15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
31 ARALIK 2012 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 Mustafa Ata’nın 46 yıllık sanat yaşamının geniş özeti Beşiktaş MKM’de Huzura kavuşmak için... ? ‘Huzura kavuşmak için bütün bunlar… Benim bütün savaşım atölyemde. Çünkü dış dünyayla ilişkiyi ancak bu yolla kurabiliyorum, kendimi böyle ifade edebiliyorum.’ ÖZLEM ALTUNOK 60’lardan, ilk öğrencilik dönemlerinden de işleri var Mustafa Ata’nın, mutfağından desenler de, zorlu zamanlar 70 ve 80’lerden, renklerle, hareketle hayat bulan figürlerin gitgide özgürleştiği 90’lardan da, sanat tarihinden referanslarla tuvalin hacmini zorladığı çalışmalar da… Sürekli bir öncekini zorlayan, çarpışan, derinliği yüzeyde arayan, giderek hafifleyen ama sürekli hareket halinde bir resim dilinin neredeyse tüm örnekleri… İnsanın uzun ve kederli hikâyesini anlatıyor 46 yıldır Mustafa Ata resim yaparak. Mücadelesini, geçiciliğini, çıkışsızlığını, coşkusunu kurduğu sahneye taşırken savaşı hep kendisiyle. Bu retrospektif sergi için de aynı şeyi söylüyor: “Baştan sona ne yaptığımın, sanat ideolojimi bugüne nasıl taşıdığımın hesaplaşması.” Mustafa Kemal Merkezi Beşiktaş Çağdaş Salonu’nda 30 Ocak’a kadar sergilenecek 150’nin üzerinde yapıtla izini sürdüğümüz bu hesaplaşma, onun olduğu kadar, hepimizin hikâyesi… Resminizin bir bakışta size ait olduğunun anlaşılması, uzaktan bile bakınca hemen tanındığının söylenmesi hoşunuza gider mi? Gitmez. Her sanatçı uzaktan tanınır zaten. Adnan Çoker tanınmaz mı? Mesele o değil, sanat zaten kaygan bir zemin, o zeminde nasıl hareket edeceğini çok iyi bilmelisin. Başından günümüze nasıl bir serüvenle bu noktaya gelindi, dayanaklar nelerdir? Esas bunlar önemli. Retrospektif sergiler de bunlarla hesaplaşmanın yeri… Geriye gidip, 60’lardan başlayalım… Güzel Sanatlar’daki yıllarınızdan… Bir kere o dönemde, bence bugün az rastlanan Rönesans kaynaklı bir atölye sistemi vardı. Sanat Batı’da nasıl tanımlanıyorsa Türkiye’de de öyle tanımlanıyordu. Benim ilk işlerimde de o değerler geçerlidir. Az renk, çok figür, ardından bunların yalınlaşması… Sonra 80’li yıllara yaklaşınca her gün onlarca kişinin öldürüldüğü bir ortamda kendinizi resimle ifade ediyorsanız olanların resminize yansıması kaçınılmaz. Bu tanıklığın ifadesi girdi resmime ve 90’lara kadar da uzandı. Bu süreç aynı zamanda resminizdeki dramatik altyapıyı oluşturduğunuz, renkli formların belirmeye başladığı dönem… Rengi resmimde nasıl kullanacağım iyice şekillenmişti. Daha içe dönük, daha ruhsal söylemler de resmime girmeye başladı. Hem toplumsal değerler, hem bilim, hem sanat tarihi, geçmiş bütün bunlar bir arada yansıdı. Çok renkçi bir minyatür geleneğimiz var örneğin, İznik çinileri sonra, kaligrafi, Mısır sanatı, Alman dışavurumcuların biçimi sunmasındaki o şiddetli renkler... Biçimin dış görünüşünü biraz ihmal ederek içerde ki potansiyelle, insanı var eden değerlerle ilgilenmeye başladım. Yüzeyin üzerinde tüm değerlerin ince matematiği ve estetik… O bıçak sırtı denge sizin resminizin de kilit noktası. Resmimde neyi ayıklayacağım, üzerine ne ilave edeceğim üzerine çok düşündüm. Hâlâ da yarım… Diyalektik felsefede her şey karşıtına dönüşür ama daha iyi olarak dönüşür. Çünkü sarmaldır, kendinden öncekini reddetmeden ekledikleriyle yenilenir. Resmimin gelişimini o diyalektik filozofide görüyorum. Peki yıllar geçtikçe bu tamamlama durumunda ne değişiyor? Bilgiyi dağarcığa almadan bir şey söyleyemezsiniz ya. Söz çoğaldıkça resim yapmak da giderek zorlaşıyor. Hareket alanınızda da başlangıçtaki gibi özgür olamıyorsunuz. Daha az cesaretli oluyorsunuz, çünkü hata yapma hakkınız yok. 1000 resim var sergiye paralel hazırlanan o kapsamlı kitapta, onlarca yazı, röportaj… Hepsi de sizin üretkenliğinizin göstergesi… Huzura kavuşmak için bütün bunlar… Benim bütün savaşım atölyemde. Çünkü dış dünyayla ilişkiyi ancak bu yolla kurabiliyorum, kendimi böyle ifade edebiliyorum. Renoir mesleğimizi yaparak öğreniyoruz der, ürettiğin zaman ancak söz söylersin, kafandakini ne kadar somutlaştırabiliyorsan… O biçim de bugüne kadar aldığımız estetik değerdir. Bunu çok önemsediğim için çok üretiyorum. ODTÜ ‘Üniversite’dir! 5 yıl önce kitaplarımdaki biyografim yalnızca bir cümleydi: “1956 Eskişehir doğumlu, ODTÜ Sosyoloji mezunu, reklam yazarlığından emekli.” Eskişehirli olmak, ODTÜ’lü olmak ve reklam yazarlığı değil elbette, ama ondan emekli olmak, övündüğüm şeylerdi. Refik Durbaş’ın çok hoşuma giden bir yanıtı vardır. “En çok övündüğünüz başarınız nedir?” gibi bir soruya karşılık “askerliğimi yapmış olmak” yanıtını veriyordu. Benim de reklam yazarlığından “emekli” olmam böyle bir başarı sayılır! Sonra geç yaşta baba olunca, biyografim yalnızca bana bu mutluluğu yaşatan kızımın adıyla biçimlendi, artık “Nar’ın babası”ydım. Bu kuşkusuz Eskişehir’i ve ODTÜ’yü anılarımdan, yaşamımdan silmek anlamına gelmiyor, tam tersine, varoluşumu anlamlandıran en değerli şeyler arasında, bir okul ve bir kent de var. İyi ki o kentte doğmuşum, o okulda okumuşum. Ne Eskişehir yalnızca bir kent ne de ODTÜ yalnızca bir üniversite. İkisi de yeryüzündeki en insanca yaşam biçimi olan sosyalizm duygusu ve düşüncesinin somut karşılıklarını bulduğum yaşam alanları. Lise ikiye giderken ODTÜ’de sosyoloji okumak ve akademisyen olmak istiyordum. ODTÜ’de sosyoloji okudum, Anadolu Üniversitesi’nde de 1 yıl asistanlık yaptım ama sonra da “uyup hainin iğvasına” reklam yazarlığına başladım. Eskişehir bana barış içinde, bir arada yaşamanın bir düş olmadığını gösterdi, elbette sosyalizm böyle bir şeydir. ODTÜ ise Eskişehir’de başlayan arkadaşlık ve yoldaşlık duygusunun, dayanışmanın o hiçbir şeyle ölçülmez değerini öğretti, sosyalizm biraz da bu değil midir? Devrimci bir ruhla yetişmiştim, eleştirel ve özgür düşüncenin sosyalizmin ilk koşulu olduğunu da ODTÜ’de öğrendim. Çünkü ODTÜ “Üniversite’dir”, “evrensel düşünme” yeridir. Güzel bir gelenek olarak, sol dünya görüşünü benimsemiş öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir yerdir ama benim öğrencilik yaptığım 1976’dan başlayarak İslami inanca mensup ya da liberal öğrenciler de eğitimlerini sürdürürler orada. 1980’den önce bir yandan kendi içimizde tartışırken bir yandan da İslami inançtaki arkadaşlarla çeşitli konuları konuşur, tartışırdık. “Öteki”ler yetmedi şimdi de sıra ODTÜ’nün “öteki”leştirilmesine geldi anlaşılan. Kürtler “öteki” değil “beriki”ydi, ötekileştirildi, Aleviler “öteki” değil “beriki”ydi, ötekileştirdiler, sosyalistler her zaman “öcü”ydü, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, bir yerlerden hatırlıyorum ama… Roboski katliamının 34 kurbanı toprağın altında, aileleri adalet bekliyor. Madımak ve Maraş katliamlarını anmak da yasaklandı. Nâzım Hikmet’in “Hoş geldin bebek yaşama sırası sende/ senin yolunu gözlüyor/ kuşpalazı boğmaca kara çiçek sıtma/ yürek enfarktı kanser filan” dizelerine benzer, hepimizi en hafifinden biber gazı filan bekliyor. Biber gazının da katkısıyla göz yaşartıcı başarılarla dolu bir yıl yaşadık. Bu yılın “göz yaşartıcı” başarılarla dolu olmaması dileğiyle. Gazetemiz yazarı, şair ve düşünce adamı Onat Kutlar anması Katlinin 18. yıldönümü İstanbul Haber ServisiGazetemiz yazarı, şair, düşünce adamı Onat Kutlar (59) bombalı saldırıya uğramasının 18. yıldönümünde Aşiyan’daki mezarı başında 11 Ocak cuma günü saat 12.00’de ailesi, yakınları ve dostları tarafından törenle anılacak. Onat Kutlar’ın eşi Filiz Kutlar, 18 yıl geçtiğini ancak acılarının dün gibi taze olduğunu belirterek “Bu yalnız benim acım değil. Bizim gibi birçok çözülemeyen ya da çözüldü gibi gösterilen faili meçhul cinayet var. 18 yıl geçti, yeni bir nesil yetişti ama failler halen bulunamadı. Bir adım ilerleme yok. Ya failler bulunmuyor ya bulundu deniliyor ya da Abdi İpekçi’de olduğu gibi katil serbest bırakılıyor. Acımız yüreğimizde duruyor” dedi. Eşi Onat Kutlar’a bir mektup yazdığını anımsatan Filiz Kutlar, “Faili meçhullere karşı devletin ve hükümetlerin bakışı ne yazık ki değişmiyor” diye konuştu. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) bugün Kutlar’ın ölümü ile ilgili bir açıklama yapacak. 30 Aralık 1994’te The Marmara Oteli’nin Opera Pastanesi’ne yapılan bombalı saldırıda arkeolog Yasemin Cebenoyan, hastaneye kaldırılırken yaşamını yitirmiş, Kutlar ağır yaralanmış, 11 Ocak 1995’te de hayatını kaybetmişti. O yıl, yılbaşından önce, İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDAC), yılbaşını “kana boyayacaklarını” açıklamıştı. Yılbaşı öncesi çeşitli kentlerde eylemler yapan İBDAC, Opera Pastanesi’ndeki bombalamayı da üstlenmişti. Mahmut Turgut’tan 12 yazar portreli takvim ? Kültür Servisi Şair ve fotoğrafçı Mahmut Turgut 12 yazarın portresini duvar takvimi olarak yayımladı. 23x48 cm boyutunda renkli olarak hazırlanan takvimde, Hıfzı Topuz, Altan Öymen, Füruzan, Ataol Behramoğlu, Muzaffer İzgü, Sennur Sezer, Adnan Binyazar, Cevat Çapan, Gülten Dayıoğlu, Deniz Kavukçuoğlu, Ayşe Kulin ve Fikret Otyam’ın portreleri ve yaşam öyküleri yer alıyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle