19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 23 OCAK 2012 PAZARTESİ 2 derlermiş. Deyim, bir süre genel olarak da, sizden olmayanların gizlice bir araya gelip sizi konuşmaları için kullanılır olmuş. Ama şimdi yok, kimse bilmez. ıbrıs sorununun önümüzdeki günlerde New York yakınlarındaki Green Tree’de çok taraflı bir toplantıyla çözüme bağlanacağını duydukça, bu deyimi anımsamadan edemiyor insan. Denktaş’ın hasta yatağında söylediklerinden biri de buna ilişkin: KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’ya “Ben çok taraflı toplantılardan korkarım, aman dikkatli ol” demiş. Niçin? Çünkü, o çeşit toplantılar öncesinde “iyi saatte olsunlar”, yani cinli perili dış çevreler çoktan congoloz olarak Türk tarafı için “iyi şeyler” düşünüp kumpas kurmuşlardır bile. Onlarla başetmek zordur. Zaten, yarım yüzyıldır yüzlerce formül denenerek çözülemeyen “birleşme” sorununun binlerce kilometre uzakta bir ağaç gölgesinde çözüleceğine inanmak için çok saf olmalı insan. Bir kapan vardır mutlaka. olayısıyla, Ada’da iki bağımsız devletin karşılıklı saldırmazlık ve iyi komşuluk paktlarıyla iki anavatanlı bir garanti altında yan yana yaşamasını öngören, gerçekçi, ayrıntılı ve somut bir Türk planını ortaya koymaktan başka çare kalmamıştır. OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Yasa Hukuk Adalet ve Yargı... Devlet varlığının olmazsa olmaz şartı olan hukuk ve adalet doğrudan var olamıyor. Devletin temeli olan adalet, hukukun nihai amacı. Adalet için yasa adını verdiğimiz araçlara gerek var. Bir yönetim biçimi olan demokrasinin amaç mı yoksa araç mı olduğu belki tartışılır; ama yasaların araç, adaletin amaç olduğu tartışma kaldırmaz. Bozkurt GÜVENÇ elki başlığa bir göz atıp ‘Yine mi?’ diyenler olabilir. Son bir yıl içinde en az iki üç kez değinmiş olmalıyım. Evet, yine ve yeniden. Her biri, bütün zamanların değişmeyen, gündemden hiç düşmeyen sorunlarıdır bunlar. O kadar çok konuşur, tartışır olduk ki demokrasi gibi ana kavram hukukun amaç, araç ve süreç boyutları birbirine karışmaya başladı. Akşam haberlerinde, “Kanunun uygulanmasıyla ilgili bir kanun” başlığını duyunca, yıllar önce bir komşu ülkede kurulan “koordinasyon bakanlığı”nı anımsadım. Neler düşündümse, sabahleyin “Saçlarıma ak düştü sana ad bulamadım” güftesiyle uyandım. Bakanlar Kurulu yasaları yürütemiyorsa, bir koordinasyon bakanlığı n’apabilir ki? Yasaların geçici olmayan ortak maddesi yasanın Bakanlar Kurulu’nca “yürütüleceğini” söyler. Yasa beklendiği gibi uygulanamıyorsa, yeni bir yasa ile uygulanabilir mi? Sorun, erklerin ayrılığı ilkesinden kaynaklanıyor gibidir. Yürütme, yargıya, “yasaları doğru uygula” çağrısı yaparak kendini aklamak istiyor. Yargının kısık sesi, adil yargılama isse, sonrakinde mutlaka, deyip teselli bulur, inancımızı korumaya çalışırız. Yasalar çelişik olsa da adalet tektir. Montesqieu’nün baş eseri “Yasaların Ruhu” üzerinedir. Yasalar uyulması, sayılması zorunlu olan araçlardır; ama bu zorunluk onların her zaman gerçek, hukuki ya da adil olduğunu göstermez. Yasa ile hukuk, günlük hayattaki gerçek ile ideal ikilisine benzer, her toplumda her zaman bu ikilem var olagelmiş; var olagidecekmiş gibi görünür. Birbirine yaklaşması “adalet”; birbirinden uzaklaşması ise Victor Hugo’nun ünlü romanında “sefalet” olarak anılır. İdealistler adalet ister, nihilistler inanmaz, realistler güçlüğünü bilir. Son cümledeki uzlaşmaz dünya görüşlerinden üçünün de yabancı kökenli oluşu hüzün verici değil mi? Oysa modern sonrası çağın sorumsuz dünya görüşü “Dert etmeyin, her şey olabilir” diyor. İdealist Eflatun, binlerce yıl önce Sokrates adına şöyle demiş: “Öyleyse makul ol, Kriton, felsefe öğretmenlerinin iyi ya da kötü kişiler mi olduğu üstünde durma, felsefeyi değerlendir ve düşün; onu izle, onun hizmetinde ol, inancını da yitirme!” Yasaları yapan, yürüten ve uygulayan seçkinlerin iyi ya da kötü kişiler olduğu üstünde fazlaca durmayalım, diyorum; ya n’apalım? “Adalet inancı”mızı, umudumuzu ve “yaşam sevinci”mizi yitirmeyelim. Belirsiz gelecek, ‘sefalet’in değil, ‘adalet’in olabilir. Neden Hayyam? Heden Hezarfen? Neden Nâzım? Neden Altıok? Fazıl SAY yaşımdan beri beste yapmaktayım. Piyanoya başladığımdan beri...510 yaşlarım arası, rahmetli Mithat Fenmen Hocam, bana her dersten önce doğaçlama yaptırırdı: “İstediğini çal şimdi, anlat!” Ben kafama göre çalmaya başlardım, hoca sorardı: “Bugün ne gördün? Okulda? Sokakta? Oyunda? Anlat piyano ile...” “Anlatmak” ve “hayallere dalmak” benim icracılığıma da, besteciliğime de tüm hayatım boyunca damga vurmuştur. Anlat(a)madığım zaman mutsuzumdur. Bestelerimin konusunu hep kendim seçtim. Beni etkileyen olaylar, mekânlar ve kişiler... İcracılıkta da insanın “kendisi” çok vardır, yan odadan gelen sesler gibi: Mozart’ta çocukluk anıları, şarkılar, şarkılamak, müziğindeki bitmeyen aşk... Beethoven çalarken yaşam mücadelesi, umut, hınç... Bach çalarken, evren, tanrısallık, sonsuzluk... Yorum sübjektif olmalıdır, yoksa bir icra sadece notalardan ibaret olur ve tatsızdır. Beni etkileyen mekânlar dedim, bestelerimde,1. senfoni mekânım aşknefret şehrim; İstanbul Senfonisi, 2. senfoni mekânım; dertli Güneydoğu, dertli Ortadoğu, en tutkulu eserim “Mezopotamya” yıllar önce 1994’te yazdığım ilk piyano konçertosu, “İpek Yolu”, 2001’deki, ikincisi ilkinin devamı gibi: “Anadolu’nun Sessizliği” 2006’daki bale müziği Patara, iki yıl sonra iki gitarın anlattığı bir “Likya Prensesi”, KemanPiyano sonatındaki veya ÇelloPiyano sonatındaki Anadolu gezintileri. Beni etkileyen olaylar dedim, anne babamın ve de sonra kendimin boşanmasını anlatan yaylı dörtlü, “Divorce” artık çağdaş piyano repertuvarında bir kült olan Âşık Veysel’in ve kendimin ortak yalnızlığı “Kara Toprak” ve İsmail Dede Efendi’den esinlenme, 2010’daki 3. piyano konçertosu içimizdeki cenneti ve yangını anlatan“Nirvana Yanıyor” 2007’de harem dünyasına yolculuk, keman konçertosu “Harem’de 1001 Gece” ve de geçen yılki “Alevi Dedeler Rakı Masasında” matrak, sorgulayan, soran... Bir de beni etkileyen kişiler, oratoryolar dönemi, 20012003 iki oratoryo ardı ardına; “Nâzım Oratoryosu” ve “Metin Altıok Ağıtı”... İkisi de, büyük şairler, büyük düşünürler, büyük hocalar, büyük dostlar çoğumuzun hayatında. Hep mutlu olmuşumdur, antik tiyatrolarda Nâzım çalarken 200 kişinin arasında, en unutamadığım, en romantik anılarımdır o konserlerim... Klarinet konçertosu “Hayyam”. Biricik Hayyam. Yaşayan, yaşatan, soran, Tanrı’yı, dini, cenneti ve cehennemi sorgulayan, bilim ve ilim insanı Hayyam. Mühimdir hayatımızda. Bir Mevlana sevgisi, döneminden geçilmektedir şu 2010’lu yıllarda ki Hayyam onlara ters gelmektedir, bilirim, herkes, bir şeye yaranmak uğruna, Mevlana ile ilgili bir şey yapmakta ve sürekli, Mevlana alıntılamakta. Hayyam, yaranmak için değildir. Hayyam fazla gerçek kalır, fazla sert kalır, fazla şarap içer. Ve ney konçertosu, Hezarfen, enteresan bir adam, uçan insan, uçmak istemek, uçmak, kendini Galata Kulesi’nin tepesinden boşluğa bırakacak kadar cesur olmak, çelebi olmak, örnek olmak, bilime inanmak, kimsenin yapamadığını yapmak... İnanç asıl bu... Değil mi? Bugün ne gördün? Sokakta? Oyunda? Anlat... Anlatmaya başla... Congolozluk Yerine ZONGULDAK, “eskiler”in anlattıkları bir devirde, geçen yüzyılın başlarında, kömür dolayısıyla kendine özgü bir tür “sanayi devrimi” geçirirken ilginç olaylar yaşamış. Nitelikli madenin o kıyıya çektiği yabancı işletmecilikçe getirilen iş olanakları uzak kırsallardan binlerce yerli insanı “amele” olarak oraya yığarken, yalnız İstanbul’un okumuşları değil, Batı Avrupa’nın Fransa’sından, Belçika’sından, hatta İtalya’sından mühendislerle teknisyenler de gelmiş. Eskiden köy bile olmayan bir kıyıda kentleşme yılları. Düşünün ki, bir süre sonra, ancak mutasarrıflık olabilen küçük bir yeni kentte Fransa ve İtalya konsolosluk açıyor. O hengâmede, “amele”lerle “yevmiye” ya da başka koşullar yüzünden anlaşmazlık çıkarsa memurlarla “konsolos”lar bir araya gelip “konferans” yapar, yani konuşup tartışarak işçilerin sorunlarına çözüm ararlarmış. Konsolos ve konferans sözcüklerine henüz dili dönmeyen köylü madenciler ikisini birleştirir ve kendilerine kapalı böyle toplantılar için “gâvurlar gene congoloz oldu” K B D tiyorsak, “adil yasalar yapalım” diyor. Bu sütundaki “Yasanın Gözü” yazımı, çağdaş yasalar böyle yapılıyorsa “gözümüz yasamanın üzerinde olsun” önerisiyle bitirmiştim. Tutuklama süresinin “yargısız infaz”a dönüşmeye başlamasıyla, yerli ve yabancı uzmanlar bazı sorunlarımız bulunduğu görüşünde birleşiyor. Herkes hukuk ve adalet istediğine göre... Sorun nedir, çözüm nerededir? Sanımca kurumsal değil yapısal ya da kavramsal bir sorun: Hukukla ilgili yasa, yargı ve adalet kavramları sanki birbirine karıştırılıyor. Devlet varlığının olmazsa olmaz şartı olan hukuk ve adalet doğrudan var olamıyor. Devletin temeli olan adalet, hukukun nihai amacı. Adalet için yasa adını verdiğimiz araçlara gerek var. Bir yönetim biçimi olan demokrasinin amaç mı yoksa araç mı olduğu belki tartışılır; ama yasaların araç, adaletin amaç olduğu tartışma kaldırmaz. Yasa değişir, değiştirilir; adalet ise değişmeyen bir ülküdür. Er geç tecelli edeceğine, yerini bulacağına inanılır. Umut gibi hayatın çetin sorunları karşısında insanı ve toplumları ayakta tutan güç ve inanç kaynağıdır, adalet. Ahir dünyada değil 5 Arapça Dersi Günay GÜNER Dil Derneği Yayın Yönetmeni 4 Eylül 2011 tarihinde yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı kuruluş ve örgütlenmesini düzenleyen KHK’yle Atatürk devrimleri, ulusçuluğu, ulusal değerlere bağlı olmak düşüncesi kazınmak istenirken hemen ardından ilköğretimde 4. sınıftan başlayarak Arapça seçmeli ders olarak konuldu. Bilinen oyundur önce seçmeli olan bir anda zorunlu olur. Bir zaman sonra abecenin de değiştirilmeye çalışılacağı açıktır. Kimse bu yönde çaba harcanmayacağını sanmasın. Sorun dillerin öğrenilmesi değildir. Olanak varsa ne değin dil öğretilirse öğretilsin. Ancak en azından, Dilbilimci Wilhelm Von Humbolt’tan bu yana bilinen bir gerçek vardır. Diller aynı zamanda dünya görüşleridir, algı kaynaklarıdır. Tarihsel anlatı içeren alanlardır. Bu bağlamda Arapça Türk ulusu için özellikle Osmanlının kutsal dil saymasıyla, Türkçeyi aşağılamasıyla, dışlamasıyla, sözlü alana, duvarlar ardına kapamasıyla; tarihimizde ümmetçi ve dinsel yaşam biçimiyle özdeşleşen değerleriyle çok somut bir aşındırma odağı, gericileştirme aracı anlamı taşır. Bu nedenle Arapçayı ulusumuz yönünden sıradan bir dil olarak görmek, ilköğretim 4. sınıf gibi küçük yaştan başlayarak çocuklarımıza öğretilmesini zararsız bir dil öğretimi işi saymak olanaksızdır. Arapça gelirken tarihimizdeki gerici, ulusal değerleri çözücü, Cumhuriyet karşıtı işleviyle birlikte gelir. Arapça gerek Arap kökenli yurttaşlarımızın gerekse Arap halklarının anadili olarak kuşkusuz saygındır. Bu durum yukarıda açıklanan gerçeğin dışında bir olgudur. Arapça dersleri öğretim izlencesinden kesinlikle çıkarılmalıdır. 1 C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle