19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 KASIM 2012 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Tarihçilik Zor Zanaattır, Çok Zor! Kampanya SAYIN Başbakanı devlet başkanlığına yüceltme kampanyası başlamıştır. Ama, sistem değişikliği yapmak ve parlamenter sistemi başkanlık ya da yarıbaşkanlık sistemine dönüştürmek biçiminde. Yalnız, dikkat: İlk bakışta sistem değişikliğinden ibaretmiş gibi görünen bu niyet her iki durumda da bir rejim değişikliği adımını içermekte: Cumhuriyetin temel niteliğini başkalaştırmak hedefine yönelik olarak bugünkünden hayli farklı ve dinsellik dozu arttırılmış bir otoriterlik. Tam totaliterlik olmasa bile. ilinçli olarak seçilmişe benzeyen ve şimdi açıkça belli olan strateji, her şeyi değil de çok şeyi değiştirerek önce bir kaos yaratmak biçiminde başlıyor. Örnekler, ilk ve ortaöğretim düzeninden kalkıp okul kılıklarına ve başörtüsü çıkmazını yeniden başlatmaya kadar varan kararlarla genel dağınıklığı, huzursuzluğu çoğaltıcı ve bir kurtarıcı beklentisini yükseltici nitelikte olmakta. Ta ki, bir kişi daha yüksek düzeye çıksın ve etkili bir “yeni nizam” getirerek asıl hedefi gerçekleştirsin. Çünkü, “yeni anayasa” gerekliliğini ileri sürerek toplumu anayasa platformlarıyla falan oyalayıp takvimi kendi zamanlama hesaplarına göre ayarladıklarını düşünenler artık tam hedefe varmak için acele etmeye başlamışlardır. imdi, iki vitesli bir girişimin ikinci aşamasındayız. Daha doğrusu, Partilerarası Uyum Komisyonu ve enkazı üzerindeki çalışmalar süredursun, sanki aynı çerçeve içinde eşzamanlı bir çabaymış gibi Sayın Başbakan’ın yakın ve “uzak” arka odalarındaki asıl çalışmanın ortaya çıkarılmasına sıra gelmiştir. O çalışma sondaj kuruluşlarının ve panel gruplarının son derece ustaca yürütülen yöntemleriyle içte ve dışta pazarlanacaktır. Şaka değil, yeryüzünün en kritik coğrafyasında önemli ve çeşitli hesaplar için kullanılabilecek bir devletin geleceği söz konusudur. erhalde, tepkisiz seyredilecek bir gidiş değildir bu. Kemalist devrimin ilkelerine inananlar ülke geleceğini karartanlara hep birlikte “dur” diyebilecek bir toparlanmayı mutlaka sağlamak zorundadırlar. Ne yapmalı ve nasıl? Vaktiyle ülkenin geleceği kararınca ilk ne yapılmışsa ve aynen öyle. Yani, kongreler toplayıp ret kararı alarak. 18 Yaş... Umran Sölez Tan İstanbul E. Çocuk Mahkemeleri Yargıcı Tarih kutsalı yaratmaz, ilahiyat değildir o. Belgeye dayanır, olmuşu bulmaya çalışır. Ancak nesnel (objektif) iddiasında olanlara da farklılıklarla ve değişik yaklaşımlarla yanıtını verir. Böyle işler bu bilgi, sanat, felsefe dalı. Onun içine savcılar/yargıçlar girmez; komutla yürümez bu devasa bilgi dalı. Salih ÖZBARAN Emekli Tarih Profesörü “ B Ş Osmanlılar, aynen ortaçağın Küçük Asya’sındaki diğer halklar gibi, (Doğu) Roma topraklarının sakinleri anlamına gelen Rumî diye adlandırılmışlardı. Bu, temelde coğrafi bir adlandırılmaydı ve esas olarak o halkların yaşadığı yeri belirliyordu; ancak coğrafyacıların ve gezginlerin gözünden kaçmadığı üzere, merkezi İslam topraklarından bakıldığında bir sınır bölgesi olan Rum’un TürkMüslüman nüfusunun, onları gerek İslam dünyasından, gerekse diğer Türklerden farklı kılan kendilerine özgü ve alışılmamış yönlere sahip oldukları anlaşılıyordu. Şöyle ki, bir Rumî Türk olmak aynı zamanda İslam uygarlığının, bir yandan yeni bir bölgede kendi yaşam biçimini oluşturan, diğer yandan rakip bir dinsel uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak için uğraş veren yeni bir bölgesel görüntüsüne ait olmak anlamına geliyordu.” Tarihçi Cemal Kafadar böyle bir tanımlama getirmişti Osmanlıların en azından Anadolu ve Rumeli’ye yayılan coğrafyasına. Ondan da yıllar önce tanınmış tarihçi Bernard Lewis , Osmanlıların Avrupa’da benimsenmiş olan Türk ve Türkiye sıfatları yerine sahip oldukları ülkeler için Memâliki İslam, hanedan için de Âli Osman’ı yeğlediklerini dile getirmişti. Güngörmüş tarihçilerimizden Şerafettin Turan, Türkiye (Turchia) nitelemesinin on birinci yüzyıla ait bir Bizans tarihçisi tarafından kullanıldığını yazmıştı. Halil İnalcık ise Rumîlerin 15. yüzyıldan itibaren Endonezya’ya kadar Arap, İran ve Orta Asya İslam toraklarında ün saldıklarını bildirmişti. İlber Ortaylı da Osmanlılara kimlik biçerken hanedanlığın Müslüman ağırlıklı yaşadığına ve ancak on dokuzuncu yüzyılda Türklüğe yöneldiklerine işaret etmişti. Onun Osmanlılar hakkında en çarpıcı açıklaması “Müslüman Roma” yakıştırmasıydı; “Biz Roma İmparatorluğu’nun vârisleriyiz. Ve Müslüman da olsak Romalıyız…” biçimindeki tasviriydi. Bozkurt Güvenç, yıllar önce derlediği bir kitabında “Türk Osmanlı idi, ama Osmanlı Türk değildi” tekerlemesini anımsatmıştı. Doğan Kuban ise ayakta kalan sanat eserlerinin tahribatını sıklıkla anımsattı bizlere. Osmanlı kimliğine ilişkin derlediklerimi kitaplaştırırken, tarihçilerin görüşlerini yansıtırken kim bilir ne kadar eksik bıraktıklarım olmuştur, ya da kavrayamadıklarım!* Osmanlılara kimlik biçmenin, aidiyet belirlemenin zorluğu ya da kolayca sıfatlandırmanın rahatlığı tarihçilerin eskiden beri sorunu olagelmiştir. Hele hele kendisini “Kayseri Rum” (Roma mirasının sultanı) olarak görkemleştiren padişahların aidiyet duygularını saptamak hiç de kolay değildir. Ancak bu zorluk, 25 Kasım 2012 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Muhteşem Yüzyıl” dizisi için yargıyı da göreve davet eden bir konuşmasıyla bambaşka bir boyut kazanmıştır. Konu ertesi gün gazetelerde geniş yer bulmuş, televizyonlarda tartışılmıştır. Başbakan, aslında temelinde bir kurgu yatan bir dizi hakkında “Bunlar ecdadımızı o Muhteşem Yüzyıl belgeselindeki gi bi tanıyor” ifadesiyle Sultan Süleyman ve dönemi için tasvir edilen ve saraya/hareme bağımlı kalan bir kimlik görüntüsünü eleştirdi; sultanın ömrünün at sırtında geçtiğini de ekledi sözlerine. Tarih, hiç kuşku yok ki, ne sadece harem duvarları içine sıkıştırılabilir ne de yalnızca at üstünde geçen (ve sultanın hattı hümayunlarında “Ben ki…” tanımlamasıyla sıraladığı ülke ve denizlerde yapılan) fetih serüvenlerinin öyküsüne. Benim burada dile getirmek istediğim, tarihin sosyal ve beşeri bilimlerin zorladığı ve olağanüstü çeşitlemelerle ulaştığı konu zenginliğini belirtmek değildir. Tarihin (tarihçinin) son noktayı koyan kişi olduğunu da savunacak değilim. Ama uygar dünyada tarihçilerin saygınlıkları vardır. Onlar öncelikle ciddi sayılan akademik aşamalarda pişerler; daha sonra da vardıkları sonuçları vulgarize ederek hatta popülerleştirerek “yaygın tarihçilik” yöntemiyle topluma ulaşmak isterler. Belgesellerle ekrana yansıtılan biçimiyle inandırıcılığına özen gösterilir ya da dizi filmlerle hayal ürünleri yansıtılır. Biliyoruz ki tarih başlangıçta belirsiz tanıklıkların, rivayetlerin, romansların, inançların ve benzeri yaklaşımların esaretinde kalmıştır; zamanla bilim niteliği kazanmış, sanat ürünü olabileceğinin de çok güzel örneklerini vermiştir. Tarih kutsalı yaratmaz, ilahiyat değildir o. Belgeye dayanır, olmuşu bulmaya çalışır. Ancak nesnel (objektif) iddiasında olanlara da farklılıklarla ve değişik yaklaşımlarla yanıtını verir. Böyle işler bu bilgi, sanat, felsefe dalı. Onun içine savcılar/yargıçlar girmez; komutla yürümez bu devasa bilgi dalı. Tarihçi araştırır, tasarlar; beğendiği format içinde yayar bildiklerini, öğrendiklerini. Geçmişi konu eden dizilerin eleştirisini bırakalım yaşamlarını bu işe adamış ve adamakta olan tarihçilere. Çünkü bir tarihçinin yargıcı başka bir tarihçiden başkası değildir. * Salih Özbaran; Bir Osmanlı Kimliği, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004. E H Tekkeli, Takkeli Cumhuriyete Hayır(!)… Rejimin koruma duvarlarını yıkmaya yönelik tartışma başlıkları ile gündemin saptırılmasından toplum bıkkın ve bezgin. Zamana yayılan tartışmalar ve tartıştırma taktikleri ile ilerleyen karşıdevrimin daha fazla ilerlemesini ne toplum istiyor ne de bu yola taşları döşeyen dış güçler… Dış basında Türkiye kaygısı giderek artıyor. Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN Başlarını kuma gömerek, “radikal İslam Türkiye’ye uğramaz” rehaveti ile iktidara destek vererek sağladıkları refahları için de bir tehdit olduğunu görebilecekler mi? Bir millet uyanıyorken, aydın geçinen bu kişiler hâlâ uyumaktalar… Millet, Atatürk devrimlerine dayalı cumhuriyetin kazanımlarından daha fazla ödün vermek ve cumhuriyete tekke ve takke ile ipotek konulmasını istemiyor. Rejimin koruma duvarlarını yıkmaya yönelik tartışma başlıkları ile gündemin saptırılmasından toplum bıkkın ve bezgin. Zamana yayılan tartışmalar ve tartıştırma taktikleri ile ilerleyen karşıdevrimin daha fazla ilerlemesini ne toplum istiyor ne de bu yola taşları döşeyen dış güçler… Dış basında Türkiye kaygısı giderek artıyor. (*) Kaldırılması önerilen, Atatürk devrimleri içinde yer alan 677 sayılı “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”; 30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilmiş, 13 Aralık 1925 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu yasa ile tüm tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek ve muskacılık gibi eylem, unvan ve sıfatların kullanılması, bunlara ait hizmetlerin yapılması ve bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesi yasaklanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti içinde padişahlara ait ya da bir tarikata çıkar sağlamaya yönelik tüm türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmış; yasaya aykırı davrananlara hapis ve para cezası getirilmiştir. S iyasal İslamı referans alan bir siyasal görüşün iktidarı tek başına ele geçirdiği ve Türkiye için çok uzun sayılabilecek bir süre iktidarda kalabilmesinin sağlandığı bir düzenekte, radikal uçların filiz vermeye başlaması hiç şaşırtıcı değil. Cumhuriyetin temel felsefesi olan laikliği aşındırma çabaları giderek artarken gündeme bir tartışma konusu daha eklendi. Tekke ve zaviyelerin(*) açılması ile ilgili söylem aynen şöyle: “Hiçbiri yok olmadı hepsi varlığını devam ettiriyor. Peki devlet bunu bilmiyor mu? Öyle ise niye biz birbirimize karşı muvazaa yapalım. Vatandaşların ihtiyaçlarını karşılamak devletin birinci vazifesidir. Biz ihtiyaçları görüp onu gidermekle mesulüz. Vatandaş bize bu noktada yetki veriyor sorunları göreceğiz ve bu sorunlara beraber çözümler arayacağız. İnşallah diyorum önümüzdeki zaman içerisinde bu noktalarda da önemli adımları birlikte atma imkânını yine beraber yakalayacağız.” Bunu söyleyen hem başbakan yardımcısı hem de bakan. Yasanın açıkça suç saydığı fiilleri onaylayan ve bu fiilleri işleyenleri cesaretlendiren bir söylem birinci ağızdan dile getirilince suç olmaktan çıkıyor. (!)… Çünkü Türkiye’de artık hukuki bir düzen yok, fiili bir düzen var. Anlaşılıyor ki yaratılan iklim yasanın açıkça suç saydığı fiilleri yaşam pratiğinde çoğaltarak, hukuki olan yerini fiili olana bırakıyor, hukukun dışına çıkan bu yolu bizzat iktidarda bulunanlar açıyor. Hukuk ise buna karşı yaptırımsız kalıyor. Artık neyin suç olup olmadığını hukuk değil, iktidardaki anlayış belirliyor. Hukuk iktidarı sınırlayan bir güç olmaktan çıkınca, yasa yapma keyfiyetine sahip olan iktidar fiili olanı hukuktan boşalan yere yerleştirebiliyor. Hukuk devleti yerini, yasa devletine bırakıyor. İktidarda bulunan partiyi durdurabilecek örgütlü tek güç parlamento içine kıstırılmış muhalefet. Bunun toplumsal ayağı ise felç edilmiş durumda. Kamuoyunu etkileyecek kanaat önderlerinin tutukluluk hallerinin toplumsal muhalefet üzerinde yaptığı etki ile toplum sindirilmiş durumda. Korkutma, yıldırma, caydırma gibi baskı yöntemlerinin dolaylı ve sürekli olması etkinin gücünü artıran önemli bir ayrıntı. Tüm bu sindirilmiş haline ve Atatürk ilke ve devrimlerini yok sayan anlayışlara karşın, TESEV’in Konda araştırma şirketine yaptırıp, yayımladığı anket sonuçlarına göre, toplumun yüzde 82’si Atatürk ilke ve devrimlerine dokunulmasını istemiyor. Yurttaşın ezici çoğunluğu anayasadan “Türk milleti” kavramının çıkarılmasına ve Türkçeden başka resmi dil belirlenmesine de karşı çıkıyor. Tüm baskı politikalarına karşın toplumsal bilinç çarpıtılamamışsa ve toplumun sağduyusu akılda birleşmişse, yok edilmek istenen Atatürk ve devrimlerinin mayasının ne kadar güçlü olduğu bir kez daha ortaya konulmuştur. Atatürk, bilimi ve akılı önceliyordu. Toplumun yolunu açacak olan da akıldır, bilimdir; tekkeler ve takkeliler değildir. İslam cumhuriyeti olarak dünyaya pazarlanan Türkiye’nin radikal uçları cesaretlendiren açılımlarla radikalizme savrulması, yalnız Türkiye için değil, Türkiye’yi İslam kıskacına sıkıştırarak Ortadoğu’yu şekillendirmek isteyen güçler için de bir tehdittir. Toplum, cumhuriyeti İslamlaştırma politikalarının sınırına geldiğimiz uyarısını vermiş; 29 Ekim kutlama ve 10 Kasım anma törenlerinde tepkisini tüm sindirme politikalarına karşın açıkça ortaya koymuştur. Egemen olanın iktidar üzerinde söz sahibi olduğu, iktidar olmanın egemen olmak anlamına gelmediği, egemenliğin asıl sahibinin millet olduğu mesajı toplumsal refleksle anlatılmıştır. Türkiye’nin cumhuriyetin niteliklerinin dönüştürülmesi üzerinden yürütülen rejim karşıtlığına destek çıkan “ikinci cumhuriyetçiler” ile halkoylaması aracılığıyla hukuk yolunun kapatılmasına katkı koyan “yetmez ama evetçiler” bu radikal çıkışlar karşısında ne gibi bir tavır takınacaklar? ski Roma’nın 12 Levha Kanunu’ndan itibaren büyümekte olan çocuklar buluğa erişip erişmemelerine göre baliğ ve baliğ olmayanlar diye ayrılmaya başlamışlardır. Klasik hukuk döneminde “uzun zaman konuşamayan küçük” tanımına yer verilmiş, imparatorluk döneminde ise “anlama ve isteme gücü” olgusuna varılmıştır. Ancak Jüstinyen öncesi zamanlarda mevzuat ve örf ve âdet, küçüğün baliğ sayılabileceği bir yaş saptaması yapmamıştır. Örf ve âdet yalnızca kız çocuklarının 12 yaşı tamamlamasıyla buluğa erdiklerini kabul etmiş, erkek çocukların hangi tarihte buluğa erdikleri konusunda ise bir yaş belirleyememiştir. Tartışmalı kalan konuya Jüstinyen son vermiş ve erkek çocuklar için buluğ yaşını 14 olarak belirtmiştir. Roma, kilise hukukları ve ortaçağ sonu İtalyan içtihadıyla gelişmiş müşterek hukukta küçüklerle ilgili üç yaş grubu birbirinden ayırt edilmiştir: ‘İnfantes’ 7 yaşına kadar, ‘impuberes’ buluğa ermeyenler 714 yaş arası ve ‘minores’ küçükler, 1425 yaş arası. 6 Ekim 1791 tarihli Fransız Ceza Yasası 16 yaşını doldurmayan çocuklar hakkında sorumsuzluk karinesi getirmiştir. 23.10. 1928 Şili Yasası çocuk mahkemelerinin yetkisini 21 ile sınırlamıştır. İspanyol çocuk mahkemelerinin kişi itibarıyla yetkisi 16 yaşına kadar olan çocukları ve özel durumlarda 18 veya 21 yaşına kadar olan çocukları kapsar. Bugün Almanya’da 1418 yaş arasında olan ‘gençler’ ile bazı koşullarda 1821 yaş arasında bulunan ‘yarı yetişkinler’ Alman Genç Mahkemeleri Yasası içinde yargılanırlar. Tüm bunlar çocuk mahkemelerinin kişi itibarıyla yetkilerinin bizde olduğu gibi 18 yaşla değil, 21 ile sınırlandığını göstermektedir. Hatta kişilerin 25 yaşına kadar, çocuk mahkemelerinde olduğu gibi kişiliklerini göz önüne alan ve ceza veya toplumsal savunma önlemlerine hükmedebilen özel yargı mercileri önünde yargılanması hususu V. Uluslararası Toplumsal Savunma Kongresi’nde karara bağlanmıştır. (Belgrad 1961) Tüm bu uzun tarihi sürece baktığımız zaman uygarlık geliştikçe kişinin yetişkinlik yaş sınırının da yukarıya çekildiğine tanık oluyoruz. Onların bedensel gelişmelerinden çok henüz deneyimsiz olmalarından ötürü yetişkin sayılamayacakları konusunda görüş birliği içinde olunduğunu görmekteyiz. Medeni Kanunumuzda erginlik yaşı 18 olarak kabul edilmiş ise de 15 yaşını doldurmuş kişinin anne ve babasının rızası ile ve mahkemenin onayı ile ergin kılınabileceği kabul edilmiştir. Ayrıca 16 yaşını doldurmuş kişinin yargıç kararı ile 17 yaşını doldurmuş kişinin ise anne ve babasının rızası ile evlenebileceği kabul edilerek evlenmenin de kişileri ergin kılacağı belirlenmiş bulunmaktadır ama bu durumlarda dahi ergin kılınan kişilerin Yeni Türk Ceza Yasası ve Çocuk Koruma Yasası ile ikisinin de üstünde Çocuk Hakları Sözleşmesi bakımından çocuk olma halleri devam etmektedir. Mahkeme denetiminden geçmiş bu istinai durumlar kamuyu ilgilendirmekten çok sosyal konumları ile ilgili olduğundan genel hukuka ve çocuk ceza hukukuna da aykırı düşmemektedir. Kuşkusuz ki, onlar gelecekte 25 yaşına kadar tüm dünyaca yasalar önünde olgunluk çağındaki çocuklar olarak kabul edilecekler ve yetişkinlerden ayrı mahkemelerde yargılanacaklar ve özel hükümlere tabi tutulacaklardır. Gençlerimize güveneceğiz ve önlerini açmayı da bir görev bileceğiz. 15 yaşını tamamladıklarında Çocuk Hakları Sözleşmesi ile kendilerine tanınan “dernek kurma” ve 12 yaşını bitirdiklerinde “çocuk derneklerine üye olma haklarını” yaşamları içine sokup, 1521 yaşına kadar da yaşadıkları mahallenin, sokağın ve kentin sorunlarına çözüm üretmekle görevli “yerel yönetim birimlerinde görüşlerine yer verebilirsek” milletvekili seçilmeleri için onlarda bulunduğu varsayılan birikim ve olgunluğa da kavuşmuş olabileceklerdir. Aksi takdirde askerliğini yapmamış, öğrenim aşamasındaki 1821 yaşındaki genç ya da yarı yetişkin ne kadar bilgili olursa olsun yaşanmamışlıkları ile toy kalacağından milletvekili olmasından umut edilen yarar sağlanamayacak kamuyu ilgilendiren olaylarda bağlı olduğu hukuk yönünden genel hukuk sisteminde çelişkilere neden olacaktır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle