25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 18 AĞUSTOS 2012 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Gazeteci Ne Zaman Özür Diler? Tıpış Tıpış BAYRAMLAR çocuklarındır. Bayram için onlara ufacık siyah rugan ayakkabılar almışsınızdır. Birkaç hafta sonra ders yılı başlayınca, yeni “reform” gereği altmış altı ayını henüz doldurmuş, yani beş buçuk yaşını henüz aşmış yavrunuza onları giydirip elinden tutarak okul yoluna koyulacaksınız. Tıpış tıpış. Uslu, isyan etmemiş vatandaş sıfatınızla ve en şık giysinizle. Belki, o mutlu günü gördüğünüz için sevinçten ağlayarak. ma, bir yandan içiniz burkulacak. Elini tuttuğunuz, oynamaya doymamış, evinden kopamayan bir çocuk. Gittiğiniz yer bir “anaokulu” da değil. Başlattığınız süreç, dörder yıllık dört bölümden oluşan ve Cumhuriyet’in eğitim politikasını dinamitlemek amacıyla sinsice düşünülmüş bir düzenek. Üstelik, yeni İlköğretim Yönetmeliği kapsamında, imam hatip ortaokullarına kayıt yaptıran öğrencilerin “hafızlık eğitimi”yle de takviye edilecek. Düşünmeden duramazsınız: Hep birden kuzu gibi buna nasıl baş eğildi, eğdik, eğdiniz? Çocuğunuzun molla olmasını mı istemiştiniz? öyle mi yetiştirildik? Yaşadığımız devrimlerin getirdiği bütün yasalar, okullar, enstitüler, üniversiteler minicik elini tuttuğunuz bu çocuğu “eti de kemiği de sizin” dercesine böylesine karanlık bir düzene teslim etmemiz için miydi? Hangi hedefe doğru yola çıkıldığı bile tam açıklanmadan, altyapısız, hesapsız kitapsız. Bu acele, kimlerin ve neyin telaşıdır? Biraz büyüdüğünde çocuğunuza anlatabilecek misiniz, kendinizden utanmadan? aşka herhangi bir devlette böyle bir durum eğitim bakanının, hatta bütün kabinenin istifasına yol açardı. Bereket, Türkiye’de de hiç değilse bu gidişi durdurmak için sorumluluk sahibi meslek sendikalarınca Danıştay’da açılmış birkaç dava var. Yeter mi? Aslında, kıyamet kopmalıydı: Partiler birbirine girmeli, eğitim fakülteleri, başta bütün üniversiteler ve tüm medya ayaklanmalıydı. Yönetim yargısının her düzeydeki üyeleri tatilden, geziden falan vazgeçip bir an önce çatır çatır yürütmeyi durdurma ve iptal kararları vermeli, hiç değilse yerleşik eğitim düzeninin bir yıl daha sürmesini sağlayarak bu rezaleti hemen önlemeliydi. Yine de her şey bitmedi ve vakit var. Gelecek ders yılına kadar herkes aklını başına toplamalı ve çocukların gözüne daha az kızarmış yüzlerle bakabilir duruma gelinmelidir. Yoksa, gücü olduğu halde durduran çıkmayınca karanlığa doğru hep birlikte yürüyecek miyiz? Tıpış tıpış? Büyük Ortadoğu Projesi’nin son halkasının Suriye olarak görüldüğü bir dünya konjonktüründe, yazılı ve görsel medyanın, dezenformasyon ve manipülasyon çabalarını sürdürmesi, sonra ya suskunluk sarmalına girmesi ya da daha çok özürler dilemeye mahkum olması kaçınılmaz görünüyor. Hakan ALP İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Doktora Öğrencisi ürkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”nin e bendi 3. fıkrasında, gazetecinin başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çoksesliliği, farklılıklara saygıyı savunması gerektiği ayrıca, insanlar, topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınması gerektiği belirtilmiştir. Son süreçte medyamızın Suriye’yle ilişkiler çerçevesinde barış gazeteciliği adına iyi bir sınav verdiğini söylemek zor. Başta ABD ve içinde Türkiye’nin de yer aldığı birçok Batılı ülke, Suriye’ye BM öncülüğünde askeri müdahale için uluslararası rıza ve meşruiyetin sağlanmasında medyayı etkin kullanıyor. T B A Savaş çığırtkanlığı Uluslararası ajansların yerel medyalara aktardığı tüm haberlerin tek yanlı oluşu, Suriye hükümetinin açıklamalarının taraflı bir tutumla verilmesi, sürekli muhalif güçlerin açıklamalarına yer verilmesi, muhaliflerce ortaya atılan iddiaların tek gerçekmiş gibi sunulması, medyaya yansıyan birçok haberin Esad iktidarının halk nezdinde saygınlığını ve etkisini yitirme amaçlı oluşturulması, medyanın kamuoyuna nasıl evet de B dirttiğini anlamada bize yardımcı olacaktır. Suriye’de geçen haftalarda meydana gelen ve üst düzey hükümet yetkililerin de dahil olduğu, onlarca kişinin yaşamını yitirdiği saldırı sonrası, ana akım medyada yer alan başlık ve haber içeriklerinde savaş çığırtkanlığının izlerini görürken, saldırının muhalif güçlerce yapılmasına rağmen mevcut Suriye hükümetinin suçlandığını gördük. Kullanılan dil ve söylem biçimleri, saldırıdan memnun olunduğunu açıkça gösteriyordu. Kaynak belirtilmeden ve konuyla ilgili net bilgiler olmamasına rağmen Esad ve eşiyle ilgili manipüle edilmiş birçok haber medyada yer aldı. Anaakım medyada, saldırı sonrası haber manşetlerinde “Savunma Bakanı ve Esad’ın eniştesi havaya uçtu”, “Esad Rejiminin Katliam Yapmasından Korkuluyor” (18 Temmuz, Miliyet), “Suriye devriminin ‘büyük patlaması” (21 Temmuz, Sabah), “Esed’i beyninden vurdular” (18 Temmuz, Taraf), “Ve Esad da sona yaklaşıyor” (20 Temmuz, Bloomberg), “Esma Moskova’da Esad Yaralı Kaçtı” (20 Temmuz, Milliyet) başlıklarında kullanılan dilin, siyasal iktidarın politikalarıyla paralel olduğu ve tarafsızlık ilkesinin göz ardı edildiği görüldü. Suriye’yle savaşın eşiğine geli nen uçak düşürme krizinde de medyada şiddet içerikli ifadeler sık kullanıldı. 27 Haziran tarihli Hürriyet gazetesi Başbakan Erdoğan’ın eliyle hedef gösterdiği bir fotoğrafının yanına “Vururum” manşetini koyarken; Habertürk, Başbakan’ın “Gazabımız kahredicidir” sözlerini manşete taşıdı. Sabah gazetesi ise “Yaklaşanı Vur Emri” manşetini kullanırken Erdoğan’ın yine parmağıyla hedef gösteren fotoğrafını kullanmayı ihmal etmedi. Tarafsızlığı yitirmek Suriye savaşa adım adım yaklaşırken, medyanın bir gerçeği gizlemekten çok, belli bir gerçeğe gösterdiği ilginin yani, gerçeğin nereye yerleştirildiği, tonu, tekrarlanıp tekrarlanmadığı, hangi çözümleme çerçevesi içinde sunulduğu ve onunla birlikte verilerek ona anlam kazandıran (veya onu anlaşılmaz hale getiren) ilişkili olguların neler olduğuna dair açıklamaları çok daha önemli hale gelmektedir. Noam Chomsky’nin “Progapaganda Modeli”ne göre; medya belli bir amaca yönelik hareket ederken, konuları ve üzerinde durulması gereken olayları saptama, bu olayların hangi sınırlar içinde analiz edilip sunulacağını belirleme, bilgileri çeşitli süzgeçlerde geçirme, vurgu ve üsluba karar verme gibi çok çeşitli yön temlerle hizmet eder. Medyanın, Suriye’de yaşanan gerginlik süresince Suriye hükümetine yönelik saldırıları meşrulaştırması, ulusal ve uluslararası medyadaki savaş hevesi, medyada şiddet öğesinin yer alış biçimleri, haberlerin tek yönlü bir akış halinde belli başlı ajanslar aracılığıyla dünyaya iletildiği, dolayısıyla haber içeriklerinin oluşturulmasında ve sunumunda tarafsızlığın yitirildiği açık olarak görülmektedir. Şiddet dilinin ve savaş çığırtkanlığının hangi boyutlara ulaşabildiğini ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde görmüştük. 13 Eylül 2001 tarihli New York Times’ın başyazısında, “Kanlarının dökülmesi lazım. Gelecek ay değil, gelecek hafta değil, şimdi. Kim bunlar? Kimin umurundu... Yerlerini bulun. Bombalayın. Geriye kalan yıkıntılarını, enkazlarını bir kez daha bombalayın!” denilmişti. Yine bunun yanında Thomas Woodrow 14 Eylül 2001 tarihli Washington Post’ta, “Afganistan çöllerinde Bin Ladin’e karşı nükleer güç kullanılmalıdır. Bunun aşağısında bir iş yapmak ABD’nin ve şu anki yönetimin korkaklığı olacaktır” derken, Ann Coulter 12 Eylül 2001 tarihli New York Daily News’ta, “Terörist saldırıyı düzenleyenlerin yerini tespit edebilecek kadar zamanımız yok... Ülkelerini işgal etmeli, liderlerini öldürmeli ve onları Hıristiyanlığa geçirmeliyiz. Hitler’i bulmak için yeterli zamanımız yoktu. Alman şehirlerine bombadan halılar döşedik; si villerini öldürdük. O bir savaştı. Bu da savaş!” diyordu. Irak’ta kitle imha silahlarının olmadığı ortaya çıkınca, The New York Times yazılı bir özür mesajı yayımladı. Gazete editöryal olarak hata yaptıklarını, Irak’ın işgal süresince yaptığı haberlerin yanlış olduğunun ortaya çıktığını, savaşla ilgili haberleri verirken gerekli özeni göstermediğini, muhabirleri tek yönlü haber akışının içinde gelen bilgilere karşı daha kuşkucu yaklaşmaları konusunda uyarmadıkları noktasında bir itiraf yazısı yayımladılar. Washington Post ise, işgal süresince izledikleri yayın politikasının tek yanlı olduğuna dair bir sonuca varmıştı. Sonuç: Irak işgalinde çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 1 milyon Iraklı sivil hayatını kaybetti. Özür ve itiraf ne ölenleri geri getirdi, ne de medyanın yeni savaş çığırtkanlıklarının önüne geçti. Büyük Ortadoğu Projesi’nin son halkasının Suriye olarak görüldüğü bir dünya konjonktüründe, yazılı ve görsel medyanın, dezenformasyon ve manipülasyon çabalarını sürdürmesi, sonra ya suskunluk sarmalına girmesi ya da daha çok özürler dilemeye mahkum olması kaçınılmaz görünüyor. Makalemizin başında da belirttiğimiz gibi gazetecinin tüm egemen güçlerden bağımsız, başta “barış”, demokrasi ve insan haklarını savunan, nefret ve şiddet söylemini dışlayan ve savaşa karşı onurlu ve omurgalı bir duruş sergileyen kimliğinin olması gerekiyor. Bir Depremin Yıldönümü Prof. Dr. Mete TAPAN 19 99 depreminin bugünlerde yıldönümü... Geçen on üç yıl içinde deprem riskini minimuma indirmek amacıyla sivil ve kamu kesimince yapılan işler, alınan önlemler nelerdir diye bir değerlendirme yapılırsa, sonucun mutluluk vereceğini söyleyemem. Kuşkusuz, sivil toplum örgütleri, devlet erki bu geçen süre içinde hiçbir şey yapmadı demek de haksızlık olur. Ancak, yapılanların yeterli olduğuna, 7.00 7.5 büyüklüğünde bir depremin sonucunda insanlarımızın sağlığının zarar görmeyeceğine inanmak da olanaksızdır. Önemli adımlar atılmadı mı? Evet atıldı... Atıldı ama, adımların aldığı mesafe maalesef çok kısa kaldı...İstanbul’da yaşadığım için, İstanbul’dan bazı örnekler vermek istiyorum. Nüfusun büyük bir bölümü, yine deprem riski büyük olan mevcut yapılarında herhangi bir güçlendirme işlemi yapmadan barınıyor. Eğitim ve kamu yapılarının büyük bir bölümünde güçlendirme yapılarak, deprem riskini minimuma indirmek için çalışmalar yapıldı. Ancak bu yapılarda vatandaşlar günlük yaşamının yaklaşık 810 saatini geçirirken, konutlarında 1214 saatini geçirmektedirler. Dolayısıyla konutlarının daha sağlam, daha az risk taşıyan yapılar olması beklenirdi. Keşke kat mülkiyeti yasamız bu konuda radikal bir değişmeye tabi tutularak, konut sakinlerinin ortak kararları na başvurulma gereksinmesi duyulmadan, devletçe mevcut riskli yapıların güçlendirilmeleri veya yıkılıp yeniden yapılmaları sağlanabilseydi... Keşke gecekondular, mühendislik ve mimarlık hizmeti almamış tüm kaçak yapılar devlet erkiyle yıkılıp, çağdaş, depreme dayanıklı yapılar haline gelebilseydi... Keşke bu amaçla ilk defa, belki Cumhuriyet tarihimizde çıkarılan afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkındaki yasa çok daha evvel ve uygulama model ve yöntemleri bilimsel ve kamu yararını yüceltecek biçimde ortaya konarak çıkarılabilseydi... Keşke bu yasanın, yanlış veya doğru değerlendirmeleri her türlü önyargıdan arındırılmış olarak yapılıp geliştirilebilseydi... Keşke meslek odalarımızın yasayla ilgili görüş ve tavsiyelerine daha fazla kulak verilseydi... Keşke deprem konusunun eğitim sürecinde, ilk ve ortaöğretimden üniversite eğitimine kadar ayrıntılı bir biçimde ele alındığını görebilseydik... Keşke depremle ilgili araştırmalara daha fazla kamusal yatırımların ayrılması ve yine bu konuda lisansüstü ve doktora çalışmalarına daha fazla yer verilmesi sağlanmış olsaydı... Evet, 1999 depreminin yıldönümü... Keşke, yukarıdaki ‘keşke’leri dile getirmemiş olsaydım... Dilimiz Kişiliğimizin Dışavurumudur Daver Darende Emekli DiplomatYazar eçen akşam bir televizyon programında açık oturumu yöneten, konuşmasını arada bir yabancı sözcüklerle zenginleştiren (!) çokbilmiş bir sunucu, aynı programda yer alan diğer sunucuya “İstersen Ahmetciğim reklama bir pas atalım” deyince aydınlanmanın bilgesi İlhan Selçuk’un her geçen gün yozlaşan, yabancı dillerin boyunduruğundan bir türlü kurtulamayan güzel dilimizle ilgili sözleri aklıma geldi. Şöyle demişti İlhan Selçuk bir yazısında: “İnsanın kişilik yolunda onurunu kazanması kolay değildir, bir çaba işidir. Dilimiz bizim kişiliğimizin dışavurumu için bir araçtır. Eğer ben kendi dilimi yabancı dillere karşı savunamıyorsam, uygar G lığın ulaştığı ufukları, kendi dilimde vurgulayabilmekten yoksunsam, kişiliğim eksik kalır.” Güzel Türkçemiz ne acıdır ki yalnız Farsça ve Arapçanın değil, Batı dillerinin de boyunduruğu altından kurtulamadı. Kişiliği eksik kalmış ne çok kişi var aramızda. Patronun buyruğuna göre hareket eden, her yana eğilip bükülen bu kişiler güzel dilimizin öz benliğine kavuşmaması için büyük çaba harcıyorlar. Türkçemizin özleşmesi ve tüm gereksinmeleri karşılayacak sözcüklerle bezenip zenginleşmesi onları rahatsız ediyor. Çağımızın en etkili aracı olan televizyonlarda “su başlarını tutmuş” olan bu kişiler ve benzerleri başta güzel dilimiz olmak üzere Atatürk’ün dil devrimini unutturmak için birbirleriyle yarış içinde görünüyorlar. Bilgi ve görgülerini kendi çıkarları için ustalıkla kullananların en büyük korkusu Atatürk ve onun ilke ve devrimleridir. Türk dilindeki gelişmeye, Türkçenin vardığı aşamaya hayranlık duyan, denemelerini arınmış güzel Türkçesi ile yazarken dilimize sevgi ve saygının hepimizin borcu olduğuna inanan değerli hukuk bilgini, aynı zamanda deneme ustası Prof. Seha L. Meray’ın “Kimilerinin umurunda değil, dilimizin benliğine kavuşması” sözleri belleğimden silinmiyor. Atatürk, Türkçenin onurunu kurtarmak için dil devrimini gerçekleştirmedi mi? Dilimiz kişiliğimizin dışavurumudur. Onu yüceltmek, yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak her aydının birinci görevi olmalıdır. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle