19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
19 EYLÜL 2011 PAZARTES CUMHUR YET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 İnsanı oluşturan temel kategorilerden ‘oyun’ unsurundaki süreklilik, yaşanan kırılmayı gözden kaçırmamıza neden olmamalı ‘Oyunun kuralları böyle’ “Modern Zamanlar”a gelinceye dek, doğa “oyun alanı”nda başrol oyuncusu olarak yer almıştı. Şimdiyse ancak Irene kasırgası, Eyjafjallajökull yanardağı veya küresel ısınma rolleriyle sahneye çıkabiliyor. Hangi filmdi hatırlamıyorum. Ama bir karesi aklımdan hiç silinmemiş: Ölüm kalım durumu söz konusu. Soğukkanlılığını hiç bozmayan bir İngiliz centilmeni, karşısındaki adamın yüzüne buz gibi bakıyor ve konuşuyor: “Oyunun kuralları böyle.” Huizinga’nın homo ludens [oyuncu insan] diye tanımladığı insanın, hatırlanamayacak kadar eski devirlerin ritüellerinden bu yana kendine ayrı bir “oyun alanı” yaratarak yaşadığı biliniyor. Hatta gerek kutsala gerekse satirmedi. Üstelik 20. yüzyılın ikinci yarısından başlamak üzere küresel egemenliğini ilan eden görsel medya, ekran görüntüsünü gerçekliğin yerine ikame ederken, yüzyılın son yıllarında kişisel bilgisayarlara adapte edilen internetin olağanüstü bir yaygınlık kazanmasıyla bu kez sanal ile gerçek birbirine karışmaya başladı. Bütün bu gelişmeler, “gerçek” denilen yaşam alanının yanına açtıkları farklı dünyalarla homo ludens’in sınırlarını da genişlettiler. Deyim yerindeyse, “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyene, “Seni görüyorum, peki varsın” diye cevap verilmeye başlandı. ‘King Kong’laştırılan doğa Ama insanı oluşturan temel kategorilerden biri olan “oyun” unsurundaki bu süreklilik, süreçte yaşanan çok önemli bir kırılmayı da gözden kaçırmamıza neden olmamalı. Chaplin’in eşsiz filminin adıyla söyleyecek olursak “Modern Zamanlar”a, yani kapitalizme gelinceye dek, doğa “oyun alanı”nda her zaman bir başrol oyuncusu olarak yer almıştı. Ama Şarlo’yu öğütücü çarklarının arasına sıkıştıran o dev makine gibi tüm yerküreyi saran sistemin içinde, doğa ancak “Irene” kasırgası, Fukuşima’yı vuran tsunami, Eyjafjallajökull yanardağı veya daha genel anlamda “küresel ısınma” rolleriyle sahneye çıkabiliyor artık. Antik mitoslarda Demeter’le birlikte yeraltına, ölüler diyarına çekilince ardından yas tutulan doğa, 21. yüzyılda genellikle sadece “canavarlaşan” görüntüsüyle günlük yaşamın içine girebiliyor, “haber değeri” bulabiliyor. Bu değişiklik, yani insanın yaşam ve oyun sahnelerinde doğanın başrol oyunculuğundan düşürülüp, üzerinde hâkimiyet kurulması gereken ikincil bir karaktere dönüştürülmesi yukarıda sözünü ettiğim o çok önemli kırılmayı oluşturuyor. Bu kırılma sadece bir zihniyet değişimini ve bunun sonucunda gezegenimizin gördüğü zararı değil, uzun süreli psikolojik tarih bakımından insan soyunun köksüzleşmesini ifade ediyor, çünkü insanlık kültürünün bilinçaltını oluşturan mitolojinin en temel unsuru budanmış oluyor. İnsan sadece saldığı sera gazlarıyla ozonu delmekle kalmıyor, doğayı yardımcı oyunculuğa indirerek, hatta “King Kong”laştırarak, mitoslarla şekillenmiş kendi toplu belleğinde ve dolayısıyla kolektif ruhunda da koca bir karadelik oluşturuyor. Barajlarla egemenlik kurulmak istenen coğrafyalarda yitip giden kültür ve tarih varlıklarını, maddenin en küçük parçacığına egemen olmak için kurulan nükleer santralların oluşturduğu tehdidi, yerkürenin akciğerleri olan ormanlara, can damarları olan su havzalarına yönelik kapkaç zihniyetli saldırıları hatırlatanlara, o film karesindeki İngiliz centilmenin buz gibi gözleriyle bakarak, “oyunun kuralları böyle” diyorlar. Bence yanılıyorlar. Oynadıklarının sadece bir “intermezzo” olduğunun farkına varamıyorlar. 2010’da zlanda’da patlayan Eyjafjallajökull yanardağından yayılan duman bulutu. nata ilişkin tüm yapılanmaların bu oyun alanıyla birlikte şekillendiğini söylemek de mümkün. Üstelik bu yapılanmaların hangisinin diğerini öncelediği konusunda bir sebepsonuç tartışması yapılamayacak kadar iç içe geçmiş süreçler söz konusu. Aydınlanma devrimi, insan aklının hükümranlığını ilan etmesi, kutsala ilişkin alanların geriletilmesi, dönüştürülmesi ya da rasyonalize edilmesi “oyun alanı” gerçeğini değiş BABYLON’UN ‘MIDNIGHT EXPRESS’ ADI ALTINDA BAŞLATTIĞI KONSER D Z S N N ÖNCEK AKŞAMK KONUĞU FUNDAMENTAL’D ‘Gece Yarısı Ekspresi’nde punk ruhu Çokkültürlü yapısı ve radikal müzikleriyle tanınan Fundamental, punk ruhunu Babylon sahnesine taşıdı. ZÜLAL KALKANDELEN Babylon’un bu sezon başlattığı “Midnight Express”in önceki akşam önemli bir konuğu vardı. Çokkültürlü yapısı ve radikal müzikleriyle “Asian Public Enemy” diye anılan Fundamental, punk ruhunu Babylon sahnesine taşıdı. Tişörtünde “Osmanlı torunu” yazan rapçileri, “disobey” (karşı gel) yapışkanlı klavyeleri, yerel enstrümanları, üzerinde “1 numaralı terörist” yazan Amerikan bayrağıyla çok renkli bir sahneydi. Konserde, “Cookbook DIY” şarkısını Gazze’ye yardım için gönderilen gemide öldürülenlere adadılar ve şu soruyu sordular: “Çocuklarımızın üzerine bombaları bırakan gerçek teröristler kim?” Hiphop, punk rock ve etnik unsurları birleştiren müziğiyle ve sistemi eleştiren tavrıyla tanınan grubun kurucusu Aki Nawaz, Pakistan asıllı bir İngiliz. Lübnanlı ünlü rapçi Eslam Jawaad’ın da eşlik ettiği Nawaz’la konser öncesi buluştuk. Fundamental kendisini politik olarak ifadi. Albümü yayımlamak istemediler. Ama biz geri çekilmedik ve direndik. Medya sizi siyah, Müslüman, militan müzisyenler olarak karakterize etmişti. Ne gibi kültürel ve politik zorluklarla karşılaştınız? 1991’de grubu kurduğumuzdan bu yana hep karşılaştık bunlarla. Derimizin rengine, savunduğumuz görüşlere, dinimize, kültürümüze ve görünüşümüze karşı hep bir direniş vardı. Bu aslında Türklerin ‘Gece Yarısı Ekspresi’ ile deneyimledikleri bir şey. Türkiye de Batı’daki İslamofobi’den çok çekiyor. Bu kibirli tavrı yıkmamız lazım. Peki Müslüman ülkelerdeki kadınların durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlar konusunda erkek sömürüsü açık. Bugün Batı’da da kadınlar haksızlıklara uğruyor. Bu, dinin ötesinde bir şey. Kadınlar kendi argümanlarını topluma kabul ettirmek için aktif olmalı. Çok uzun zamandır kadın meselesini erkekler konuşuyor. Modern, özgür bir kadınsanız bile, erkek egemenliğindeki bir dünyada yönlendiriliyorsunuz. Yeni albüm yapacak mısınız? Üzerinde çalışıyoruz. Umarım gelecek yıl çıkar. Böylece bu defa tutuklanmayı da umuyoruz! www.zulalkalkandelen.com de eden bir grup. 3. dünya ülkelerinin haklarını savunuyor, kapitalizme, emperyalizme, ırkçılığa, seksizme karşı çıkıyorsunuz; görüşlerinizle hem sağ hem de sol kesimi karşınıza alıyorsunuz. Henüz tutuklanmadınız mı? Söz ettiğimiz bütün meseleler gerçek ve aslında rock’n roll var olduğundan beri birçok grup bizim gibi hayata dair sorunları aktardılar. Biz de son albümümüz çıktığında tutuklanacağımızı düşünmüştük doğrusu... Son albümünüz “All is War”, çok öfkeliydi, sözleri büyük tartışma yarattı. Usama bin Ladin’den alıntı yaptığınız bir parça var orada. Albümden sonra başınız belaya girdi mi? Müzik endüstrisiyle başımız epey belaya gir Eylül bir zorunluluktur. Kasım zorunluluk değildir, şubat değildir, mayıs değildir, ağustos hiç değildir. Onların da düşkünleri, küskünleri vardır, bulunabilir, ama hiçbirinin yaşamımızdaki yeri eylül gibi kesin, sağlam, kunt, kavi ve bu sıfatlarla anılacak türden değildir. Aldırış etmeyebilirsiniz, umursamayabilirsiniz, kimse de oralı olmaz, aylarınsa haberi bile olmayacaktır bundan emin olun. Eylül bir zorunluluksa, onu yazmanın bir zorunluluk olduğunu söylemeye de hiç gerek yoktur. Buradaki soru, insanın bu zorunluluğu ne zaman, nasıl ve hangi vesilelerle hissettiğidir? Eylülü benden soruyorsanız söyleyeyim, ben kendisiyle bir iç şehirde tanıştım, günlerden pazartesiydi... İç şehirler öyledir, bazı günler vardır, bazıları yoktur, oraya hiç uğramamıştır. Eylül taşrada pazartesidir, salıdır, biraz da pazar günüdür. Pazar aslında ağustosundur. Ağustos bana baştan başa pazar gibi gelir, uzuuun, otuz gün süren bir pazar. Ne kadar sıkıcı olurdu bir düşünsenize! Eylül bir söylentiye göre ‘kara güneş’in ayıdır. Kara güneş, Fransız şair Nerval’in kullandığı bir mecaz. Şarkının “Bazen neş’e bazen keder” dediği gibi bir şey. Melankoli, depresif olma hali, ki ben onu Türkçeleştirip ‘depreşik’ diyorum. Siz ne diyorsunuz? İçinde hem ayrılığı hem kavuşmayı barındırıyor, biraz da ‘bir dargın bir barışık’ olmayı, ama önce kendisiyle, sonra başkalarıyla, daha çok da varoluşla, yaşamla. Eylül bu nedenle sanıldığı kadar dünyevi olmayabilir, yarısı yazın yarısı güzün ya da yarısı güzün yarısı hüzün dedikleri de eylüle sayılır sayılmasına da, eylül asıl insan için bir durak olur. Belki de insanın yaşamına, o serüvenin neresinde olursak olalım, durup bir bakması için bir mola zamanı, konaklama yeridir eylül. Bu yazıyı eylül bitmeden yazıyorum, ola ki eylülü bir de böyle yaşamak isteyenler için durup bakma olanağı doğar. Belki de insanın ‘içindeki yeni yıl’ın da başlangıcı eylüldür. Yoksa eylül gelince içimize, fikrimize, elimize, dilimize bir keder düşmesi de, bir yılı daha geride bıraktığımızdan olmasın! Neden olmasın! Hiç eylül geçsin, bir an önce bitsin dediğiniz oluyor mu, oysa temmuz için, ağustos için, mart için, kasım için bunu ne çok dileriz, düşünürüz. Ben eylül için hiç böyle düşünmedim, aksine onda bir ‘depreşiklik’le birlikte yepyeni bir coşku, canlanma, dirim de hissettim, galiba giderek daha çok hissediyorum bunu. Eylül eskilerin deyimiyle bir ‘hülasa’ ayı. Yani, döküm, değerlendirme ayı. Yahya Kemal “Günler kısaldı. Kanlıca’nın ihtiyarları/Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları /.../Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa.../ Yazlar yavaşça bitmese günler kısalmasa/...” dizeleriyle başlayan “Eylül Sonu” şiirinde, bence ilginç bir şey yapıyor, eylülü bir ‘semt’ olarak anıyor. Üstadın ‘semt’ duygusu elbette çok sevdiği eski İstanbul’un her biri kendine özgü olan semtlerinden besleniyordu. Öyle ki bir şiirinde de “Vatan semtinin ormanları kuytu” diyecektir. Bu yazıyı yazarken farkına vardım, ‘Eylül’ başlıklı şiirimdeki “Eylülün semtine kadar böyle gidilir” dizesini de Yahya Kemal’in bu şiirinin etkisiyle yazmışım. Eylül bir semttir, nisan bir semttir, haziran bir semttir, kimi şehirde, kimi taşrada, kimi kıyıda bizi beklemektedir. Nisanın erkenci sevincine, haziranın iflah olmaz iyimserliğine ve eylülün o hüzünlü bilgeliğine de elbette semt duygusu yakışır. Peki eylül nasıl yazılır? Bir, eylül, başta haziran olmak üzere özellikle semt duygusu yaşayan aylara bakarak yazılır. İki, eylül taşrada başka, büyük kentte başka yaşanır ve yazılır. Üç, eylül asla bir mevsim olarak yazılmaz, yazılmamalıdır. Dört, eylül yalnızca sararan yapraklara, düşen gazellere bakarak, “Körolası çöpçüler aşkımı süpürmüşler” şarkısını dinleyerek yazılmaz, bazen hayata, bazen kendine bakarak yazılır. Beş, eylül için ne yazılsa defteri dolmaz, o biraz da yalnızlığın defteri gibidir, o yüzden tekrar olmaz. Altı, eylül her defasında yeniden yazılır, kendini unutturmaz. Yedi, eylül böyle benim yazdığım gibi yazılmaz. Eylül Nasıl Yazılır? Bir çocuk daha okusun diye 21.YÜZYIL EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI (YEKÜV) Tel: 0212 274 15 02 0212 213 74 02 Fax: 0212 275 52 44 www.yekuv.org [email protected] Vakıflar Bankası Osmanbey Şubesi 00158007287986476 C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle