19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 NİSAN 2012 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Suriye ile Nereye Gidiyoruz? İnanılmaz Hukuksuzluk BU gazetenin cumartesi günü etraflıca duyurduğu bir haber, bütün ülkeyi telaşlandıracak kadar uyarıcı nitelikteydi. Evet, bütün ülkeyi, ana muhalefetinden Meclis dışındaki partilerine kadar bütün politikacıları, hukukçusu ve memuruyla, gazeteleri ve televizyon kanallarıyla, üniversiteleri ve dernekleriyle, iş çevreleri ve işçileriyle, bütün ülke halkını endişelendirecek kadar uyarıcı ve önemli. akın “n’olmuş ki” demeyin. Daha n’olacak? TBMM’nin gece oturumunda kabul edilen bir maddeyle hukuk devletinin beline kazma vurulmuştu. Hem de bir yasa önerisine eklenen tuhaf bir maddeyle. Üstelik öneriyle hiç bağlantısı olmayan bir biçimde. Asıl öneri, “Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu ve Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu başkanlarının görev süreleri”ne ilişkindi. Yani, sıradan ve bambaşka konuda bir öneri. Eklenen madde ise, milyarlarca liralık tartışmalı özelleştirmelere ilişkin olarak Danıştay’ın verdiği yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarını sıfırlamayı amaçlamaktaydı: İhaleyle kamu işletmelerini alan sözde “yatırımcı”lar, satışa karşı açılan davalar aleyhlerine sonuçlandığı halde kamu malını geri vermemişler ve özelleştirmeci kamu görevlileri de geri almakta ayak sürüyüp sorunu çözülmez duruma sokmuşlardı. Bu yüzden davalıydılar. Ama, şimdi eklenen maddeye göre, son sözü savcılar ve yargıçlar değil, hükümet söyleyecek. Hukukta böyle çelişki görülmemiştir. Bile bile ve göz göre göre yürütmeyi yargının üstüne çıkaran bir yasa olur mu? öz konusu bazı kamu kuruluşlarını şimdi işletenlerin niçin davalı olduklarını öğrenince şaşacaksınız. Kamuyu zarara uğratıp işçileri perişan ettikleri için bazısı aleyhine suç duyurusu bile var. Ama artık, aldıklarının üstüne kalkmazcasına oturabilirler, suçlulukları da hükümet kararıyla affedilmiş olacak demektir. Bu durumda, televizyon ilanlarıyla “hukuk devleti getiriyoruz” diye “yeni” anayasa yapmaya soyunanların iyi niyetine güvenilir mi? Soyguna dönüşmüş özelleştirmelere karşı KİGEM adıyla mücadele veren Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi şu olup bitenlerin, hukuka değil ahlaka ve vicdana da sığmadığını ilan etti. Ama kamuoyunu yönlendirip kamuyu koruması gerekenler yine sessiz. Hukuk devletini bile özlemeyenler neyi özlüyorlar acaba? Türk hükümetinin temel görevi, ülkemiz insanının kılına dokunulmamasını sağlamak ve onu her koşulda esenliğe kavuşturmaktır. Suriye’nin istikrara kavuşturulması, Türkiye’nin de kendi istikrarı açısından en temel amacı olmalıdır. Macera aramayalım! Prof. Dr. Hüseyin Pazarcı S S reti var. Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin Suriye konusunda yarattığı soru işaretleri, ister Sünni koruyuculuğundan, ister başta ABD olmak üzere Batı’nın ve bazı Arap ülkelerinin Beşşar Esad’ın gitmesi yönündeki isteklerinden, isterse kan döken bir yönetime karşı insancıl bir yaklaşımdan kaynaklanmış olsun; Esad’ın gidici olduğuna inanarak en uç tepkiyi göstermesi ve sonra da geri adım atamamasından kaynaklanmaktadır. Erdoğan hükümetinin son günlerde Batı’nın tepkisini bile ılımlaştırması ve askeri bir çözümün düşünülmesinin erken olduğunu açıklaması, öte yandan Annan Planı adı altında diplomatik çabaların sürmesi karşısında Türkiye’nin tek taraflı güce başvurmayacağı yönünde söylem geliştirmesi, yine de endişeleri tam olarak ortadan kaldırmamaktadır. Bu nedenle son günlerde ortalıkta dolaşan bazı olasılıkları/soruları baştan açıklığa kavuşturmamız, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve halkının esenliği için gereklidir. Bu sorularla dolu manzarayı netleştirmeye çalışalım: Suriye konusunda ortada dolaşan önerilerden biri olan Türkiye’nin Suriye’de bir “tampon bölge” ya da “güvenli bölge” oluşturması ne demektir ve uluslararası hukuka uygun mudur? “Tampon bölge”, halihazırda uygulanan uluslararası hukukta yerleşmiş ve açıkça düzenlenmiş bir kavram olmaktan çok, “komşu devletler arasında pratikte ekonomik, toplumsal ya da askeri denetimi sağlamak amacıyla kurulan bir özerk rejim altına konulmuş denetim alanını” belirtmektedir. Bu bölge eğer önceden iki komşu devletin arasında anlaşma ile oluşturulmuş bir tarafsız bölgeyi (no state’s land) işaret etmiyorsa, bunun komşu devletlerden biri tarafından ötekinin ülkesinde uluslararası hukuka uygun olarak kurulması en başta ilgili komşu devletin buna rızası Y aklaşık iki yıl öncesine kadar Suriye ile ilişkilerimiz “dost” ve “kardeş” sıfatlarıyla anılıyordu. Bugün savaş olasılığı dahil, kafalarda pek çok soru işa ile olanaklıdır. Böyle bir bölgenin bir komşu devletçe öteki devletin ülkesinde kurulması, bu komşu devletin çok istisnai saldırıların mağduru olması ve öteki devletin bunu yaptırması ya da engel olamaması durumları dışında, öteki devletin egemenliği ve ülke bütünlüğü ilkelerine aykırı düşecektir. Bu da iki devlet arasında savaşa kadar gidebilecektir. Dolayısıyla bu olasılık Türkiye açısından sorunlu bir olasılıktır. “Tampon bölge” dışında akla gelen “güvenli bölge” oluşturulması olasılığına gelince, böyle bir kavram büyük grupların bir komşu devletten ötekine sığınma aramak amacıyla geçmesi/göç etmesi olayları karşısında, bu göçten mağdur olan devletlerin sığınma arayan kişilerin kaçtıkları devlet ülkesinin sınıra yakın bir bölgesinde kalarak korunmalarını belirtmektedir. Başka bir deyişle, bu kavram ile Suriye’den Türkiye’ye gelmek isteyen kişilerin Suriye sınırına yakın bir bölgede yerleştirilmesi ve koruma altına alınması kastedilmektedir. Böylece göç edilmesi amaçlanan komşu devlet hem bu grupları barındırma ve besleme yükü altına girmeyecek hem de göç edenlerin özellikle silahlı kişileri de içermesi durumunda kendi kamu düzenini bozmasına ya da kendisini olayların içine çekmesine olanak vermemiş olacaktır. Ancak, böyle bir güvenli bölgenin kurulması, ya çeşitli nedenlerle ülkesinden kaçılan devletin buna rızası ile oluşabilecek ya da BM anlaşmasının VII. bölümü çerçevesinde Güvenlik Konseyi’nin bir kararı ile oluşturulabilecektir. Kısacası, aksine yollarla oluşturulmuş bu tür bir bölge uluslararası hukuka aykırı düşecektir. Suriye’den Türkiye’ye kaçan kişiler için göçler yoğun bir biçimde sürerse “güvenli bölge” yolu düşünülebilecektir. Ancak bunun uluslararası hukuka uygun olabilmesi için, Suriye’nin böyle bir rızayı verebileceği düşünülmeyeceğine göre, BM Güvenlik Konseyi kararı ile olması tek yol olarak görünmektedir. Tabii, bir kez “güvenli bölge” oluşturulursa artık hiçbir sorun kalmayacağını da düşün memek gerek. Örneğin, 1990’lı yıllarda Güvenlik Konseyi kararı ile Irak’ta Saddam kuvvetlerinin 36. enlemin kuzeyine geçmesi yasaklandığında, bu bölgenin güvenliğinin nasıl sağlanacağı kararda belirtilmediğinden, ABD, İngiltere ve Fransa durumdan görev çıkararak bu görevi yüklenmiştir. Oysa, özellikle ABD’nin bu “görevi” sonucu Irak’a 2003 müdahalesi ve Irak’ın kuzeyinde ağırlıklı bir biçimde olmak üzere bütün Irak için gerçekleştirdiği planlar düşünüldüğünde, bu tür bölgeler uygulamalarının nelere yol açabileceğini de iyi düşünmek gerekmektedir. Yine, Irak’ta 36. enlemin kuzeyindeki yetki boşluğunun Türkiye’ye karşı PKK’nin bu bölgede kolayca yerleşmesini nasıl kolaylaştırdığını ve rahat hareket etmesini sağladığını da unutmamalı... Türkiye’nin bazı çevrelerde düşünüldüğü gibi, BM anlaşmasının 51. maddesi uyarınca hareket etmesi, yani meşru savunma hakkını kullanması olasılığına gelince, bu tür koşullar doğmuş değildir ve kolay kolay da doğabilecek görünmemektedir. Zira, meşru savunma hakkını kullanmanın temel koşulu fiili bir saldırıya uğranmasıdır. “Sınır olayları”, ülkeye yoğun bir askeri saldırı olmadıkça bir saldırıyı hukuken oluşturmamaktadır. 51. madde hükmünün ikinci koşulu da, meşru savunma hakkını kullanan devletin zaman geçirmeden bunu Güvenlik Konseyi’ne bildirmesi ve bundan sonra da Güvenlik Konseyi’nin vereceği kararlara uyması zorunluluğudur. Dolayısıyla, özellikle bazı çevrelerde düşünüldüğü gibi, sınırdaki olaylar kamu düzenimizi tehdit ediyor gerekçesiyle fiili yoğun bir saldırı olmadan bu yola girilemeyeceği gibi, daha sonra Güvenlik Konseyi müdahalelerinin de sorunu nereye götürebileceğini hesap etmek gerekmektedir. Bütün bu sorular/sorunlar yumağı içinde her şeyden önemlisi, mezhep olarak Sünnisi, Nusayrisi, Dürzisi, Hıristiyanı, etnik olarak Arap’ı, Kürt’ü ve Türk’ü bulunan karmaşık yapılı bir Suriye’nin içişlerine bu derece karışırsak, bunun ülkemize yansımaları da olacaktır. Türk hükümetinin temel görevi, ülkemiz insanının kılına dokunulmamasını sağlamak ve onu her koşulda esenliğe kavuşturmaktır. Suriye’nin istikrara kavuşturulması, Türkiye’nin de kendi istikrarı açısından en temel amacı olmalıdır. Macera aramayalım! Evet, ‘Gülümsemek Direnmektir’ Sevgi ÖZEL 29 Nisan Dünya Dans Günü ve Siyah Kuğu Oğuz ÖZLEM Ankara Devlet Bale Sanatçısı arvard’da psikoji oku fırının önünde kalıplara döken işyan Siyah Kuğu bale fil çiyi koymuş. İkinci sıraya topminde “Black Swan” rağın yüzlerce altında çalışan işbaşrolde kendini dans hayatı bo çiyi; üçüncü sıraya da balet ve bayunca fiziksel acılara mahkum lerinleri koymuş. Bu felsefecinin eden, meslek uğruna sıfır bir dansçılar hakkındaki araştırmasosyal hayatın getirdiği patolojik sı böyle. Dünyanın sayılı fotoğtravmalarını yaşayan, Odette (iyi) rafçılarından Amerikalı Haward Odile (kötü) rolleri ile Altın Kü Schatz seyrettiği Kuğu Gölü bare’yi ve en iyi kadın Oscar’ını ka lesi hakkında bakın neler söylüzandı Natalie Fortman. İnsanın yor: Üç saatlik zaman zarfında, kendi kendini nasıl kamçıladığı başroldeki erkek dansçının (Prinnı; meslek sevgisinin doruk nok ce Siegtrieds) dans esnasında iki tasının bu olduğunu; artık bili buçuk ton yük kaldırdığını Odetyorum ve büyük saygı duyuyo te Odile rolündeki başroldeki karum. Tabii ki Siyah Kuğu fil dın dansçıyla, balet termolojimindeki bazı olaylar ve konu sindeki en zor hareketleri kendiabartılmış olabilir. Bu haller is lerini bunalıma sokarak yaparken, tisnai de olsa bilhassa dansçıla bütün dansçılarla beraber seyirrın çektiği sıkıntılar çoğunlukla cileri hayaller ve tatlı rüyalar duygusuna soktuklarını; sonsuz gerçektir. Sevgi ve iradenin doyumsuz keyifli dakikalar yaşattıklarını luğu sanatçının bir sonraki tem söyler. Stern dergisindeki rösilinde yine dev gibi önüne diki portajında “Uzun yıllar modellir. Ama sevgiyle yorulmuş akıl lerle, oyuncularla, müzisyenve bilgiyle birleşmiş gücün son lerle çalıştım. Ama deneyimlerasında getirdiği güzellikler hem rim bana gösterdi ki hiçbiri onun, hem de seyircinindir. Dün ama hiçbiri dansçılardan daha ya çapında sosyal bilimci fütürist sıkı çalışmıyor. Kelimenin tam (gelecek bilimcisi) John Nois anlamıyla, eşek gibi çalışıyorbitt, Megatrends, “Büyük Yö lar.” İzleyenlere, keyif, hafiflik nelimler” adlı kitabında dün duygusu veren bu dansın arkayada en zor, riskli ve büyük öz sında harcanan gücün ve çekilen veri isteyen meslekleri araştırmış. acının da altını çiziyor. İşte bu bir Birinci sıraya, maden cevherini bale sanatçısı için, öyle bir mu H sibettir ki, sevgiyle yorulmuş; görme, duyma ve güzelliklerle birleşmiş yaman bir güçtür. Bu olgulardan yoksun bir insanın, sevgi dilinde anlaması, takdir etmesi zordur. Sıkıntı, üzüntü ve kısıtlamalar ne derece olursa olsun, sanatçının kendi iradesiyle yarattığı bu bunalımlı durumlar onun mutluluk dayatmasıdır. Bale sanatçısı mesleğinin gönüllü bir mahkumudur. Yolu çetrefilli, ağır ve ömrü kısadır. Bizde ki bale sanatının bunca sene reconsuzluk deyip, yazılarla sözlerle aşağılanması ve ipe sapa gelmeyen saldırıların, bu yazdıklarımın doğrultusunda tahmin ederim insanlarımızın hâlâ devam eden içlerindeki takdir ve sevgi duygularının ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Mesleğimle ilgili böyle bir konunun, dünya gündeminde olması hem şans ve güzel, hem de benim için trajik bir konu. Eşimin balerin olması, benim senelerce Ankara Devlet Balesi’nin solist sanatçısı olmam; yurtdışında uzun seneler dans etmem; iki kızımında Ankara Devlet Balesi’nde solist sanatçılar olması; bu yazdıklarımın doğrultusunda tabii ki akıllı bir iş yapmış olmuyoruz. Sanata çok düşkün olan İstanbul Çapa mezunu olan öğretmen anne min benimle devam eden bu yarışın doyumsuzluğu ve o sahne güzelliğinin tatminsizliği aç kurt gibi kızlarıma da sirayet etmiş ki, onlar benden iyisini yaparak, bu sahne devini sevgiyle yorulmuş; akıl ve bilgiyle birleştirerek, yendiler. İyi dansçı olup, mutlu oldular. Güzel bir atasözü vardır: Cins kuş daha yumurtada iken güzel öter. Ama ne yaparsanız yapın, nafile. Onlar da iki üç yaşlarında iken, genetiklerini sahnenin tozu ile birleştirdiler ve geleceklerini belirlediler. Bale sanatçısının meslek sevgisi, saf ve temiz duyguları, doğru ve dürüst olma güdüsü içinden çıktığı topluma her zaman bir köprü olmuştur. Onun bu büyüklüğü ve sanat yeteneği ile beraber erdemliliği de göz ardı edilemez. Dünya Dans Günü’nü bir gün gecikmeyle dans dünyasının ağababası olan bale sanatıyla ilgili böyle bir konuyla bugünü kutlarken, insanların günümüzde yoğun teknoloji kullanımının yarattığı duygusal ve ruhsal olumsuz etkilerini nötralize edecek en kolay yol akıl, ruh sabır ve gönül gibi değerlerle bir köprü oluşturarak; o değerli vücudumuzun dansın ve çeşidi ne olursa olsun hareket ettirerek; bu zorlu yolun ipini biraz gevşetmektir. en, Silivri’ye hiç gidemedim; Mustafa’ların içeri alındığı günlerde ailece başka bir savaşım başlatmıştık; savaşımı veren bir kişiydi ve her gün bizden uzaklaşıyordu. Sonunda bizi bırakıp gitti; yaşıyorsak, umut hep var. Bunu Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Soner Yalçın ve düşünceleri için zindana atılan profesörler, gazeteciler, yazarlar, tüm aydınlar bir kez değil, birçok kez kanıtladılar. Prof. Mehmet Haberal, gazeteci Doğan Yurdakul gibi sevdikleriyle son bir kez kucaklaşamayanlar, içerde sağlık sorunlarıyla boğuşanlar, insan olmanın, insancıl duygu taşımanın değerini çarpıcı bir biçimde gösterdiler. Anlayana… Yaşıyorsak, umut hep var. Evet, ben Silivri’ye hiç gidemedim; ama Silivri’de tutsak olanlar bize geldiler. Umudu diri tutan dik duruşlarıyla, kitaplarıyla, selamlarıyla bize, evimize geldiler. Yaşıyorsak, umut hep var. “Gülümsemek Direnmektir” diyen Mustafa Balbay, yalnız kendi duruşunu değil, aynı yazgıyı paylaştığı bütün tutsaklar adına derin derin düşünmemizi, düşünmekle yetinmememizi gösteren kitaplarıyla uzun uzun anlattı. Anlayana kuşkusuz… Her akşam televizyon televizyon gezen gazeteci kimlikli kadınlar, erkekler, “dedimdedi”den öte geçmeyen, içeriksiz söz ve yazılarıyla, bağıra çağıra önüne geleni suçlarken zindandaki tutsaklar (tutsak sözcüğünü özellikle kullanıyorum; çünkü düşüncenin tutsak edildiği bir süreçten geçiyoruz), kalemlerinin tutsak edilmesine olanak tanımadılar. Kitaplar birbirini izledi; sıralasak, döneme ilişkin koskoca bir kaynakça oluştuğunu görürüz. Bu dönemi bilimsel gözle irdeleyen ya da irdeleyecek toplumbilimcilere birçok açıdan bilgi, belge sunan, kalın kalın, içleri dolu dolu, döneme ışık tutacak yapıtlar ortaya çıktı. Bir, dışarıdaki fildişi kulesinde bir karış yazıyı ancak yazan ama salt yazısının değil, kendi boyunu bile aşan suçlamalarla yargıdan önce herkesi yargılayıp “mahkum” edenlere bakıyorum; bir de bin bir güçlükle, hatta iki elini kullanma becerisi kazanarak ürün veren, özgürlüğü elinden alınan gazetecilere… (Kuşkusuz gazeteci gibi gazetecilik yapanlar, bu eleştirilerin dışında…) Kitap yazmak kolay mıdır? Yazan bilir… Gerçek okuyucu da bilir… Kitap fuarlarında hangi yayınevinden çıkmış olursa olsun, birçok yazar, tutsak arkadaşların kitaplarını imzaladı; imzaladık. Umudumuzu yansıtan iyi dileklerle… Burnumuzun direği sızlaya sızlaya… Okurun gözyaşının, titreyen elinin ve sesinin öfkeye değil, dirence dönüşmesine özen göstererek… Tutukluyken bir değil, dört kitap sundu bize Mustafa Balbay, birçok olumsuzlukla, özlemle baş etmeye çalışırken “Gülümsemek Direnmektir” diyebilmek kolay mı? “Silivri Toplama Kampı/ Zulümhane; Düşünüyorum O Halde Sanığım/ Zulümname; Demokrasi Tanrısı/ Zulümdar…” Bu üçlemeyi, tutukluyken yazdıklarını toplayan “Gülümsemek Direnmektir” izledi. Yazılarını hiç kaçırmadan okudum; ilk üç kitabını da çıktığı an… Bu arada Tuncay Özkan’ın kitaplarını saymalıyım; Soner Yalçın’ın ve öteki gazetecilerin kitaplarını da okumamış olanlar varsa, kendi düşüncesini özgür istenci ve kendi aklıyla oluşturması, beyin yıkayan TV izlencelerinden, gazetelerden kendini korunması için herkese öneririm. Ben Silivri’ye hiç gidemedim; kardeş acısı yolumu kesti; kardeşim olsalardı ancak bu kadar sevip sayacağım arkadaşlarımı zindan çatısı altında göremedim. El sallayamadım; ses veremedim. Benim gibi düşünen ve yerinen, onları yapıtlarıyla, düşünceleriyle kucaklayan binlerce insan olduğunu biliyorum. Balbay, son kitabının önsözünü, “Kitapta buluştuk, özgürlükte de buluşmak dileğiyle” diye bitirmiş. Bu dileği paylaşan binlerce okuru var. Binlerce okur, onları bekliyor. Onların kitapları için ne sayfa sayfa duyurular yapılıyor, ne TV’lerde övgüler düzülüyor; tersine onları karalama kampanyası tamgaz sürüyor. Ancak yurttaş kimin kim olduğunu bilerek bu kitapları su içer gibi okuyor. Kitap yazmak kolay değil; tutsakken “Gülümsemek Direnmektir” diyebilmek de her babayiğidin harcı değil… Özgür olduğunu sanıp sırıtmak başka şey, gülümsemenin direnmek olduğu bilincini taşımak başka ve çok değerli… Düşündüğü için özgürlüğü alınanları özlemle, saygıyla selamlıyorum. B C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle