18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 27 MAYIS 2012 PAZAR 12 PAZAR YAZILARI Renkler ve oğal yaşama saygıya şapka çıkaran, çevre ve teknolojinin barış çubuğu misali “Yavaş Şehir” kavramına ilham veren “Slow Food Yavaş Yemek” akımının kalbi İtalya’nın Piedmont bölgesinin başkenti Torino’dayız. 4 anne, 68 yaş arası 5 çocuktan oluşan sıkı ekibimizin bu keyifli şehirdeki mihmandarı ise yakın dostumuz bir anne ile oğlu. Kullandığımız kiralık minibüsle Torino’dan Verona, Milano, Como güzergâhını keyfimize göre çeşitli köy ve kasabalarda kısa molalarla süslerken son durağımız yine Torino. Hava çoğu zaman yağmurlu, toprağın kokusu havada, önümüzde uçsuz bucaksızmış gibi görünen yeşillikler, ekili araziler. Dünyaca ünlü şaraplara hayat veren üzüm bağları göz alabildiğince... Tipik Akdenizli misali çok konuşuyor, çok gülüyor, dar vakitte ne kadar çok yer görebiliriz telaşındayız, bir acele kıyamet... Birbirimize “Yavaş Yemek” akımını hatırlatıyoruz İtalya’nın zengin tatlarıyla buluştuğumuz anlarda. “Eataly” ise soluğumuzu kesecek, bizi niye bizde yok ki diye kıskandıracak bu akımı destekleyen en iyi durak noktalarından. Torino’da merkezden uzak olmayan bir alanda yaklaşık 30 bin metrekarelik bir alana kurulu kapalı bir mekân. Dev bir market, eğitim merkezi, sattığı ürünleri kullanan restoranlar... İçinde çoğu İtalya’ya özgü peynirden zeytinyağına; et, balık ürünlerinden makarna çeşitlerine, sebze meyvelere, çay, kahveden çikolataya, envayi çeşit şaraba uzanan akla gelebilecek her tür yiyecek içecek sunuyor. Onu böylesine özel kılan ise ürünlerin katkısız, doğal olmaları ve çoğu zaman üreticiden aracı olmaksızın doğrudan getirilip daha uygun fiyatlarla müşteriye sunulmaları. Bünyesinde değişik yemek kursları, yiyecek içecek kültürüne dair kütüphanesi de var. Tabii diğer bir büyüsü ise alan içindeki ürünleri kullanarak hizmet veren 78 farklı restoranı. Bizim tercihimiz makarna ve pizzadan yana. Güleryüzlü genç garsonun yardımıyla marketin ortasında ince uzun bir masaya yerleşiyoruz. Masamızın hemen arkasında küçük pencereden bakınca yan odada yemek kursu verildiğini görüyoruz. Bölgesel köy ekmeği ile zeytinyağımızı buluşturuyoruz iştahla... Sonra yine aklımıza düşüyor “Yavaş Yemek” akımı.. Aslında bu kavram fast food’a karşı bir hareket. 1989’da fast food kültürüne, yerel yiyecek içecek kültürünün kayboluşuna, yemek seçimlerimizin çevremize etkilerine dikkat çekmek amacıyla kâr amacı gütmeyen bir hareket olarak doğmuş. Günümüzde aralarında Türkiye’den de olmak üzere 130’u aşkın ülkede 100 binden fazla destekçisiyle dikkat çekiyor. Organik tarımı savunan akımın felsefesinde yemek tabağımızla dünya arasındaki bağın güçlendirilmesine vurgu yapılıyor. Çiftçisi, TORİNO üreticisi, pişireni, tüketini, herkesin dünya mirasını korumak için el ele vermesi gerektiğine işaret ediyor. Yemek kokuları arasında anneler MİNE ESEN şaraplarınıza uzanıyoruz, çocuklar masanın diğer ucunda... Kimimiz odun fırınından çıkan pizzalara, kimimiz çeşitli soslu makarnalarına adeta gömülmüş, gülüp eğleniyoruz... Ardından bir arkadaşımız marketteki self servis bir başka restorandan satın aldığı peynir tabağını ve çocukluğumuzun o mis kokulu kırmızı dometesleri ile süslenmiş yeşilliklerle, fesleğen ve zeytinyağı ile donanmış salatayı masaya getiriyor. Sohbet sıcak, içimiz rahat, katkısız ürünler midemize giren. Kadehlerimizi kaldırıyoruz... Sağlığa, neşeye, dostluğa, yeni yerler görüp, lezzetler keşfetmeye... Türkiye dahil tüm dünyada tartışma yaratan GDO’lu ürünlerden, antibiyotiğinden katkılı gübrelere kadar her türlü zararlı maddeyle donanmış, bize el yakıcı fiyatlarla sunulan ve çoğu zaman farkına bile varmadan evimize soktuğumuz, adeta zehir içeren gıdaları konuşuyoruz... Türkiye’deki üreticinin hale kadar aracılarla kaç kez fiyatı katlanan ürününden kâr edememesini, doğrudan satışına giden yolun nasıl taşlarla döşeli olduğunu, bir zamanların tarım zengini ülkesinde gelinen noktayı, tüketicinin elini yakan fiyatları düşünüp hüzünleniyoruz... Küstürülen üreticinin pes ettirilmesi, giderek daha çok katkılı gıdalara mahkum edilmek içimizi sıkıştırıyor... Ama tatildeyiz, şimdi keyif, görüp öğrenmek zamanı... Bir gün önce tadı damağımızda kalan dondurmalar aklımıza geliyor... Torino’nun dışında yeşilin yeşile karıştığı bir yerde Agrigelateria San Pe’ye yolumuz düşüyor. Tek katlı doğal yapının çevresi limon ağaçları ile çevrili... Biraz ileride taze ve katkısız sütlerini sunan inekler.... Ülkenin çeşitli yerlerinden organik tarımla yetişen meyve ile kakao, çikolatanın sütle buluşması... Çocuklar ve büyükler dalmışız renk renk dondurmalara... O sırada sahibi de orada, büyük heyecanla bize nasıl dondurma yaptıklarını anlatıyor. Okulların buraya geziler düzenlediğinden bahsediyor. Dükkânın dışında bir otomat dikkatimizi çekiyor. Önünde bir adam şişe ile bekliyor. Arkadaşlar bunun süt makinesi olduğunu, otomata para atılınca musluktan katkısız doğal sütün aktığını anlatıyor. İtalya kültür, sanat, yeme içme merkezi ama en önemlisi koşturmaca hayatlarımızın keyfini olabildiğince çıkarmamız gerektiğini hatırlatıyor... Dar ve virajlı yollardan Torino merkeze doğru manolya ağaçlarının gölgesinde ilerlerken bir sokak ismi önümüze geliyor. Ne olsa beğenirsiniz; “Renkler ve Lezzetler”... [email protected] lezzetler... D Güzel günler göreceğiz eni bir katil türü peyda oldu Stockholm’de. Bu katil ağaçları öldürüyor. Stockholm’ün değişik yerlerinde yaşlı, hatırı sayılır derecede yüksek ve estetik olarak çevreye uyumlu güzel ağaçlar, katilin kurbanları. Cinayetlerin işleniş şekli katilin profesyonel olduğunu gösteriyor. Polis bütün araştırmalara rağmen, katilin profilini belirlemede hiçbir veri elde edemedi. Cinayetlerin gece mi yoksa gündüz mü işlendiği de saptanamadı. Hiçbir görgü tanığı da yok. Bu anlaşılabilir bir durum. Çünkü katil cinayet aracı olarak çevrenin dikkatini çekecek, balta ya da elektrikli testere kullanmıyor. Cinayetlerin işleniş şekli ajan filmlerini hatırlatıyor. Hani şu ucunda zehirli çivi ya da iğneye benzer bir nesne bulunan bastonu önünde yürümekte olan adama dokundurarak öldüren ajanları hatırlatıyor ağaç katilinin yöntemi. Gazetelerdeki fotoğraflardan görüldüğü kadarıyla küçük bir çekiçle bir vuruşta ağaca batırılabilecek, ucu zehirli bir nesne ağaçların ölümüne yol açan. Ben çekiç diyorum ama belki ağacın çatlak bir yerine elle bile batırılabilecek bir nesnedir söz konusu cinayet aracı. Katilin profili konusunda tahmin yürütülemediği gibi, cinayet motivasyonu için de yorum Y çıkaracağı dersler var kitapta. Olof yapılamıyor. Şaşırtıcı bir durum. Palme’nin sıradan bir lider olmadığını Kesilmesin diye milletin kendini düşünce yapısında, ufkunun genişliğinde zincirlerle ağaçlara bağladığı bir görüyoruz. Henrik Berggren bu noktaya toplumdan ağaçları seri olarak katleden özellikle dikkat çekiyor. Şöyle: Palme katil ya da katillerin yaşadığı bir topluma parti lideri olunca öncelikle ne gibi yeni geçiş yaşıyoruz. Olumsuz bir olayı, vahşi kapitalizmin yarattığı, hastalıklı toplumun politikalar üretmesi gerektiğini düşünmüş. Yeni politikalar ve yeni hedefler. İsveç o sonucu diye yorumlama fırsatına çevirip sırada zaten refah düzeyi yüksek, zengin politize etmek istemiyorum ama şu anda okumakta olduğum kitap sanki beni böyle bir toplum. İnsanlar arasında, parti bağlılıkları farklı olsa bile düşünmeye zorluyor. Dagens ortak ulusal duygu ve Nyheter gazetesinin başyazarı STOCKHOLM düşünce birliği sağlanmış Henrik Berggren’in yazdığı, durumda. Ama Palme bu Turhan Kayaoğlu’nun özenli bir maddi ve manevi çeviriyle Türkçeye kazandırdığı zenginlikle daha iyi bir Olof Palme biyografisini toplum oluşturma planları okumaktayım. Kitabın orijinal adı yapıyor. İş hayatında Olof Palme. Türkçe çevirisine OSMAN İKİZ cinsiyet ayrımını ortadan “Güzel Günler Göreceğiz” alt kaldıran, eşit işe eşit ücret başlığı eklenmiş. Palme’yi örnek politikası böyle başlıyor. Herkesin eğitim alanlardan duyulması beklenen bir ve sağlık hizmetlerinden eşit mesajın hatırlatılması için belki de. yararlanabilmesi için reformlara hız Berggren çok kapsamlı bir çalışma veriliyor. Herkesin daha iyi eğitim yapmış. Palme’nin biyografisi, İsveç sosyal demokrasinin, dahası son yüzyıllık almasıyla toplumun ileri atılımları daha kolay sağlayabileceğini görüyor. Bütün politik yaşamın içine yerleştirilmiş. İsveç öğrencilere maddi olanak sağlanarak Modeli’ne, Olof Palme’ye özenenlerin üniversitelerin kapıları sonuna kadar okuması gereken bir kitap. Çünkü bugün açılıyor. İsveç zenginliğin yanı sıra daha sosyal demokrat politika geliştirmekte eğitimli bir toplum haline geliyor. yaratıcılık gösteremeyen, kısır bir döngü Kadınlar iş hayatında öne çıkmaya içine sıkışmış partiler ve liderlerin başlıyor. Düzeyi yükselen toplumu arkasına alan Palme dünya politikasında sözüne önem verilen bir lider haline geliyor. Zenginliği adaletli olarak paylaşan, birbirine saygılı, dayanışma ruhu yüksek, eğitimli, huzurlu bir ülke böyle yaratılıyor. Sürekli yeni hedefler belirlenerek, reformlar gerçekleştirerek. Kesinlikle ama kesinlikle kuru laf üreterek değil. O toplumda insanlar istasyon kapısı için kesilmesi gerektiği söylense bile ağaçları kestirmiyordu. Hastanelerde herkese aynı hizmet veriliyordu. İşsizlik yoktu. Çocuklar için cennet diye tanımlanan bir toplum yaratılmıştı. Küresel ekonominin dayatmalarıyla gemi su almaya başladı. 2006’da sağcıların iktidarı devralmasıyla da gemi karaya vurdu. Gece yazıyı yazarken ara verip gazeteye baktım. Sağcı hükümetin çalışma bakanı sayesinde toplumda yoksul sınıfın nasıl yaratıldığı incelenmiş. Sadece yoksul sınıf yaratılmadı. Toplum artık defolu. Hastalıklı. Ağaç katilleri ortalıkta kol geziyor. Oysa bu bu hastalıklı toplumu değiştirip, sağlıklı yapıya kavuşturmak mümkün. Sosyal demokratlar Olof Palme’yi örnek alıp, önce onun gibi hedeflerini, nasıl bir toplum istediklerini açıklamalılar. [email protected] Galiba kardeş payı yapacaklar K anada ve Danimarka arasındaki ilişkiye ne zamandır çıban başı olmuş, üzerinde in cin top oynayan, çekişmeli, kayalık bir ada yüzünden siyaset adam akıllı ısınıyor. Fuzuli yere ısıtılan dışsiyaset nedeniyle Kuzey Kutbu’nda sular fokurdayacak mı, burası da tam olarak önceden kestirilemiyor... Bizim Yunanistan’la nizalı kaldığımız Bodrum açıklarındaki Kardak kayalık adacığı gibi olan, üzerinde ot bitmez Hans Adası’nın geleceği, Kanada ve Danimarka askerlerinin ikide bir adaya çıkarma yapması sonucu belli olmayınca, iş diplomatlara kaldı. Hans Adası, Kanada’nın iyice kuzeyinde ve Danimarka toprağı sayılan Grönland ile arasındaki su boğazının desteklerini açıklamakta geri kalmadı. Kanada tam ortasında. İngiliz kâşif John Franklin’in 1850’de üzerine adım atıp “Burası işe yaramaz bir halkının yüzde 43’ü “Hans’ı ölürüz de vermeyiz” derken, Danimarkalıların sadece yüzde 5’i durumdan kayalıktır, burada oyalanmaya gerek yok!” diye not defterine kayıt düştüğü bu ada, sonraki dönemde rahatsızdı ve milliyetçilik damarlarından geçen kanın başka gezginler tarafından ziyaret edilmiş, her gelen debisi düşük akıyordu. Hans meselesi böyle itiş kendi ülkesinin bayrağını dikmeyi marifet saymıştır. kakışla çözülemez duruma gelince her iki ülkenin siyaset bilimcileri olan profesörlerinden oluşmuş 1973’e kadar kâşifler dışında kimsenin farkında kurullar bir masada buluştu. Geçen günlerde, kırk yıl olmadığı bu dümdüz kayalık, sonradan “Deniz düşünülse kimsenin aklına gelmeyecek bir sonuca Üzerindeki Sınırları Belirleme Anlaşması” adı elbirliğiyle varıldı. Adayı ortadan bölüp ikiye altında gündeme getirilip BM onayına sunulunca, ayırmak fikri ortaya atılmıştı... birden kıymete bindi. Zira BM onayına göre deniz Her ikisi, tıpkı Yunanistan ve Türkiye gibi NATO üzerindeki kıta sahanlığı çizgisi Kanada lehineydi ülkesi olan Kanada ve Danimarka bu işe yatkın ve ada, oradaki boğazın solunda, yani Kanada görünüyor mu sorusuna henüz cevap verilmiş tarafında kalıyor, Danimarka ise böylece avcunu bulunmuyor. Kanada’nın başkenti Ottawa’da hâkim yalıyordu. Bunun üzerine Danimarka Krallığı, bu olan görüş, “Nasılsa güç bizim elimizde, Hans’ı ada benimdir diye tepinirken, İngiliz Kraliçesi II. tamamen almak söz konusuyken niye Elizabeth’in ülkesi Kanada Monarşik Federasyonu, Danimarka’yla kardeş payı yapalım?” yönünde ölürüm de kayaları kimseye vermem diye tutturdu. görünüyor. Ancak Danimarka BM’nin 1973 kararı O günden sonra iki ülkenin askerleri sık sık adaya ardına sığınmaya devam ediyor, her iki taraftan 900 çıkıp bayrak dikme yarışına girişecekti. 1.3 metrelik bir boşluk bırakılması, böylece adaya kilometrekare büyüklüğündeki adaya Kanada kimsenin tam olarak sahip olmaması gibi askerleri mi çıktı, birkaç gün geçmeden postmodern uluslararası ilişkilere dair bu kez Danimarka askeri buraya ayak KANADA teoriler üretiyor. İşte bu çekişmenin olduğu basıyordu. Hatta 1984’te Danimarka Hans Adası, şu sıralarda, Kanada basınında Başbakanı Tom Hoyem helikopterine milliyetçilik vesilesi yapılırken gazetelerin atlayıp ada üzerinde gövde gösterisi serbest kürsü sayfalarına yazan birçok okur, yaptı. Bu arada, ABD’de bulunan bir “Haydi aslanlar, Kanadalı askerler, sizi petrol araştırma şirketi, işin içyüzünü MAHMUT kim tutar, yürüyün...” şeklinde ortalığı açıklayacak gibi olduysa da hemen ŞENOL velveleye veriyor, mektup üzerine mektup susturuldu. DPetroleum adlı şirket, döşeniyor. Bunlardan bir tanesini ¨Bu Hans Adası’nın altında petrol aktarmamak eksiklik olacaktır: Ontario’dan kaynıyor!” gibisinden bir laf etmişti de... yazan, Diane Baur adlı sıkı bir Kanada milliyetçisi Üzerinde tek canlı bulunmayan buzhane tahtası gibi kadın, “Danimarka’ya ait olduğu söylenen adanın adanın insanlaştırılması, buraya nüfus taşınması, bizim olduğunu unutmayan askerlere ihtiyacımız yahut dibine dinamit konulup külliyen havaya var” diyor, “Hans Adası bize, düşmanlarımızdan uçurulması cinsinden sivri zekâ iddialar da her iki çok, Danimarka gibi dostlarımızdan korktuğumuz ülkenin aklı evvel siyasetçileri ve onlara yaranmaya gerçeğini ortaya koyuyor. Bu kadar korkacak ne çalışan kalem sahiplerince ortaya atıldı. Güya her iki var, Kanada bir pasta mı, alın yiyin denilecek bir taraftan erken davranan çıkarsa ve adaya ev kurup, şey mi?” diye ekliyordu. Bu türden sert çıkışlara işte burada yaşıyoruz denilirse o vakit ada, “toprak karşılık, Kanada’nın muhafazakâr başbakanı Harper işleyenin, su kullananın” misali onun olacaktı. sakinlikten yanaydı. Bu kadarla kalsa iyi, her iki taraf, Fakat, öyle anlaşılıyor ki iki taraf da bu adaya çıkıp madem adayı ortadan böleceğiz, aramızda bir su yerleşmeyi göze alamıyordu. Bununla beraber adanın kanalı açalım, bir ucundan ötekine kadar buldozer ile batı tarafında Kanada savaş gemileri tur atıyor, öteki 2 metrelik kanal açtık mı, sen sağ ben selamet, tarafında ise Danimarka donanması dürbünle diyordu... seyrediyordu. Moliere komedisi böyle devam ederken, basının güzide kalemleri de kamuoyu [email protected] 19 Mayıs’ı güneşin kuşlarıyla kutlamak A andığımız bir Amerikalı hayatılaska’yı ilk ziyaret ettiğim 1998’de beni en çok mın en anlamlı deneyimlerinden birini hediye etmişti bana. O sarsan ayılar, balinalar değildi. Ne de olsa bekliyordum yıllarda karanlık şimdiki kadar belirgin değildi ancak tabii ki onlarla karşılaşmayı. Bir ayının karşıdevrimden haberim vardı. ormanın koyuluğunda çalışma Arkadaşlarımla ve evde söz ettiekibimize hırlaması ve ekip arğimiz bir karanlık. Koyusu az kadaşlarımın güvenlik nedeniyolsa da adımları hep ileriye gile taşıdıkları tüfeklerini hazır den bir karanlık. Genel durumla hale getirmeleri bile şimdi anlakarşılaştırıldığında pek bilgisiz tacağım deneyim kadar sarsmasayılmazdım aslında. (Ancak mıştı beni (Ayı bizim de ona bazı aydınlarımıza göre tabii ki “hırlayarak” karşılık verişibizim nesil her zaman çok bilgimizle uzaklaştı; ne o ne biz yaralanmadık). Dostum Irene’in o sizdi. Gençlere hiç güvenmeyen ve desteklemeyen, ilk fırsatta zamanlar kendi evi yoktu. Üst sadece eleştiren aydınlarımızı katta oturan ev sahibi John çok çoktandır aydın saymıyorum zarif, çok kültürlü biriydi. Felben.) Ancak ne kadar az bildiğisefe okuyan müzisyen oğluyla mi; tarihimizi yeterli ilgi ve coşda çok iyi anlaşmıştık. Kitaplar, kuyla kucaklamayışımızla karmüzik, tabii ki yaban hayatı orşıdevrime ne çok katkıda buluntak ilgi alanlarımızdı. John da duğumuzu iyi ki yaşça erken ve arada bize katılır ve Türkiye’yi daha iyi tanımak için sorular so utandırılmadan utanarak anlamış oldum. 4 Temmuz kutlarardı. Üst kata ilk davet edildimalarındaki birlik ve neşeden ğimde gözümü kamaştıran büyüklükteki kütüphaneleri her şe de çok etkilenmiştim. Tarihinde ne çok “ayıp” olan bir ülkenin yi açıklar gibiydi. Ancak yine kutlamaları yanında bizim kutde gafil avlandım. Bir gün John lamaların kuruluğu ve onları kaelinde bir makale ile çıkageldi. nıksamışlığımız da çok dokunUzattığı makalenin konusunu muştu. Uzun bir süredir Atagörür görmez dondum, kaldım. türk’ü ve bu simgesel isim altınJohn bana uzun süre bir şeyler da Cumhuriyet’i ve anlatırken bu nedenle devrimleri bilgisizbir yanımla orada deALASKA ce ve terbiyesizce ğildim ne yazık ki. eleştirenlerin gitgiEvimden okyanus de yaygınlaşması ötesinde, Alaska’da, nedeniyle bu anılaJohn bana Mustafa rımı daha çok hatırKemal Atatürk’ü anÖZGÜR KEŞAPLI lar oldum. Kimi zalatıyordu! Onu hangi DIDRICKSON man bir şeyin değeözellikleri nedeniyle rini en çok yitirince dünyanın en büyük lianlıyor insan. Ne iyi ki yitirdiderlerinden saydığını sayıp döküyordu her zamanki zarafetiyle ğimiz bir şey yok aslında. Deve saygıyla. John yukarı çıkınca ğerini daha iyi anladığımız şeyler var. Gece çoktan sonuna gelhemen evin en alt katındaki diği için güneşin ışıkları belirdi. odama attım kendimi. Yazıyı Ve o güneş, sizi bilmem ama okurken ve okuduktan sonra sabana en tehlikeli düşmanları, atlerce ağladım. Gururlandığım içimizdeki hainleri gösterdi. için değil, utançtan ağladım Karanlığı referans alarak ne kaçünkü o yazıda yazan pek çok dar “aydın” olduğunu gösterip şey için “Evet öyle olmuştu” duran yalancıları. Oysa önemli ya da “Yok canım yanlış yazolan güneşe işaret edebilen aymışlar” diyememiştim! Yazandınlardan olmak. “Buzul sakinların büyük kısmını ilk kez duleri” yazımı okumuş olanlar hayuyordum. O gün aslında Atatırlarlar; 2 kutup arasındaki yoltürk’ü ve Cumhuriyet’i gerçekculukları nedeniyle göç şampiten sevip sahiplenmediğimin, yalnızca kanıksadığımın farkına yonu sayılan, güneş ışığını en çok gördükleri düşünüldüğü vardım. Müthiş bir tarihin deiçin de “güneşin kuşu” olarak ğerini bilmeden, gururunu duyanılan kutup sumruları ürüyor madan yaşamış olduğumun farburada. AKP hükümeti bizleri kına vardığım için utandım. Üniversitenin 3. sınıfını bitirmiş güzel anlamda silkeleyen eylemlerinden birini daha yapmış, bir gençtim. Bu halimde kuru 19 Mayıs kutlamalarını yasakladerslerin, ezbere dayalı eğitim mış. Fikir annesi olsam da gösisteminin, üniversite sınavına nüllü olduğum için “kutup odaklanmış yarış atı hayatımızın da payı vardı tabii ki. Ancak sumrularına hoş geldin” etkinliğinin tarihini ben belirlemiönce sarsıntıyla sonra sevinçle, yorum. Bu sene çok anlamlı bir kucakladım ben utancımı. O tarih değişikliği oldu. Güneşin utanç benimdi. Utanabilmenin kuşlarının dönüşünü 19 Maaslında insanın gözeneklerini yıs’ta kutladık! Aramızda 11 saaçan bir duygu olduğunu en iyi at var, yani kaldığınız yerden anladığım günlerden biri oldu o biz kutlamaya devam ettik… gün. Ülkemden binlerce kilometre uzakta yaşayan, sürekli [email protected] bilgisizliklerinden dem vurarak C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle