18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
5 EYLÜL 2011 PAZARTES CUMHUR YET SAYFA [email protected] EKONOMİ 11 Dürüst tüketicinin faturasını kabartan kayıpkaçak bedeli, yıl başından itibaren bölgesel olarak uygulanacak Elektrik kaçağı çarpıyor 2010’a göre 2015’e kadar daha yüksek hedef oranlar üzerinden kayıpkaçak parası alan şirketler, ayrıca sayaçları okumanın bedelini de tüketiciden alıyor. Tüketilen elektrik üzerinden hesaplanan “perakende satış hizmetlerisayaç okuma” aynı binada oturan iki abonenin iki farklı “sayaç okuma hizmeti” bedeli ödemesi sonucunu doğuruyor. Faturalara eklenen kuruşlar, Türkiye’de milyonlarca abone olduğu dikkate alındığında trilyonlarca lirayı buluyor. Sayaç okuma için de para EMO Başkanı Cengiz Göltaş, “Kayıpkaçak meselesi polisiye tedbirlerle çözülmeyeceği gibi kamu hizmeti olarak ele alınması gereken elektrikte bölgesel cezalar da uygulanmamalı” dedi. Göltaş, sayaç okuma parası için de “Şirketler elektriği hem satıyor hem de okuma parası alıyor. Üstelik aynı binadaki iki ayrı evden farklı tutarlar tahsil ediyor. Bu kabul edilebilir bir uygulama değil. 120 milyar kilovatsaat okunuyor, bunlar büyük paralar ediyor” bilgisini verdi. Uyanma Görevi! Geçen günlerde yayımlanan bir kanun hükmünde kararname (KHK) ile AKP hükümeti, Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) üyelerinin üçte birini doğrudan saptama yetkisini eline geçirmiş bulunuyor. TÜBA üyelerinin üçte birini de YÖK belirleyeceğine göre, AKP bu kurumun yönetimini tümüyle kendinde topluyor. TÜBİTAK, üniversiteler ve YÖK’ten sonra TÜBA da AKP’nin eline düşüyor. Türkiye’de bilim ve siyaset arasındaki ilişkiler, geçmişte de sorunlu olmuştur. Ancak AKP ile gelen sorunlu olmanın çok ötesindedir. Yapılanlar bilim kurumlarının çalışmalarının olmazsa olmaz önkoşulu olan, özetle bağımsız çalışma ortamının ortadan kaldırılmasıdır. AKP iktidarı, önce TÜBİTAK’ı, 2003 Mayısı’ndan başlayan ve iki yıl süren yasa değiştirme uğraşısından sonra 2005’te tam anlamıyla kendine bağladı. Bunu YÖK’ün ele geçirilmesi izledi. Kurulan çok sayıda devlet üniversitesi, kadrolaşmaları, mal ve hizmet alımları ve yönetim anlayışlarıyla AKP ile iyice yakınlaşmış bulunuyor. Üniversite rektörlerinin atanmasında da, öğretim üyelerinin eğilimleri neredeyse tümüyle bir tarafa bırakılıyor ve AKP’ye yakınlık esas alınıyor. TÜBİTAK ve TÜBA, her ikisi de seçimlerden sonra oluşturulan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlanmıştır. Böylece, iki en üst düzey bilimsel kurum, bir bakanlığın birer dairesine dönüştürülmüş bulunuyor. TÜBA’nın üyelerini atama ve buradan yönetiminin AKP’ye geçmesiyle, gerçekte, yıllar önce başlatılan ve kesintisiz sürdürülen bilim kurumlarının AKP’lileştirilmesi süreci de tamamlanmış oluyor. Kurumun sitesinde yer alan şu çelişik tümce her şeyi açıklıyor: TÜBA yasası gereği, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı’na bağlı, tüzelkişiliği olan, bilimsel, idari, mali özerkliğe sahip bir kurumdur. Anlaşılan, AKP yarattığı, hem bağlı, hem özerk kurumlarla, yönetim bilimine yeni bir katkı yapıyor! Bilim kurumlarının özerkliğini yerle bir eden AKP kasırgası, iktidarın ustalık döneminde de yoğunluğunu arttırarak devam ediyor. Burada iki noktanın altını çizmek gerekiyor. İlk olarak, elbette ülkeyi yöneten hükümetler, bilimsel gelişmeye daha çok parasal kaynak ayırarak karışır; destek olur. Ancak, geçmişte dikta rejimlerinde yaşanan deneyimlerin de kanıtladığı gibi, bilimsel bilginin üretim hücrelerine siyaset sokulursa, oradan yalnızca kısırlık ve yıkım çıkar. İkincisi, binlerce yıl öncesinden başlayan bir süreç olan bilimsel gelişme, özünde, aklın özgürleşmesinin ürünüdür. Ekonomik ve toplumsal gelişmenin günümüzdeki temeli bilimsel bilgi ve ondan kaynaklanan teknolojik yeniliklerdir. AKP, bilimsel bilgi üretiminin merkezlerine el koyuyor. Buradaki ısrarın amacı ve nedeni çok açıktır: AKP anlayış ve düşüncesinde aklın özgürleşmesi kavramının yeri yoktur. Bunun her gün yaşanan onca örneği içinde yalnızca birini belirtelim: AKP TÜBİTAK’ı 2009’da Evrim Teorisi’nin babası C. Darwin’i sansür etmiştir. Özetle AKP ülkenini bilimsel düşünce temellerini dinamitliyor; ülkeyi bilimsel düşünceden giderek uzaklaştırıyor. TÜBA yayımladığı bildiride Cumhurbaşkanı’na başvurmayı kararlaştırmış. Cumhurbaşkanının, TÜBİTAK, üniversiteler, ÖSYM gibi, bilimle ilgili diğer kurumlara yönetici atamaları konusundaki tutumu, bu başvuruyu tam bir bilimsel kara gülmeceye çeviriyor. Ancak, yine de bilgi ile, bilgiye dayanan bir anlayışla bir çıkış yolunun bulunması gerekiyor. Yazıyı, Soğuk Savaş yıllarında bilim çevrelerinde anlatılan bir öykücükle tamamlayayım. Dünyada büyük bir atom savaşı yaşanmış. Bütün insanlar yaşamlarını yitirmiş. En son kalan, biri ABD diğeri de Sovyetler Birliği’nden iki pilot, bir it dalaşından sonra Afrika ormanlarına düşmüşler. İkisi de ölmüş. Durumu gören dişi maymun uyumakta olan erkeğini dürtmüş: Uyan demiş, anlaşılan iş yine bize kaldı; yeniden başlayacağız! Türkiye’nin gerçek bilim insanlarını da böyle bir uyanma görevi bekliyor. Eğer bugün uyanmazlarsa, bilinmelidir ki sonrasında uyanmakta çok geç kalmış olacaklardır. Faturalar daha da kabaracak FATMA KOŞAR Özelleştirme sonrası elektrikte vurgun yaşanıyor. EPDK’nin özelleştirme sonrasında kayıp kaçağın önlenmesine dönük yatırımlarda kullanılacağı gerekçesiyle savunduğu kayıpkaçak bedelinin tüketiciden tahsil edilmesi uygulamasında yine dürüst yurttaş mağdur. Kayıpkaçak oranlarının faturalarda gösterilmeye başlandığı uygulama 2010 sonunda başladı. Ancak bu sırada EPDK’nin açıkladığı elektrikte kayıpkaçak hedef oranlarının 5 yıl önceki oranlardan bile yüksek olduğuna dikkat çeken Elektrik Mühendisleri Odası, amacın faturalara daha fazla kayıpkaçak elektrik bedeli yüklemek olduğunu belirtti. Oranların yüksek tutularak faturaların şişirildiğine dikkat çeken Cengiz Göltaş, elektrik dağıtım faaliyetlerinde, 20112015 dönemi için belirlenen kayıpkaçak hedef oranı, 15 bölgede, 2010 yılı hedefine göre arttırılmıştı. EMO Başkanı, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK), elektrikteki kayıpkaçak oranlarını, dağıtım şirketleri ile birlikte belirlediğini belirtirken kayıpkaçak oranının yüksek belirlenmesinin, dağıtım şirketlerinin vatandaşlara yansıttığı kaçak elektrik bedeli tutarının artması anlamına geldiğine işaret etti. Kayıpkaçak hedefleri yükseldi 21 dağıtım şirketi içinde hedeflenen en az kaçak ve kayıp elektrik oranı yüzde 6.96. En yüksek kayıp ve kaçak oranı ise yüzde 60.69. EPDK’nin 20112015 yılı kayıpkaçak hedef oranlarını yüksek göstermesi de faturalara olumsuz yansıyacak. 2008 yılı verilerine göre 16.8 milyon konut var. Aboneden ortalama 5 TL kaçakkayıp elektrik ücreti alınması bile 80 milyon lirayı aşkın para demek oluyor. EPDK’nin belirlediği ve şu anda geçerli olan oranlar, geçiş dönemi olarak kabul ettiği 20062010 dönemi için belirlediği oranların üzerinde oldu. Örneğin kaçak oranı en yüksek bölge olan Dicle Elektrik Dağıtım AŞ’nin bölgesinde 2006 yılı itibarıyla yüzde 54.77 olan dağıtımdaki kayıpkaçak oranının 2010 yılı itibarıyla yüzde 36.83’e inmesi öngörülmüştü. Ancak şimdi geçerli çizelgede Dicle Elektrik’te kayıpkaçak oranı yüzde 36.83’ten yüzde 60.96’ya Özelleştirme öncesi vatandaşın çıkarıldı. Çoruh, Çamlıbel, Boğaziçi, devlete ödediği kayıp ve kaçak Göksu ve bedellerinin Doğu ve Yeşilırmak dağıtım Güneydoğu Anadolu’ya verilen bölgelerinde kayıpbir sübvansiyon olarak kaçak oranı algılandığını anlatan Çetin, artık düşürülürken diğer bir kısmının şirketlere gittiğini dağıtım belirterek şöyle devam etti: “Artık bölgelerinda belirli bir oranda bu şirketlere 2010’a göre gidiyor. Şirketler kayba karşı daha yüksek yatırım yapmak yerine bu bedelleri kayıpkaçak vatandaştan almaya devam ediyorlar. oranı Devlet de buna seyirci kalıyor. Hatta belirlendi. vatandaşın kullanmadığı halde ödediği paralar üzerinden bir de KDV alınıyor. Bir anlamda devlet soyguna seyirci kalmıyor, teşvik ediyor. Tam anlamıyla kümesteki kazı yolma politikası devam ediyor.” tasarlandı. ABD, sürece, elektronik istihbarat olanakları, Tomohawk füzeleri, B52 uçaklarıyla, yalnızca kendisinde olan “kinetik” kapasitelerle, fark yaratacak (“vazgeçilmez ülke” iddiasını doğrulayacak) biçimde katıldı. Geri kalan operasyon, Fransa, İngiltere’nin “sıradan” kapasiteleriyle, güçler dengesinin, eşgüdüm, işbölümü, yük paylaşımı gereksinimlerine uygun bir biçimde yürütüldü. Böylece BOP’un batmasına neden olan “zaaflardan” biri giderilmiş oluyordu. BOP’un ikinci “zaafı”, bölge egemen sınıfları, sürece katmak yerine, “demokratikleştirme” söylemiyle hedef almış, Müslüman, Arap duyarlılıkları yaralamış olmasıydı. Libya “olayı”nda bu zaafların, Arap Birliği ülkelerinin onayını, doğrudan desteğini almanın ötesinde, inanılacak gibi değil ama El Kaide fraksiyonlarını (selefi akımları) NATO’nun yanında savaşa sokmayı başararak aşıldığını gördük. El Kaide bağlantılı radikal İslamcı grupların Libya operasyonunda NATO için çalışmakta olduğuna ilişkin haberlere ilk Globa&Mail’in 12 Mart sayısında rastladım. Bu konuyu CNN ve Reuters de 28 Ağustos’ta işlemiş. İsrail, istihbarat sitesi DEPKAF ile 28 Ağustos’ta konuya dikkat çekti. The Asia Times’da Pepe Escobar 30 Ağustos’ta, Patric Cockburn 31 Ağustos’ta CounterPunch, 2 Eylül’de The Independent’ta, Borchgrave 1 Eylül’de UPI yorumlarında tartıştılar. Nihayet Washington Post, 2 Eylül’de bu konuyu gündeme getirdi. Tartışmaların kaynağında, “isyancıların” NATO ile çalışan, Abdulhekim Belhac (Trablus), Abdülhekim el Asadi (Derna), İsmail el Salabi (Bingazi) gibi üst düzey komutanlarının, 2007 yılında El Kaide’ye katıldığı, resmen El Zevahiri tarafından açıklanan Libya İslamcı Savaş Grubu (LİSG) adlı örgüte mensup olmaları var. Prof. Cussodowski, LİSG’nin, 2011 Haziran’ına kadar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin teröristler listesinde yer aldığını, 21 Haziran’da bu listeden çıkarıldığını (Centre for Research on Globalization, 28/08/11), Escobar, Belhac ve adamlarının Trablus’a getirilmeden önce 2 ay ABD özel güçleri tarafından eğitildiğini aktarıyor. Tüm bunlar, Libya “olayı”nda adeta, bir NATO – Sünni İslam ittifakı inşa edildiğine işaret ediyor, hem de El Kaide’yi de içine alacak bir biçimde. NATO’nun Libya operasyonu, enerji kaynaklarına, doğal zenginliklere ulaşmayı amaçlamanın yanı sıra, AfriCom’un Afrika toprağında konuşlanmasına, Afrika kıtasını böler düşüncesiyle, Akdeniz Birliği’ne (bu birliğe, İsrail’i de içerecek olması açısından Kaddafi de karşı çıkıyordu), NATO’nun Libya harekâtına karşı çıkan Afrika Birliği Örgütü’ne, Çin’in Afrika’da gelişmekte olan etkilerine karşı bir mevzi kurarken, İran, Suriye ve Hizbullah’a karşı bir NATO Sünni İslam ittifakı inşa etmeye başlıyor. Bu gelişmeler, BOP bölgesinin günlük işlerinin yönetiminin, kaynaklarının kullanımı için gereken güvenliğin Batı ittifakı adına, NATO’nun gölgesinde bazı bölge devletlerine bırakılabileceğini düşündürüyor. Osmanlı İmparatorluğu’nu canlandırmak isteyenlereyse en fazla, Batı “imparatorluğunun” bir “tımar”ını yöneten (kullanıma açık tutan), istendiğinde asker sağlayan “sipahi”si olmak düşeceğini de... Bölgesel uygulama vuracak Aboneleri isyan ettiren kayıpkaçak elektrik bedeli, 2012’den itibaren bölgesel bazda faturalara yansıtılacak. Bu uygulama kaçak kullanım oranının yüzde 2530’ları bulduğu bölgelerde faturalar iyice yükselecek. Göltaş, kayıp kaçağın yüksek olduğu bölgelerde abonelerin faturalarının daha fazla artmasına yol açacağını bildirdi. 2015’e kadar geçerli olacak oranların özellikle yüksek tutulduğunu öne süren Göltaş, “Faturalandırma yapılırken kayıpkaçak oranı belirlenen hedef orandan yüksek olursa, bunun bedeli dağıtım şirketi tarafından ödenecek. Düşük olursa, vatandaşa daha az yansıtılacak. Ancak şirketler, kayıpkaçak oranının yüksek çıkma ihtimaline karşı, kendileri bedel ödemek zorunda kalmamak için KKH oranını yüksek gösteriyor. Kayıpkaçak oranı düşük çıksa bile bunun vatandaşa yansıtılacağını sanmıyorum, aradaki tutar da dağıtım şirketlerine kalacak” dedi. Tüketici şikâyet etti sonucu bekliyor K onuyu takip ettiklerini belirten Tüketici Dernekleri Federasyonu (TÜDEF) Başkanı Yardımcısı Ali Çetin, bu bedellerin vatandaşa yüklenmesinin haksız olduğu kadar hukuksuz bir uygulama olduğunu savunuyor. Tüketici hakem heyetlerinden bir karar çıkmasını beklediklerini söyleyen Çetin şu bilgileri verdi: “Tüketici dernekleri olarak davayı ilerletebilmek için tüketici heyetlerinin vereceği bir karara ihtiyacımız var. Başvurular olmasına karşın 3 ayda cevap vermesi gereken tüketici heyetleri 78 aydır cevap vermiyorlar. Bizim de bu sebeple elimiz kolumuz bağlı kalıyor. Bir karar çıktığı takdirde bunu derhal tüketici mahkemelerine taşıyacağız.” Geçen hafta yazılarımda şu saptamayı yapmıştım: “Karşımızda sanırım şimdi yeni bir model var: Önce bir devrimci dalga; dalganın denetim altına alınarak, liderliği belirlenerek silahlı isyana dönüştürülmesi; bu liderliğin NATO’dan sivillerin koruması için yardım istemesi; Batı’nın etkisi altındaki bir uluslararası bölgesel örgütün (Arap Birliği) onayının arkasından ‘rejim değişikliği’; yeniden inşa bahanesiyle sömürgeleştirme...” Bu saptamalara iki ekleme yapmak gerekiyor. Birincisi, uluslararası güç dengeleri, kaynak savaşları, yeniden paylaşım çabaları ortamında NATO’nun rolüyle, ikincisi, siyasal İslamın, Birleşmiş Milletler’in “terörist” listesine koyduğu radikal kanatlarına kadar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da üstlenmeye başladığı işlevle ilgili. ibya olayının genel bağlamı NATO’nun Libya operasyonunun Libya’yı çok aşan ufkunu değerlendirebilmek için, Genel Sekreter Rasmussen’in, “ilk kez ABD’nin önderlik etmediği bir NATO harekâtı gerçekleşiyor” dedikten sonra, AB ülkelerine yönelik “Eğer sınırlarınızın ötesine asker gönderemezseniz uluslararası etki yaratamazsınız. Böylece oluşan boşluk, sizinle aynı değerleri paylaşmayan yükselen güçlerce doldurulur”(Wall Street Journal 24/08/11) saptamasından yararlanabiliriz. Bunu da ancak, Libya “olayı”nın “zamanını” ve “mekânını” düşünerek başarabiliriz. Libya “olayı”nın “zamanının” iki boyutu var. Birinci boyutu, 1980’lerin sonuna kadar zayıflayarak da olsa varlığını korumayı başaran ABD hegemonyasının gerileme sürecinin 1989’da, “Duvar”ın çökmesinden sonra hızlanması belirliyor. L Duvar çöktükten sonra, Batı Bloku iç bütünlüğünü kaybetmeye, çok kutupluluk tartışması güçlenmeye başladı. Asya krizi, “yeni ekonomi” köpüğünün patlaması, hegemonyanın “ekonomik model” ayağını da çökertti. ABD savunma çevrelerinde, Reagan dönemindeki gibi bir “restorasyon”un artık olanaksızlığı üzerinde bir mutabakat oluştu. Bu mutabakat, ifadesini Bush döneminin “imparatorluk projesi”nde buldu. Bu proje, rakip bir hegemonyacı gücün yükselmesini engelleyebilmek için, öncelikle ABD’nin “kinetik” (yıkıcı) gücüne dayanarak, hem Batı Blokunu birleştirmeyi hem de Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgesini, yeniden düzenlemeyi amaçlıyordu. “Terorizme karşı küresel savaş” söylemi içinde, Irak bu amaç için uygun platform olarak seçilmişti. İmparatorluk projesi başarılı olamadı, aksine ABD’nin imparatorluk iddialarının tüm zaaflarını ortaya koydu. Libya “olayı”nın zamanının ikinci boyutuysa, 2007 başlayan “Büyük Depresyon” (Financial Times’ın küresel ekonomi editörü Wolf da, geçen hafta bu kavramı kullanmaya başladı) belirliyor. Bu dönemde, “dünyanın merkezi Batı’dan Doğu’ya kayıyor” algısı pekişti; Brezilya, Rusya, Hindistan gibi güçler yükselirken, Çin’in mali, ekonomik, diplomatik alanlardaki etkisiyle, doğal kaynaklar, kıymetli mineraller, piyasalar ve sermaye ihracı alanlarındaki hâkimiyetiyle, emperyalist “büyük güç” statüsüne ulaştığına ilişkin bir küresel mutabakat oluştu. İkinci mutabakat ise Almanya’nın ekonomik, mali gücü; AB içindeki belirleyici konumuyla ilgiliydi. Libya olayının mekânını ise Arap dünyası, İslam coğrafyası, ‘Yeni Model’, Yeni ttifaklar Barselona süreci (AB’nin Akdeniz periferisi), Ortadoğu, Afrika coğrafyalarının kesiştiği ortak nokta oluşturuyor. Batı bu coğrafyaların hepsini kapsayan bir mekân üzerinde yükselmişti. Kültürel, siyasi, askeri ve nihayet ekonomik üstünlüğü yine buradan hareketle korunabilirdi. Aslında, Libya yerine herhangi bir Kuzey Afrika ülkesi de olabilirdi ama, Libya siyasi, toplumsal yapısıyla, Fransa, İtalya gibi iki ülkenin yaşamsal çıkarları alanına girmesiyle, kolay bir başlangıç noktası oluşturabilecek özelliklere sahipti. OP’tan, El Kaide militanlarına Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin kinetik gücünün yetersizliğinin yanı sıra, AB periferisini (Kuzey Afrika) kapsadığından; Fransa ve Almanya’nın, bölgedeki egemen sınıfları yok saydığından; Suudi Arabistan, Mısır yönetimlerinin muhalefetini aşamadığı için çökmüştü. NATO’nun Libya harekâtı, Kuzey Afrika üzerinde hak iddia eden, askerimali kapasiteleri açısından ABD’ye en yakın güç olan Fransa’nın önderliği üzerinden, NATO “şemsiyesi” altında Batı Blokunu, yeni güçler dengesinin koşullarıyla da uyumlulaştırılarak yeniden kuracak biçimde B şçi emeklisine kötü haber ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Danıştay 10. Dairesi, sadece kamu görevlisi emeklilere banka promosyonu verilmesini öngören Başbakanlık genelgesinin iptal istemini, oybirliğiyle reddetti. Türkiye Emekliler Derneği üyesi bir işçi emeklisi, Başbakanlık’ın 20 Temmuz 2007’de yayımlanan “Banka Promosyonları” konulu genelgesinin, “işçi emeklilerini kapsamaması nedeniyle eşitlik ilkesine ve hukuka aykırı olduğunu” ileri sürerek iptali istemiyle Danıştay’da dava açtı. Kararda, “Genelgenin 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu uyarınca çıkarıldığı dikkate alındığında bu yasa kapsamında bulunmayan işçilere ait emekli maaşlarını kapsamayacak şekilde düzenleme yapılmasında hukuka aykırılık bulunmamaktadır” ifadesi kullanıldı. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle