki ışık ve sıcak dalgası arasında kalıverdi! Dünyada ilk kez atom bombası saldırısına uğramış olan Hiroşima bir anda yok olmuş; yerini, yükselen büyük bir alev sütunu ve kara duman bulutları almıştı. Binlerce kişi, ilk anda can vermişti. Sağ kalabilmiş olanlar, toztoprak ve kana bulanmış halde çaresizlik içindeydiler. Zaten, kısa süre içinde, birer ikişer düşüp can vermeye başlamışlardı. Her şeye karşın ayakta kalabilenlerde ise radyasyondan kaynaklanan yeni tür hastalıklar ortaya çıkmıştı; saçları dökülüyor, dişetleri kanıyor, lenf bezlerinde, kemik iliklerinde öldürücü hastalıklar görülüyordu.. Kimi birkaç gün, kimi birkaç ay dayanabiliyordu, ama sonuç hep ölümdü. Tıp bilimi, daha önce görülmemiş türdeki bu vakalar karşısında çaresiz kalmıştı. Radyasyonun etkisiyle toprak ölmüş, bitkiler solmuş, sular zehirlenmişti. Sağ kalan Hiroşimalılar, ilk anda ölenler ka lenmiş bir insanlık ayıbı olarak yıllardır orada duruyor. Japonlar, soylu bir davranışla, “duygu sömürüsü” sayılabilecek en küçük bir öğeye yer vermemişler müzede. Amaç, nefret ve kin duygularını beslemek değil; barışı, insanlar arasında sevgiyi yüceltmek. Ama, abartılardan ne denli uzak kalınmış olsa da, nükleer bombanın dehşeti apaçık ortada. Müzenin defterine Nâzım’ın “Amca, teyze bir imza ver; çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler…” dizelerini, ellerimiz titreyerek yazıp çıkıyoruz. Barış Parkı’nı geziyoruz; Küba’dan Yunanistan’a kadar pek çok ülkeden gönderilmiş “barış” temalı yontular var her yanda. Türkiye’den de bir barış simgesi niye yok diye üzülüyoruz. O zamanki Tokyo Büyükelçimiz Umut Arık’ın konuyu açtığımda, hemen ilgilenip destek vaat etmesi cesaretimi artırmıştı. Türkiye’ye döner dönmez hemen harekete geçtim. Değerli dostum Prof. Dr. Selçuk Erez aracılığıyla düşüncemi ilettiğim İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen, Hiroşima’ya İstanbul adına bir heykel gönderilmesini uygun görmüş, Selçuk Erez’in dostu ünlü heykelcimiz Haluk Tezonar, yapıtlarından birini gönüllü olarak vermişti: Birbirine sarılıp göğe doğru uzanan iki elden oluşan bir tunç heykel. Tezonar’ın izniyle, heykelin adını ben koyuyorum: Eller Birleşsin Barıştan Yana! Bu sözlerin İngilizcesini ve Japoncasını da yazdırıp bir plakaya işletiyoruz. İstanbul Belediyesi Genel Sekreteri değerli sınıf arkadaşım Alev Coşkun da bizi destekliyor. Ama heykelin “ihracı”yla ilgili bürokratik işlemler yine de birkaç ayımızı alıyor. Sonunda, THY Genel Müdürü Cem Kozlu’nun yardımıyla heykeli Hiroşima’ya ulaştırıyoruz. 18 Temmuz 1990 günü, Büyükelçimizin ve Japonya’nın ileri gelenlerinden bazı kişilerin de katılımıyla heykelin açılış törenini yapıyoruz. O günden sonra, Hiroşima Barış Parkı’nı ziyaret edenler, Türkiye’den gelen “Eller Birleşsin Barıştan Yana!” sesini simgeleyen göğe uzanmış iki eli görebiliyorlar! Sonuç Bugün dünyada var olan nükleer silahların toplam gücü, her türlü ölçüyü aşmış durumdadır. “Dr. Strangelove” adlı romanı okuyanlar anımsayacaktır: Uzaylılar, insanların, dünyayı birçok kez yerle bir etmeye yetecek kadar çok nükleer silahı üretmelerindeki mantıksızlığa akıl erdiremezler. Çernobil’deki nükleer patlamanın Hiroşima’ya atılan bombanın 400 katı tahrip gücünde olduğu da düşünürsek, nükleer çılgınlığımızın büyüklüğü anlaşılır. Acaba, din kitaplarında sözü edilen kıyameti, sonunda nükleer felaket biçiminde insan eliyle mi yaratacağız? Küresel Kriz ve Sosyal Demokrasi Prof. Dr. Mehmet TOMANBAY Ufuk Üniversitesi Öğretim Üyesi O 2 008 yılında başlayan küresel kriz nedeniyle 2009, ciddi bir ekonomik daralma yılıydı. Birçok ülkede üretimde düşüşler ve işsizlik oranlarında büyük artışlar oldu. Yoksullaşma ve gelir dağılımında bozulma gibi ciddi sosyal sorunlar ortaya çıktı. Krize, önce Amerika Birleşik Devletleri ve sonrasında da başta Rusya, Japonya ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere birçok ülke çeşitli şekillerde müdahale etti. Ancak bütün çabalara rağmen ekonomik sorunlara henüz bir çözüm bulunamadı. Krizin olumsuz etkileri artarak sürmekte. Dünya ekonomik büyüme tahminleri 2012 yılı için tekrar olumsuza döndü. IMF’nin “World Economic Outlook” 2012 Nisan tahminlerine göre 2010 yılında yüzde 5.2 ve 2011 yılında yüzde 4 olan ekonomik büyümenin 2012 yılında yüzde 3.5’e gerileyeceği tahmin ediliyor. Türkiye’de de 2012 büyüme tahmini yüzde 23 dolayına çekilmiş durumda. Büyümenin azalması daha fazla işsizlik, yoksulluk ve sosyal sorun demek. Peki; dört yıla yaklaşan bir süredir dünyanın en güçlü ekonomileri neden krize kalıcı bir çözüm bulamadılar. İşsizlik ve yoksulluk neden hâlâ kanayan bir yara olmaya devam ediyor? Sorun nerede? Krizin nedeni, uygulanan politikalarda yatıyor. Çözüm için uygulanan politikalar sosyal yönü olmayan yetersiz politikalar. Özellikle Avro bölgesinde işsizlik ve yoksulluk gibi sosyal sorunlar dikkate alınmamakta. Krize bir borç krizi olarak bakılmakta, finansal disiplinle çözüm aranmakta. Mali konsolidasyon gibi finansal çabalar, yatırımların canlanmasını ve büyümenin istikrarlı şekilde başlamasını sağlamadı; aksine, belirsizlikler ve sosyal sorunlar daha da arttı. Bu ortamda temel hedef, sosyal politikalarla güçlendirilmiş büyümeyi sağ lamaktan geçmektedir. Yani insan odaklı sosyal demokrat yaklaşım, krizin çözümü için yeni fırsatları fazlasıyla içermektedir. 2324 Ocak 2012 tarihinde Costa Rica’da, Sosyalist Enternasyonal’in küresel krizle ilgili aldığı karar sosyal demokrat çözüm için önemli ipuçları taşımaktadır. Enternasyonal’in “Demokrasilerde Piyasanın Yeniden Tanımlanması ve Reel Ekonomide Büyüme ile Krizi Aşma” başlıklı kararında, düzen altına alınmamış küresel finansal sistemin devletlerden daha güçlü, denetimsiz aktörler yarattığı belirtiliyor. Bu sorumsuz ve tanımlanamayan aktörler, en sağlıklı ve güçlü ekonomileri bile istikrarsızlaştırıyor, büyük ekonomik sorunlara yol açıyor. Dolayısıyla, krizi aşmak için öncelikle küresel finansal sistemin denetim altına alınması gerekli görülmektedir. Böylece büyüme için gerekli ortamın oluşturulmasının da önü açılacaktır. Sosyal amaçlı büyümenin yaşama geçmesi için yapılması gerekenler ise şöyle özetlenebilir: 2008 kriz sürecinde risk yönetimi ve finansal denetimde başarısız olan küresel finansal kuruluşlar, kriz önleyici ve kriz yönetici anlamda yeniden düzenlenmeli. Finans sektörünü spekülatif saldırılardan korumak için, risk almayı sınırlandıracak ve şeffaflığı artıracak düzenlemeler yapılmalı; merkez bankalarına daha aktif rol tanınmalı. Denetimsizlikten aşırı şişmiş olan ve 2008 yılında patlayarak krizi başlatan finansal balon, spekülatif saldırıların da en büyük sorumlusudur. Spekülatif saldırılara açık iktisadi sistemlerde insan odaklı sosyal politikalardan söz etmek olanaksızdır. Sosyal demokratlar, sürdürülebilir ekonomik büyüme ve işsizliği azaltmayı en temel görevleri kabul ederler. Bu nedenle bir yandan büyümenin finansmanı, diğer yandan da spekülasyonun azalması için Avrupa Komisyonu tarafından da kabul görmüş, finansal işlemler vergisi gibi yeni araçlar uygulamaya sokulmalıdır. Avro bölgesi krizine tasarruf önlemleri ötesinde çözümlerle yaklaşılmalıdır; çünkü finansal tasarruf önlemleri gelecek olası krizleri önleyebilir ancak şu andaki krizin olumsuz sosyal etkilerini kaldırmada çözüm değildir. Ekonomik kriz nedeniyle sosyal adalet ve işçi hakları tehdit altındadır. Bu nedenle sosyal koruma her ülkeye uygun koruma tabanları oluşturularak güçlendirilmelidir. Ekonomik kriz, nüfusun en kırılgan ve zayıf kesimleri için adil ve sürdürülebilir bir büyüme sağlayan yeşil büyüme için de yeni fırsatlar yaratmaktadır. Yeşil kalkınma öne çıkarılmalıdır. Anlaşılacağı üzere, küresel ekonomik kriz, sadece finansal sistemi kurtarma çabalarıyla çözülemez. İnsanın mutluluğunu temel alan, üretimi önceleyerek sosyal sorunları çözmeyi amaçlayan uygulamalara geçilmeden kriz derinleşerek sürmeye devam edecektir. İnsanoğlu çözüm çabalarında kendini görmedikçe çözüme katkıda bulunmayacaktır. Bu nedenle bir an önce insan odaklı, sosyal yönü güçlü, üretime dönük sol politikalara ağırlık verilmelidir. 10. Bodrum Uluslararası Bale Festivali Oğuz ÖZLEM Ankara Devlet Balesi Sanatçısı ürkiyemizde insanlarımızın sanata ve sanatçıya bakışı, onun ekonomik gücünden sosyal ortamından ve bilimsel yeteneklerinden bağımsız olarak düşünülemez. İnsanlarımızın bu olgulardan yoksun gücü buna yeterli değilse görme, duyma ve davranış güzelliklerinde de yetersiz kalacaktır. Ekonomik zorlukların yanında uzun zamandır olagelen ve bilinen sıkıntıların oluşumu karamsarlık oluşturduysa da içine kapanmadan zorlukların üstünden gelebilmek artık ulusal bir görev olmuştur. Bu olumsuz koşullar ne kadar çoğalırsa insanların o kadar ilgisini çeker misali, insanlarımızın bu güzelliklere bir referans doğrultusunda imza atması, artık geçmiş zamanlarda söylenen halkın düzeyine inmek değil, halkı kendi düzeyine çıkarmak aşamasına gelinmiştir. Bunun en güzel örneği Bodrum Uluslararası Bale Festivali’dir. Bu tür festivallerin öncelikle batıda turizme yönelik olduğunu düşünürsek çağdaş eserlere öncelikle yer verilmesi, bunun yanında yerel anlamda modernize edilmiş bizi anlatan eserlerle de bir sentez oluşturmak, tabii ki bu festivali daha cazip hale getirecektir. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün, yarışmalar festivaller program ve repertuvar gibi faaliyetlerini olumsuz koşullara rağmen aksatmadan devam etmesi başarıdır. İnsan ruhunu etkileyen müziğin ve görsel sanatların Türk toplumunun tinsel kalkınmasında baş önemde olduğunu bilen dâhi Atatürk’ün, 1936 Kasım Meclis açılışında söylediği, “Güzel sanatların her şubesi için kamutayın göstereceği alaka ve emek, milletin insani medeni hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok tesirlidir” sözü, bu yapılanmanın sağlam ve zamanımıza kadar gelen temel taşları T olmuştur. Bodrum’un güzelliklerine bir başka güzellik katan uluslararası Bodrum Bale Festivali’nin oluşumunun 10. yılını kutlayacağız. Balenin görsel çekiciliği, sanatsever seçkin insanların yanında artık halkın da ilgisini çekiyor. Güneş, deniz, antik değerlerin kültür sanatla birleşmesi, bir dünya markası olma yolundaki Bodrum için büyük şans. Avrupa’daki sanat ve kültür ağırlıklı yayınlarda bu festivali tarihlerinin yayımlanması Bodrum’a gelen yabancıların tercih sebebi oluyor. Dünyada festivallerin bale ağırlıklı olanı çok azdır. Bodrum’un kariyerine yakışan bu festivalin daha yukarıya çıkması ve Uluslararası Festivaller Birliği’ne girmesi sonrasındaki avantajları saymakla bitmez. Bodrum Yarımadası’nı mistik duygularımla anlatmak istersem: Biçimindeki uyum, ölçülerindeki denge ile estetiğe hayran olan, onu seven ve koruyan, bu festivalin oluşumu fikrini ortaya atan bale sanatçısı olarak, bu temsillerin antik tiyatroda devam etmesi... 4. yüzyılda Kral Mausolos’un on bin kişilik olarak yaptırdığı bu amfi tiyatronun dört bin kişi alabilen üst tarafı halen toprak altındadır. Tabiatın güzellikleriyle süslenmiş bu tiyatro, Bodrum’un en güzel yerlerindendir. O zamanlarda neşeli, üzüntülü, mizahi skeçlerin dinlendiği, seyredildiği yerlerdi. “Ama şimdilerde üzüntülü ve sıkıntılı ben burdayım, gözünüzün önündeyim zamanınızdaki bale, opera, tiyatro ve orkestra temsillerini pek düşünmedik, ama onlara çok benzeyen sanatsal faaliyetlerin temelini attık. Sizlere toprak altında bir işareti, bir hazine hazırladık.” Bu ütopik hatırlatmam sonrasında, antik tiyatronun tam ortasından yol geçiyor di ye bu tip sanatsal etkinliklerin başka taraflara kaydırılması bir şansızlık olduğunu belirtmeliyim. Bu hazine daha fazla gözlerden ve gönüllerden uzak kalmamalı. Dünyanın her yerinde çeşitli yollar vardır, ama bu kadar çekici ve şehrin ortasında bir zenginlik yoktur. Kültür Bakanlığı’nın Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün senelerdir maddi manevi koyduğu güç ortadadır. Festivalin daha yukarılara çıkması sonrasında burası neden bir Aspendos olmasın! Yarın öbür gün buna benzer faaliyetlere maddi manevi kısıtlamalar da gündeme gelebilir; yeter ki Bodrum’un prestijine, sanat ve kültürel ağırlıklı olaylara katılım bilinci oluşsun. Başta belediyeler, odalar, sanayi ve ticaret çevreleri, dernekler, kuruluşlar ve bodrum halkının dayanışması çok önemli. Sanata ve sanatçıya değer veren ve bunu 2, 3 ay içinde bale içindeki tehlikeli hale gelen oturma yerlerini büyük özveri göstererek yenileyen Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’un bu tip sanat olaylarına kol kanat germesi, Türkiyemizde özlenen olaydır. Festivalin Avrupa’daki sanatsal yayınlardabir taşla iki kuş vurmak istiyorsanız“Bodrum’un güzelliklerine güzellik katan bale festivalini kaçırmayın” uyarıları iyi bir tanıtım oluyor. Festival zamanında insanların akın akın geldiği, biletleri karaborsada satılan bu festival, kalenin küçük sahnesinde kısıtlı bale gruplarının sanatsal etkinlikleri yerine, antik tiyatroda Devlet Balesi’nin Kuğu Gölü, Bolşoy Balesi’nin Uyuyan Güzel veya Royal Bale gibi büyük bale gruplarının temsilleriyle daha renkli ve çekici bir hale getirilebilir. Müzik ve sanat, bütün doğal uyumları kendinde topladığı için çekicidir. Bir sanat yapıtını tamamlayan bölümlerin orantısı ve uyumu güzel duygularımızın evrenselliğini ortaya çıkarır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle