17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 MAYIS 2012 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Saldırganı Hoş Tutmak Sürçmeler ÇOĞU zaman dil ya da ayak için söyleriz ama sinirbilimcilerle ruhbilimcilerin merak edip bilim diliyle Latince “lapsus calami” denen kalem sürçmesi de var: Yazarak bir şey demek isterken bir bakarsınız başka bir şey yazmışsınızdır. Bütün “lapsus”ler gibi bu sürçmenin de gerisinde ne var diye çözümlemek öğretici olmaz mı? eçen gün, bu köşenin yazısı İstanbul Şehir Tiyatroları konusunda Sayın Başbakan’ın söyledikleri üzerineydi.Yürütmenin “özelleştiririm sizi haa!” gibi bir şey söylemiş, yazı ise “kamulaştırmak”tan dem vurmuştu. İlginç değil mi? Yazarın kaleminden, daha doğrusu klavyeye basan parmaklarından niçin böyle bir sözcük çıkmıştı? Olsa olsa, Sayın Başbakan’ın “ünlemli” üslubundan kaynaklanan bir izlenim yaratılmıştı herhalde. Hükümetin başı aslında bir yerel yönetiminin kurumu olan Şehir Tiyatrosu’ndan söz ederken sanki bir yerel yönetim malına el koyup satışa çıkarır bir edayla konuşmuştu: Önce kamulaştırıp devletin ya da somut ve yanlış ama ona yakışır bir ifadeyle, hükümetin malı yaparak sonra özelleştirme alışkanlığına yakışır biçimde ahbaplara satacakmış gibi. Kuralsızlık kuralına uyup işin hukuk yanını pek düşünmeden. im bilir, belki de bir “halk çocuğu” olarak içindeki ince tellerden biri sosyalistçe titremiş,“devlet sanata da kanat germeli, özerkçe, şunun bunun kesesine muhtaç olmadan kamu parasıyla ve sınırsız bir özgürlükle gelişmesini sağlamalı” anlamına gelecek bir şeyler söylemeye itmişti onu. Antik uygarlıkların yöneticileri öyle düşünmemişler miydi? Yazarın parmakları herhalde böyle bir “lapsus” etkisiyle Başbakanı öyle tercüme etmiş olmalıydı o sırada. Kuruluş döneminin olanca iyi niyetiyle işe koyulan Cumhuriyet de sanatçılara cartcurt etmek, insanı sömürmek, yabanlığa alet etmek için kurmamıştı devlet tiyatrolarını, operayı, baleyi ve benzerlerini. Mustafa Kemal, manevi mirasındaki bilim ve aklın yanına onları hep işlek tutacak özerk sanatları da eklemeyi amaçlamıştı herhalde. sterseniz sinirbilimcilere sorun, henüz büyük bölümü işlemeden duran insan beyninin yüz binlerce kilometrelik iç iletişim bağlarını yaratıcılık için seferber edecek tek çare sanatların geliştirilmesidir. Kadın katillerini de, Sivas kalkışmasında kurbanları yakmak suretiyle toplu kıyım suçu işleyen canileri de harekete geçiren, bağnazlığın saldırıya geçmiş şiddettir. Sebep, zorbayı kurbana yeğleyen kitlesel bilinçaltımızın, saldırgana gösterdiği hoşgörüdür. Erendiz ATASÜ ilimizde bir deyiş vardır: Suç ölende mi öldürende mi? İlle ölende, ille ölende… İlk bakışta, olayların karmaşık yapısına gönderme yapıyor gibi duran bu sözler, saklı bir bilgeliği dile getiriyormuş izlenimini uyandırabilir belki. Ancak dikkatle incelendiklerinde, kitle bilinçaltını hazin biçimde ele veren yüzleri sırıtacaktır, ne yazık ki… Bilinçaltında yatan, zorbaya boyun eğmenin meşrulaştırılması, olağanlaştırılması, sıradanlaştırılmasıdır. Altı yüzyıl sürmüş baskıcı bir saltanatın boyun eğmeye alıştırılmış kullarının bilinçaltıdır bu. Bilinçaltı çelişkilerin depolandığı yerdir, zorbaya boyun eğme eğiliminin yanı başında, güçsüze zorbalık taslama dürtüsü varlığını sürdürür. Kabadayılık, belki her toplumda vardır, ama her toplumda bizde gördüğü kabulü görmez. İnsan denen varlık üstüne korku ve çıkar gölgesi düşmedikçe yüreğinde adalet duygusu taşır; vicdan dediğimiz psikolojik yapı bu temelin üstünde yükselir. Adalet duygusu, haksızlığa uğrayanın yanında yer almaya zorlar kişiyi. Ama başka hesaplar işin içine karışmayagörsün; suçu kurbana yüklemek kolayımıza ve işimize gelir; artık bir tutum almamıza gerek kalmamıştır; öyle ya, ölen layığını bulmuştur; biz de gönül huzuruyla kendi köşemize sinebilir ya da zorbaya boyun eğerek paçamızı kurtardığımızı sanabilir; ya da zorbayı hoş tutarak kimi çıkarlar elde edebiliriz. Belki de toplumumuzda hiçbir birey, tarihin çarpıttığı bu bilinçaltından arınabildiğini iddia edemez. Ama bu durumun farkında olabiliriz, farkında olmayı öğrenebiliriz. Basında yer alan tuhaf bir haberi okurken, dilimizin pek de hoş olmayan bu deyişi geldi aklıma. Bu tuhaf haberde, iktidar milletvekili bir Sayın Hanımefendinin, Sivas gerici kalkışmasının yol açtığı kitle kıyımında babasını yitirmiş, yüreği yaralı bir genç kadına söyledikleri yer almaktaydı. Aziz Nesin’in tahrikleri olmasa babasının hayatta olabileceğini hiç düşünüp D G K düşünmediği mealinde sözler sarf etmişti, Sayın Hanımefendi, habere göre. Kurban yakını genç kadınsa, tahrik olmanın insan öldürmeyi gerektirmediği yanıtını vermişti haklı olarak. Acı görmüş insanları incitecek sözler sarf etmenin hiçbir dini ya da hiçbir dindışı etikte yeri olduğunu sanmıyorum. Bu tümceleri kurmak, Sayın Milletvekili Hanımefendinin aklına nasıl gelebilmiştir? Garipsenecek olan budur. İşin bu tarafını bir yana bırakarak, öbür yanlarına bir göz atalım. Kurban yakınının haklı yanıtında eksik kalanı tamamlamadan önce, akla gelen başka soruları sıralamak istiyorum. Karşısındakinin millet, kendisinin ise onun vekili olduğunu unutmuşa benzeyen Sayın Milletvekili Hanımefendi, milletvekilliği andında korumaya yemin ettiği laik Cumhuriyete karşı hareket yaptıklarını açıkça haykıran bir saldırgan grubunu hoş görürken, kendisini nasıl tuhaf bir açmaza kilitlediğini acaba hiç düşünmüş müdür? Türkiye’nin, muhafazakâr toplum yaratmak adına yokuş aşağı savrulduğu bağnazlık eğik düzleminde, saldırganlık her geçen gün gözle görülür biçimde şiddetlenirken, yarın öbür gün, değil Aziz Nesin’in sözlerine, kendisi gibi hanımefendilere dahi tahammül edemeyecek bağnazca gösterilerin vuku bulabileceği, bilmem ki Sayın Bayanın hiç aklından geçmekte midir? Aziz Nesin’in sözleri Böylece geldik Aziz Nesin’e. Türkiye’nin yetiştirdiği dünya çapında nadir kişilerden olan Aziz Nesin’in devletin sözüm ona koruması altında yapılan 1993 Pir Sultan Abdal Kültür ve Sanat Şenliği’nde yaptığı konuşmanın tamamı dönemin dürüst gazetelerinde yer almıştı. Acaba Sayın Hanımefendi bu konuşma metnini okudu mu? Okudu ise, bu metinde ne dini ne dindarları incitecek tek bir sözcük bulunmadığını görmüş olması gerekir. Konuşmanın ana fikri, siyasete dinin karıştırılmamasının gerektiği, mezhep üzerinden siyaset İ yapılmasının yanlışlığıdır. Bu fikirlerden cinayet işleyecek kadar tahrik olanlar varsa, Türkiye felakete yürüyor demektir. Zira Türkiye’nin yarısı din üzerinden siyaset yapılmasını doğru bulmamaktadır. Öyle değil mi! Aziz Nesin hayatı boyunca ne dini ne dindarları aşağılayıcı tek söz etmemiş, sadece inanmayanların da düşünce özgürlüğüne sahip çıkmıştır. Herhalde iktidar, inanmayanların düşünce özgürlüğüne saygı duymadığını iddia etmeyecektir! Zira bu saygı, Türkiye’nin uygar ve demokratik bir ülke olarak imza koyduğu İnsan Hakları Sözleşmesi’nin gereğidir. Anımsatırım. Eğer, Sayın Hanımefendi, konuşma metnini görmemiş, okumamışsa, kurban edilmiş çok değerli bir başka insanımızın, Uğur Mumcu’nun bir sözünü anımsatmak isterim kendisine: Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak doğru değildir. Aynı gün, basında garip bir rastlantı eseri ilginç bir fotoğraf yer aldı: Fotoğraf, iktidarın bir başka milletvekili ve bakanı, bir başka Sayın Hanımefendinin, yakınlarının işlediği cinayetlere kurban giden kadın sayısının her gün yükselmesiyle ilgili samimi bir hayret ve üzüntü yansıtan yüzünü göstermekteydi. Nitekim haber metninde, Sayın Hanımefendi bu samimi üzüntüsünü dile getiriyor, “Sebep nedir?” mealinde bir soru yönelterek şaşkınlığını açığa vuruyordu. Sebebi uzaklarda aramasına gerek yoktur. Sebep Türkiye’nin bağnazlaşmasına koşut yükselen şiddettir. Dünyanın bulunduğumuz yöresinde, bağnazlığın ayrılmaz parçasıdır, kadın cinsi üzerindeki baskılar ve kısıtlamalar. Saçının tek teli görünen kadına tahammül edemeyen bağnazlar vardır ülkemizde. İnsan olmaktan kaynaklanan vicdanın gelişemediği, insan hayatının ve vücudunun insan olmaktan doğan bir hakla dokunulmaz olduğu düşüncesini içselleştirememiş toplumlarda, bağnazlık dönemlerinde, bilinçaltının iki keskin ucu olan zorbaya boyun eğme yatkınlığı ve zorba olmayana zulmetme dürtüsü, toplumsal alana fışkırıp eyleme dönüşür. Kadın katillerini de, Sivas kalkışmasında kurbanları yakmak suretiyle toplu kıyım suçu işleyen canileri de harekete geçiren, bağnazlığın saldırıya geçmiş şiddettir. Sebep, zorbayı kurbana yeğleyen kitlesel bilinçaltımızın, saldırgana gösterdiği hoşgörüdür. İneğin Sütü Yaramadı... Milli Eğitim Bakanı elindeki iki kutu sütü göstererek sınıftaki çocuklara sordu: “Bu ne?..” “Süüütttt...” “Bunu içince neyiniz büyüyecek?...” “......?” “Boyunuz...” ? İneğin sütü yaramadı... Çocukları ambulanslarla hastanelere taşıdılar... “Çocukların çoğu iyi durumda” dedi bakan... Sanki bombardımandan kurtarıldılar... ? Sonra kimi çocukların inek sütüne karşı aşırı “hassasiyetinden” böyle olduğu anlaşıldı... Ama “inek sütüne karşı hassasiyeti” olan çocukları aynı ilde, aynı sınıfa nasıl toplayabildiklerini söylemediler bize... O zaman “arısız bal” yapan milletimiz, “ineksiz süt” yapardı zaten... ? “Şimdicığıma şu sütü içince nolacağız?..” “Uzuuunnn...” “Kafamız ne olacak hanicığıma?..” “Büyüüükkk...” “Şimdi hep birlikte sütümüzü içiyoruz... Kameraya bakıyoruz, çok güzel yarayacak cancağızıma...” ? Çocukların suyunu sattılar... Anneleri derenin başında nöbet tuttular, HES makinelerinin önüne yatıp “Çocuklarımızın suyunu elimizden almayın” dediler... Kimse dinlemedi... Elindeki su şişesi suç aleti sayıldı... Annesi hapiste... Ona da süt içirdiler ki yarasın... ? Havalarını sattılar... Kent civarındaki ormanların beşte dördünden fazlası, 2B kapsamında süt içirdikleri çocukların elinden alındı... Taksitle işgalcilere satıldı nefes alınacak alanlar, oralara aynalı binalar yapılacak... ? “Yarasın” diye süt içirilip de hassasiyetleri nedeniyle çocukların ambulanslarla hastanelere taşındığı aynı saatlerde; TBMM’de “Yabancılara Mülk Satışı Yasası” onaylandı... Çocukların kıyıları, kumsalları, plajları... ? Okul?.. Artık her biri imam hatip... Birer “molla yetiştirme projesi” tam başlamışken... Sütü verdiler... Ama... İneğin sütü yaramadı... Şairin Şiirle Yola Çıkışı… Nusret ERTÜRK azıl Hüsnü Dağlarca’nın, Sivaslı Karınca adlı şiiri şu dizelerle sona erer: “Yoktu fikirlerden, davalardan haberi /Buğday tanesi üzre / Yürüyordu Sivaslı bir karınca” Şiirde karınca adı geçse de, söylenilmek istenen insandır. Karınca, çalışkanlığın örneğidir. Ancak, paylaşma bilincinden yoksundur; bencildir. İnsanların en kötü niteliklerinden biri bu değil mi? Gemisini kurtaran kaptanmış! Sözü, kimin uydurduğunu merak ederim. Sorunlara arka dönen, onları görmezden gelen, susan, sinen, atılan oltalara takılan yığınlar… Kişinin kendi kabuğuna çekilmesi, Celal Vardar’a şu dizeleri yazdırır: “Suya dokunmazmış / Sabuna dokunmazmış / Pise bak’ Sanatçının içtenlikli eleştirisine bakar mısınız? Şair, sözünü ender sözcüklerle söyler. Çağlar içinde oluşmuş destanlardaki konuşmaların şiir biçiminin seçilmesi boşuna değildir. Ataol Behramoğlu, iyi bir şair olduğu kadar da iyi bir deneme ustasıdır. Bu tür düzyazılarını Cumhuriyet’te okuyoruz. Düz yazıyı bırakıp köşesinde üç ay içinde üç şiirle okur karşısına çıkması nasıl açıklanır? Şiirin, tartışmasız gücü olduğundan. O şiirler ki, çoğu dizesi şimdi bile akıllarda. Biri Kul Hasan’dan esinlenmeydi: “Behramoğlu ver haberi / Çıkmış düzenin çivisi / Senin taka su alıyor / Yüzer kötünün gemisi.” Yunus’a öykünen şiirden de bir dörtlük: “Kıran vurdu memleketi / Zalimler hakan olmuştur / Yedikleri yoksul eti / İçtikleri kan olmuştur.” F Kimi şiirler gümbür gümbürdür. Okunduğunda yer gök inler. Örneğin Dadaloğlu, yüzyıllar öncesinde Osmanlı’nın adaletsizliğine meydan okur: “Hakkımızda devlet etmiş fermanı /Ferman padişahın dağlar bizimdir.” Kimi şair ise alay eder, eğlenir, ilenir. Türkçenin şairi Nâzım Hikmet’in diyeceği yok mu? Onun her dizesi insanın önünü açar, kişiyi derinden sarsar: “İnsanlar ah benim insanlarım / Yalanla besliyorlar sizi / Halbuki açsınız / Etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.” Şiir, yan tutmadan yaşamın bir eleştirisini yapar. Yaşam kısa, sanat uzunmuş. Her sanatta, kesinlikle şiir bulunur. Bizi kendine çeken de odur. Kimse dikenli yolda yürümek istemez. Şiir, bizi yaşanası yaşamın koynuna alır. Sanat, insanı insan yapar. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyen Atatürk’ün büyüklüğü tartışılmaz. Okullarda sanat dersleri azalıyor! Yerine ise Arapça, şu, bu.. Metin Demirtaş Ağustosböceği ile Karınca masalını yeniden yazdı. Masalın bir yerinde şunları okuyoruz: “Karıncanın ise /Bir eli yağda / Bir eli balda / Ama ne şiir, ne şarkı var hayatında / Mutsuzdur /Bu yüzden uzun kış geceleri / İçi sıkılır durur.” Ama sanatçı komşusu ağustosböceği kışın aç kaldığı halde, komşusuna yiyeceği borç bile vermez. Dağlarca şiirinde onu konu ediyordu. Yaşamda arpa, buğday kadar sanatın, yeri olmalı. Şaire yol açmalı. Yaşasın yaşamın şiiri... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle