19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 ARALIK 2011 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER yararlandırmalıdırlar. Daha doğrusu, sorumlular emirleri altındaki görevlilerden bunu istemelidirler. Sorumlulara verilen maaş da bunun için verilir; koskoca bir toplumu kendi akıllarına estiği gibi yönetmek için değil. evlet; yasaması, yürütmesi ve yargısıyla, böyle bir mükemmelliğe erişmek için düşünülmeli ve kurallar bu amaçla uygulanmalıdır. Ama 12 Haziran seçimleri öncesinde, sonuçlar az çok kestirilip aynı iktidarın işbaşında kalacağı aşağı yukarı bilinirken bir yetki yasası çıkarılırsa; O yasa, akıl almaz bir cömertlikle, bütün devlet kurum ve kuruluşlarını yeniden yapılandırma yetkisini yürütmeye, yani gelmesi beklenen yeni iktidara vermeyi öngörüyorsa; Bu yetkiyi doğru tanımlayarak sınırlarını anayasaya uygun biçimde belirleyen bir yasa yapılıp yapılmadığını kararlaştıracak en yüksek organ, yani Anayasa Mahkemesi yine aynı hayhuy döneminde değişik bir yapıya dönüştürülmüşse; yasa önüne getirildiğinde iptal edeceklerle etmeyecekler arasında oy eşitliği ortaya çıkmış ve eğilimleri bilinen bir başkanın oyuyla iptal istemi reddedilmişse, böylesine kılpayı çoğunlukla işbaşında kalmış bir kararname sisteminin yasamacı memurları milletvekillerininkini bile aşan bir sorumluluk duygusuyla donatılmış olmalı değil miydiler? Günler, bürokratlarımızın siyasilerimizden de daha sorumlu davranmalarını gerektiren günlerdir. Yasamacı Memurlar KANUN hükmünde kararname modası tuhaf bir memur zümresi yaratmış sayılır. Çoğu Başbakanlık çevresinde yer alan ve kararnamelere imza gerektiği için Çankaya’dan da destek alan; Kanun hükmünde kararname yazdıkları için ilk bakışta Meclis’in iradesini dile getiriyormuş görünen, ama aslında yürütme gücünü arkalarında bildiklerinden, “Meclis’te muhalefet de var, hatta ancak hepsi birden ‘ulus’ sayılır” demeyi unutan; Yani, hükmünü kullandıkları milletvekillerini, bugünkü halkın değil, “millet” denen çok yüce bir kavramın vekilleri sayılması gereken; ama kural koyarken, yalnız şimdiki halkı değil, “ecdadı ve ahfadıyla”, ataları ve torunlarıyla, geçmişi ve geleceğiyle milleti düşünerek hüküm koymadıkları izlenimi veren bir yeni sınıf. ir tek iktidara hizmet etmek yerine devlete, yani milletin örgütlenmiş biçimine hizmet ettikleri varsayılan memurlar bu varsayım adına aylık alırlar; yani hiyerarşisi içinde yer aldıkları kurumun sorumlularını kendi bilgilerinden, deneyimlerinden ve varsa öngörülerinden D Bilişsel Zekâ (IQ) mı, Duygusal Zekâ (EQ) mı? İnsan doğasına daha uygun bir toplumsal düzen kurulacaksa bunda bile toplumların IQ’larının büyük rolü olacaktır. Bilişsel analitik zekâ insan odaklı bir dünyayı sağlayacak potansiyeldedir. Coşkun TECİMER emeklerimi asla yalnız yemem.” Kitabında böyle diyor Amerikalı bir işadamı. İnsanla birlikte olmak, birlikte bir şeyler paylaşmak amacında. Güzel… Ancak biraz ilerleyince yaklaşımında samimi ve içten olmayan bir hava seziliyor. İnsanlar, hayallerini gerçekleştirmede kullanacağı bir araç gibi… Yeni iş hayalleri kuruyor, yeni yatırımlar planlıyor. Bunun için de insana ihtiyacı var. Sosyalleşmeli, alabildiğine sosyalleşmeli ki işler kolaylaşsın, girişimlerin önü açılsın. Malum, insansız bir şey olmuyor. Tabii tüm ilişkilerin böyle “Y B olması gerekmiyor. İnsan ilişkileri, kimi zaman içten paylaşımların odağına yerleşmişken kimi zaman da sadece işleri yürütebilmenin, amaca ulaşabilmenin aracı rolünü üstlenmiştir. Herhalde bu yüzyıl kadar insan ilişkilerinin karmaşıklaştığı bir dönem olmamıştır. Çünkü çevreden gelen uyaranların bu denli arttığı, insan beyninin bu derece işgale uğradığı bir başka tarihsel dönem yaşamamıştır dünyamız. Günümüz insanı sıklıkla bir durumdan bir başka duruma geçiş yapmak zorunda kalmaktadır. Geçişlerin bu denli hızlı olduğu ortamlarda ilişkiler de yüzeysel ve durumu kurtarmaya yönelik olmakta, insanlar arasındaki içtenlik kaybolmaktadır. Bu da bireyi yormakta, ortama uyum için daha zekice yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Sonuç, kişinin çevresine ve dolayısıyla kendisine yabancılaşmasıdır. Kişisel gelişim ile ilgili literatürün çoğu da yalnızlaşmış, yabancılaşmış ve mutsuz insanın ihtiyacına yanıt vermek için yayımlanıyor. Büyük bir kısmı toplumsal nedenleri göz ardı ederek bireyi kurtarmaya çalışıyor. Oysa insan denilen yaratığın zihinsel ve ruhsal yönden büyük bir esnekliği olduğu, oluşumunu sağlayan temel etmenin içine doğduğu dünya ve toplum düzeni olduğu unutuluyor. Bunun doğruluğunu göstermek için uç bir örnek vermek isterim: Doğaya bırakılıp toplumla teması olmadan büyümüş çocukların hayvanlara benzer davranışlar içinde olduğu saptanmış. İnsanlar arasındaki kişisel farklılıkları, bireyin tekliğini yadsıyamayız. Ancak suçun ve patolojik davranış kalıplarının daha az görüldüğü, ruhsal doyum ve mutluluğun daha çok yaşandığı toplumsal grupların bulunması, insan zihni ve ruhu için daha güzel bir başka dünya olabileceğini gösteriyor. Bunun sağlanması bugünden yarına olabilecek bir şey değil. Durum böyle olunca da yabancılaşmış ilişkiler ağını düzenlemek için insanların nasıl davranması gerektiği anlatılıyor, kimi zaman da gerçekleşmesi kolay olmayan yapay çözüm önerileri sunuluyor. Bu nedenle de EQ’nun önemi sıkça vurgulanır oldu. Hatta EQ o denli yüceltildi ki IQ’dan daha önemli olduğu yazılıp çizilmeye başlandı. Gerçekten öyle mi? EQ, IQ’dan daha mı önemli? EQ’nun IQ’nun üstünde görülmesinde küreselleşmiş, karmaşıklaşmış dünyada insan ilişkilerini daha bir düzene sokma kaygısının yattığı izleniyor. Burada Daniel Goleman gibi EQ ile geniş kitlelerin tanışmasını sağlayan bilim insanlarının içten yaklaşımlarının önemini yadsıyacak değilim. EQ’nun gerekli olduğunun ben de farkındayım. Benim itirazım, EQ’ya gereğinden fazla önem atfederek IQ ile kıyaslanması ve onun üstünde görülmesidir. Oysa IQ her zaman EQ’dan daha önemlidir ve öyle de kalacaktır. Çünkü IQ yaratıcı ve keşfedicidir; soru soran ve belirleyici olandır. EQ ise toplumsal ilişkiler içinde ortaya çıkan göreceli bir kavramdır. EQ’dan bu denli söz edilmesinin nedeni, bir anlamda toplumların ayıbının düzeltilmesinin, ilişkileri düzene sokma işinin tamamıyla bireyin omuzlarına yüklenmesindendir. EQ’da bir ölçüde yaratıcılık olsa bile bu IQ’daki yaratıcılık ile kıyaslanamaz. Tarih boyunca bilim ve teknolojideki muazzam gelişmeler IQ aracılığıyla olmuştur. Matematiği insan düşüncesinin sınırlarını zorlayacak noktaya getirenler EQ’su değil, IQ’su yüksek insanlardır. Öyle ki insan beyninin buluşu olan sanal matematiksel modellemeler, evrende buna uygun gerçek düzenlerin varlığını akla getirmiş ve bilim insanlarını bu tür sistemleri aramanın içine sokmuştur. Fizikteki gelişmeler öyle bir noktaya ulaşmıştır ki atom altı parçacıklar keşfedilmiş ve belki de ışıktan daha hızlı giden parçacıkların olabileceği gündeme gelmiştir. Bu doğrulanırsa evrene bakışımızı tamamen değiştirecek gelişmelerin önü açılacaktır. Edebiyattaki orijinal, yetkin ürünler de yaratıcı zekâ örnekleridir. Yüzyıllar sonra bile zevkle okunan en güzel yapıtlar, alabildiğine sosyalleşmiş insanların değil, kendisiyle yalnız başına kalabilmeyi bilen yazarların ürünleridir. Keza müzik ve resim de insan zekâsının ürünüdür. Belki doğada bile olmayan yeni ses ve ritimlerin ortaya konması insan beyninin yaratıcılığı değil de nedir? İnsan doğasına daha uygun bir toplumsal düzen kurulacaksa bunda bile toplumların IQ’larının büyük rolü olacaktır. Bilişsel analitik zekâ insan odaklı bir dünyayı sağlayacak potansiyeldedir. Böyle bir toplumda insanların EQ’ları da daha az zorlanır. Ya da şöyle söyleyeyim: Daha sağlıklı bir dünyamız olsaydı EQ’ya bugün olduğu kadar ihtiyaç duyulmaz, günümüz anlamındaki kişisel gelişim için de bu denli vurguya gerek kalmazdı. CERN... CERN’de yaradılışın sırrını çözmek için ilk anti madde deneyleri 2002’de... İmam Başbakan oldu... ? 2004, atom altı parçacıklar hızlandırıldı... İlkokul yardımcı kitaplarına, “Oku Ali oku... Ali Yasin oku... Oku Ali Yasin oku... Nine bana zerde yap...” eğitici sayfaları konuldu... ? 2005... Evrenin sırrını çözmeye çalışan CERN’deki müthiş deneye, bizim medyanın ilk kez ilgi duyup, heyet halinde bakmaya gittiği yıl... Gördükleri ilk keçi sakallı adama “Abi dünyayı patlatmayın sonra... Ehe he he...” diye espri yaptılar... Zaten adam garson çıktı... ? CERN laboratuvarı yerin dibinde, 27 kilometre uzunluğunda... Projeye katılan yirmi ülke: Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Hollanda, Norveç, Polonya, Portekiz, Slovakya, İspanya, İsveç, İsviçre, İngiltere... Kâinatın oluşumundaki sır çözülürse, dünya üzerindeki yaşamın geleceğinin de belirleneceği açıklandı... 2006... Uçaklar iyi uçsun diye pistte deve kesildiği sene... ? 2009... Dünyada 13 bin bilimsel yayın CERN’i izliyor... TÜBİTAK, Darwin’in yaradılış teorisini dergisinden çıkarttı... Onu oraya koyan editörü de kovdu... İktidarın gazetesi “İnsanı Cenabı Hak toprağa üfleyerek yarattı..” derken... Vali “Allah’ın adının karpuz çekirdeğinde zaten yazılı olduğunu” açıkladı... ? 2010... Atom altı parçacıkların eksi 270 derecede dev mıknatıslara yerleştirilmesi tamamlandı... Cüppeli Ahmet Hoca, canlı yayında cennette her Müslüman erkeğe kaç bakire huri düşeceğini açıkladı... ? 2011... Bilim adamları 13.5 milyar yıl önce kâinatın nasıl oluştuğunu öğrenmek için en büyük deneyi yapıyorlar bugünlerde... Dünyanın gözü CERN’de... Çağdaş bilim varoluşun sırrını bulmaya çalışıyor... Dünyanın dört bir yanında 300 bin bilim adamı deneyi ve sonuçlarını izliyor... Hükümet mollaları kadroya almaya karar verdi... ? Onlar yaşamın nasıl oluştuğunu araştırsınlar... Biz nasıl yıkılacağını biliriz... C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle