22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 31 OCAK 2012 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ergenekon... ‘Kara Ayağınla Basma!’ “Nerde eski zaman karları” der François Villon... “Her şey göz içindir, kulağa bir şey yok” der Baudelaire... Bir sabah gözlerinizi açıyorsunuz, her yan beyaz! Damlar pencereler, sokaklar, taşıtlar. Eşsiz bir görüntü seyretmesi güzel, ama kent insanının yaşamını altüst eden bir değişim! Sular kesilir, elektrik bozulur, telefondan çevir sesi gelmez, TV kararır. Çaresiz çekersin koltuğu, pencere kenarına, dalarsın önündeki manzaraya... ??? Dış ülkelerde de böyle karlı günler yaşamıştım. Kar başlar başlamaz kent belediyeleri işbaşı yapar. Yollar temizlenir, karlar süpürülür, otobüsler, tramvaylar, metrolar aksamaz. Herkes işine her zamanki gibi rahatça gider gelir. Anımsıyorum, Stutgart’ta böyle bir karlı günde alışveriş ederken iki ekmek istemiştim fırıncı kadından! “Niye iki” demişti! Havayı göstermiştim. Her gün bir ekmek aldığımı bilen kadın, “Ne var? Ne güzel hava” demiş, bir tek ekmek uzatmıştı. Uzun süren bir fırtınalı, karlı havada evlere gaz dağıtan kamyon yine her zamanki gibi zamanında gelmiş, bu kez beş değil, dört teneke bırakmıştı, özürler dileyerek... ??? Yağmur yağar. Yağacak elbet! Kar da yağacak, deprem de olacak, fırtına da, kasırga da. Yaşayan, hepsini görecek! Önceden bileceksin, anlayacaksın, çaresini arayacaksın. Ben yıllardır biraz yağmurda sellerin sokakları, meydanları, evleri doldurduğunu, insanların dalgalarla boğulduğunu gördüm. Gördük hepimiz, görüyoruz. Yağmur kar vb. kaçınılmaz doğa olaylarıdır! Uygar bir toplumda yaşayanlar bunu önceden bilir, düzenini ona göre kurar... Sorumlular da üstlerine düşen görevi zamanında yerine getirir. Şu İstanbul, kaç kez sellere boğuldu. Dereler taştı. İnsanlar öldü. Bir daha, bir daha... Yine evler çarşılar tehlikeli yerlerde kuruldu. Beş on katlı apartmanlar dere yataklarında yükseldi. Bütün bunlar gözler önünde yaşandı. Sonra ne oldu? Olanlar oldu? Yıkımlar, acılar, sefillikler!.. Zamanlar geçti birazcık uyandı yetkililer! Bu kez o yapıları yıkmak gerektiğini düşündüler, belediyenin yıkıcılarını o yörelere yolladılar, bu kez yerleşik halk ile çatışmalar başlamaz mı? ??? Kar yağmasın mı şu İstanbul’a? Hem birkaç gün üst üste gelirse, o güzelim beyaz yapraklar birikirse kapı önlerinde, yolları kaplarsa yandık diyorum! Böyle günler çok yaşadık. Dünyanın en güzel olayıdır kar yağmur, ama bizim gibi akılca azıcık gerilerde kalmış bir toplumda, daha doğrusu böyle bir toplumun yöneticileriyle, daha nice seller, felaketler yaşanır!.. ??? İşte yine kar yağıyor. Şairler ne güzel duyarlıklar yaşamışlar, yaşatmışlar böyle karlı günler için. Japon şairi Mikata No Sami’den bir “HaiKai” ile bitireyim: “Kara ayağınla basma / şu sarayın çevresinde düşen kara / Her zaman böylesine çok yağmaz / Dağdakiler gibi olmaz / Ey yolcu, yalvarırım sana / Bu güzel kara ayağınla basma.” Ah şu şairler!.. Mahkemenin sanık müdafilerince sunulan bu tür raporlar dışında, kendisince belirlenecek bilirkişi heyeti teşkiline elbette yetkisi vardır. Buna bir şey denilmez. Ama, bu yetkiyi kullanırken saygın devlet üniversitelerinden alınmış raporları “küçümseme” anlamına gelecek davranış ve beyanlardan kaçınma yükümlülüğü de vardır. Davayı yürütme yetkisinin, kendine özgü etik sınırları olduğu bilinen bir usul ilkesidir. Aydın AYBAY rgenekon ve onun “aksesuvarı” olan davalar devam ediyor. Başka uluslar ecdatlarının geçmişte yaşandığını hayal ettikleri efsanelerden müzik eserleri, resim ve heykel, tiyatro, sinema, bale gibi sanat yapıtları üretip bunları efsanenin adıyla gün ışığına çıkarır, dünyanın takdirine sunarlar. Biz ise Türk ulusu olarak o güzelim Ergenekon efsanesinden ürete ürete, neresinden bakılsa bir karabasan olan bitmez tükenmez bir dava “türetmişiz”! Alın Cermen’in “Niebelungen”ini; İngilizin “King Arthur”unu; Fransızın “Jeanne d’Arc”ını, hatta Mısır Hıdivi’nin ısmarlama sanal ecdadının boğuştuğu “Aida”sını... “Dava davadır” diyeceksiniz ama “kazın ayağı” o kadar yalın değil! Davayı görecek mahkemelerin ayrıcalıklı yapısından, davayı “tahrik eden” görevlilerin dayandıkları malzemenin elde edilişi ve sağlığına kadar uzanan bir sürü “yadırganacak” olgu vardır. açıklarken, sanık vekillerinin, devlet üniversiteleri olan Boğaziçi ve Yıldız üniversitelerinden alıp ibraz ettikleri (digital delillerin dışardan virüslendiği) raporlarına itibar etmediklerini; bunların bilirkişi raporu yerine geçmeyeceğini bildirmiştir. Yüz Lazım Doktor... Aman doktor... Canım doktor... Bize de bir çare... ? Yüz var mı?.. Yüz?.. Hani şöyle yalan söylediğinde biraz olsun kızaran... Bu kadar suçu günahı olup da insan önüne çıkamayan?.. Utanan yüz?.. ? El var mı doktor?.. El... Günaha açılmamış, harama uzanmamış... Yuvalar yıkmamış... Güçsüze, suçsuza kalkmamış... Çalmamış, çırpmamış... Kirsiz?.. Kansız... Temiz el?.. ? Ayak var mı hani?.. Ayak... Hukuku altına almamış... Adam gibi doğru dürüst yürüyen... Geri geri tepmeyen ayak... ? Beyin var mı mesela?.. Kömür alıp oy verirken, o kömüre niçin muhtaç olduğunu düşünecek kadar beyin?.. On senedir aç ve yoksul sayısı arttığı halde Türkiye’nin “yıldız ülke” olduğuna inanmayacak... Bütün muhalif aydınları hücrelerdeyken memleketin “ileri demokrasiye” geçtiğine kanmayacak... Allah ile arasına başbakan, bakan, milletvekili sokmayacak kadar çalışacak... Bütün muhaliflerin yolsuzluk yapan hırsızlar, bütün iktidar yanlılarının sütten çıkmış kaşık gibi tertemiz olduğuna inanmayacak kadar işleyen beyin... Var mı?.. ? Göz var mı doktor?.. Görsün... Kulak var mı?.. Duysun... Dil var mı?.. Söylesin... ? Yürek var mı?.. Çıkıp da hani “Yetti artık...” diyecek?.. Bir tane olsun takıver de aman doktor... Bir çare... E Devlet üniversiteleri sanıklı ve hafifçe siyasal içerikli davalar, yetkisi biraz şişirilmiş üç kişiden kurulu mahkemelerde değil, “Tribunal d’exception” da denilen çok yargıçlı yargı yerlerinde görülür. Bunun uygulaması bizim adli tarihimizde bile vardır. Yıllar süren bir tutuklamaya yapılan itirazın, iki kişinin, yargının görevinin sanıkların haklarını ve özgürlüklerini de gözetmek olduğunu ve buna ağırlık verilmesi gerektiğini hesaba katmadan reddetmeleri, bu bakımdan dikkat çekici bir olgudur. Tribunal dediğimiz çok yargıçlı mahkeme yapısı bunun için önemlidir. Bu gerekçe, Türkiye’nin adli yaşamında, Batı’dan alınan yasalara göre yürütülen her çeşit davada, binlerce, belki on binlerce örneği olan bir uygulamaya aykırıdır. Sözü geçen raporlar sıradan bir uzman kişi tarafından değil, her ikisi de, kendi alanlarında en yüksek bilim kuruluşu olan saygın devlet üniversitelerince hazırlanmıştır. Mahkeme kurulu, bu gerekçesi ile, devlet üniversitelerinin bilimsel erkini kabul etmemiş olmakta, buna karşılık kendi atayacağı bilirkişilerden alınacak rapora ise güveneceğini belirtmektedir. Şunu tekrar belirtelim: Uygar Batı ülkelerinde de davalarda bu tür özel raporlara (örneğin ünlü bir profesörün dava ile ilgili bilimsel görüşlerini açıkladığı raporlara) başvurulduğu görülür. Bunlar özellikle bir üniversiteden alınmış ve dava ile ilgili görüş ve çözümleri içeriyorsa, içeriğine ve değerine bakılmaksızın, mahkemece ceffel kalem “münasebetsiz evrak” (eski HUMK’da kullanılan tabirdir) muamelesine tabi tutulmaz. Mahkemenin sanık müdafilerince sunulan bu tür raporlar dışında, kendisince belirlenecek bilirkişi heyeti teşkiline elbette yetkisi vardır. Buna bir şey denilmez. Ama, bu yetkiyi kullanırken saygın devlet üniversitelerinden alınmış raporları “küçümseme” anlamına gelecek davranış ve beyanlardan kaçınma yükümlülüğü de vardır. Davayı yürütme yetkisinin, kendine özgü etik sınırları olduğu bilinen bir usul ilkesidir. Anayasa Mahkemesi AİHM’nin çok yargıçlı sistemi veya bizde, bakanların ve bazı yüksek görevlilerin görev suçları sebebiyle sıradan mahkemelerde değil, çok üyeli bir Tribunal d’exception olarak yargı yetki işlevine sahip Anayasa Mahkemesi’nde yargılanacakları öngörülmüştür. Bu husustaki baştan yapılan yanlışın nerelere kadar uzanmış olduğu ve uzanacağı şimdiden bellidir. Türkiye, önceki Ceza Kanunu yürürlükte iken, üç yargıçlı ağır ceza mahkemelerinde TCK, 141 ve 142. maddelere göre “iki kişinin kurduğu cemiyetlerde” (evet, yanlış okumadınız sadece iki kişilik cemiyette toplanıp!) komünizm propagandası yaptıkları için yıllarca hapse mahkum edilmeleri yaşamıştır. Son olarak şuna değinelim: Bu defa tutukluluğa itirazı reddeden Silivri’nin üç yargıçlı mahkemesi ret gerekçesini Üç kişilik mahkemeler Böyle, yüzlerce sanıklı ve siyasal yönü ağır basan davalar, örnek aldığımız Batı hukukunda, sıradan örnekle kurulmuş üç kişilik mahkemelerde görülmemiştir. Hele bu üç kişiyi bir de sanıkların hayatını yıllar boyu karartacak yetkilerle donatırsanız, görülen dava “hukuki” olmaktan çıkar; adeta o üç kişinin şahsi davasına dönüşme görüntüsü verir. Batı’da (bugün artık siyasal yapılı davalar için pek söz konusu olmayan) kalabalık Fransa Ermenilere Borç Ödüyor Fransa, 19191921 yıllarında örgütlediği, kışkırttığı, savaşa soktuğu Ermenilere 92 yıl sonra borç ödüyor. Emperyalistler, kendi yaptıkları insanlık dışı hareketleri örtmek için masum milletleri suçlarlar. Dr. Alev COŞKUN Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi ransız Ulusal Meclisi’nde “Ermeni Soykırımını İnkâr Yasası” geçen ay kabul edilmişti. Sadece 46 milletvekilinin katılımıyla gerçekleşen bu toplantı aslında tam bir komediydi. Cumhurbaşkanı Sarkozy, beş yüz bin Ermeni kökenli seçmenin oylarını alabilmek için böylesi bir yolu benimsiyordu. Aynı taktik 23 Ocak Pazartesi günü de uygulandı. Yaklaşık 60 senatörün katıldığı oturumda “inkâr yasası” 86’ya karşı 127 oyla kabul edildi. “Vekâlet” yoluyla oylar kullanıldı, sadece 21 senatör inkâr karşıtı oy kullanabilseydi bu tasarı reddedilecekti. Fransa “ifade özgürlüğünü ve tartışmayı yasaklama” kararı alarak, aslında kendi tarihine, kuruluş felsefesine, inandığı değerlere karşı çıkıyordu... Fransız Anayasası’na aykırı olduğunu ileri süren Anayasa Komisyonu raporuna rağmen tasarının yasalaşmasını sadece Sarkozy’nin seçim hesaplarına bağlamak kanımca yanıltıcıdır. Fransa tarihiyle yüzleşiyor. Ermenilere yaptıklarından utanıyor, onlardan özür dileyerek ağızlarına bir parmak bal çalıyor. Çünkü tarihinin derinliklerinde, Fransa kendisini Ermenilere karşı borçlu hissediyor. F Ermeni borcu Nedir bu Ermeni borcu? Kısaca özetleyelim: Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda, aslında üç ana cephe vardı. Doğu Cephesi Karabekir’in komutasında başarıya ulaştı. Batı Cephesi İnönü’nün komutasında, emperyalist güçleri arkasına almış Yunan askeri güçlerine karşı yapılan ve 3.5 yıl süren savaşlarla 9 Eylül 1922’de başarıya ulaştı. Milli Mücadele’nin güney cephesinde Fransızlara karşı savaşılmıştır. Bu cephede çarpışmalar Ocak 1920’de başladı, 15 ay sürdü ve Mart 1921’de son buldu. Bu savaşlar Adana, Maraş, Antap ve Urfa’da gerçekleşti. I. Dünya Savaşı’nı sonlandıran Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918’de imzalanınca, savaşın galipleri, Osmanlı Devleti’nin topraklarını işgale başladılar. İngilizler petrol bölgelerini, İtalyanlar Ege Bölgesi’nde Kuşadası’nın güneyini, Fransızlar da 1918 yılının aralık ayının başlarında Adana’dan başlayarak Adana, Maraş, Antep, Urfa yöresini işgal etmeye başladılar. Hatta Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda işgallere karşı “ilk kurşun”, ilk “silahlı eylem” Hatay iline bağlı Dörtyol ilçesinin Karakese köyünde Fransızlara karşı yapılmıştır (19 Aralık 1918). Fransa, Mersin’den başlayarak sırasıyla önüne gelen illeri Urfa’ya kadar işgale başladı. Bu işgalleri sürekli kılmak için de bu bölgede yaşayan Ermenileri kullandı. Bu bölgede yerel Ermenileri silahlandırarak onlardan askeri birlikler oluşturdu. Özdeş politika, yine Fransa tarafından Suriye’de de uygulanıyor, orada da Araplara karşı gene yerel Ermeniler kullanılıyordu. Bir emperyalist devlet olarak Fransa, bölgede etkin ve kışkırtıcı bir tutum üstlenmişti. Ulusal Kurtuluş Savaşı başlarken Fransa, Anadolu’nun güneyine üç tümenlik işgal gücü çıkardı. Bu işgal gücü bir Fransız, iki Senegal, dokuz Cezayir alayından oluşuyordu. İşte bu çokuluslu Fransız emperyalist işgal gücünün yanında, yukarda sözünü ettiğimiz yerel Ermeni birlikleri de oluşturulmuştu. Mustafa Kemal, bu emperyalist Fransız güçlerine karşı Sivas Kongresi sırasında, kendisine bağlı subayları bölgeye göndererek, yerel Kuvayı Milliye güçlerini örgütledi. Mustafa Kemal, 25 Ocak 1920 tarihinde o bölgede bulunan milli güçlere verdiği talimatla, Fransızlara karşı “Kuvayı Milliyegerilla savaşı” sistemi içinde mücadele edilmesini öngördü. Temelde bölge halkı Kuvayı Milliyeci subaylar tarafından örgütleniyordu. Fransızlara karşı amansız mücadele veriliyordu. Maraş’ta, Antep’te, Urfa’da Fransızlara ve onları destekleyen Ermeni güçlerine karşı çetin savaşlar yapıldı. Sonunda Fransızlar ilk önce Urfa’da bozguna uğradılar. En uzun ve çetin savaş Antep’te geçmiş, 14 ay sürmüştür (1 Nisan 1920 8 Şubat 1921). Bu bir direnme savaşıydı. Bu nedenle 8 Şubat 1921 günü TBMM, Antep’e “gazi” unvanını verdi. Daha sonra Maraş’a “kahraman”, Urfa’ya “şanlı” unvanları verilmiştir. Bu şanlar boşuna verilmemiştir. Oralarda Kuvayı Milliyeciler, ateşle barut arasında, insanlıkla ihaneti bir arada yaşadılar. Gerek Fransız, gerekse yerel Ermeni birliklerine karşı efsane direnme savaşları verdiler. Adana bölgesinde özellikle Pozantı, Osmaniye, Zeytun, Şar, Urumlu, Haçin kasabalarında geçen savaşlar, aslında Fransızların kışkırttığı ve yerel birlikler oluşturduğu Ermenilere karşı yapılan savaşlardı. Ermeni zulmü Bu işgal ve savaşlar sırasında Ermeni silahlı güçlerinin bölgede yaptığı zulüm, silahsız ve donanımsız halkı canından bezdirecek kertedeydi. Ermeni zulmünden kaçan Türkler dağlara ve Kayseri’ye göç etmek zorunda kalmışlardır. Haçin, Zeytun ve Urumlu’daki Fransız destekli Ermeni silahlı güçlerinin zulmünün anlatılması olanaksızdır. Sonunda Kuvayı Milliyeciler başarıyı elde etmeye başladılar. Bu emperyalist hareketin sonu gelmez bir “macera” olduğunu anlayan Fransız hükümeti, 20 Ekim 1921 tarihinde Ankara ile Barış Antlaşması imzaladı. Bu gerilla savaşında, kuşkusuz tüm taraflar kayıplara uğradı. Fransa’nın emperyalist emellerine kapılan bölgenin yerel Ermeni halkı da büyük kayba uğradı. AnkaraFransa Barış Antlaşması’ndan sonra, bölge halkına zulüm yapan Ermeniler de Fransızlar gibi bölgeden kaçmaya başladılar. 30 bine yakın Ermeni, Beyrut, Lübnan ve Fransa’ya göç etti. İşte, Fransız Parlamentosu’ndan geçen son tasarı, Fransızların, kışkırttıkları ve kandırdıkları Ermenilere karşı 21. yüzyılda ödemek istedikleri manevi bir borçtur. Zaten Mehmet Perinçek’in Rus devlet arşivlerinde yaptığı çalışmalar sonunda ortaya çıkardığı Ohannes Kaçaznuni, Lalayan ve Karinyan’ın kitap ve yayınları, Ermenileri önce Çarlık Rusyası’nın, sonra da İngiltere ve Fransa’nın kışkırttığını belgelerle ortaya koymuştur (Kaynak Yayınları). Fransa, 19191921 yıllarında örgütlediği, kışkırttığı, savaşa soktuğu Ermenilere 92 yıl sonra borç ödüyor. Fransız Parlamentosu’nda, bir parlamento karikatürü olarak tarihe geçecek olan, vekâlet oylarıyla kabul edilen soykırımı inkâr yasasının altında yatan tarihsel gerçeklerden birisi de budur. Emperyalistler, kendi yaptıkları insanlık dışı hareketleri örtmek için masum milletleri suçlarlar. Ama bilmeleri gerekir ki, yasayla tarih yazmak, milletlerin parlamentolarına onur getirmez. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle