19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
16 ARALIK 2011 CUMA CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 17 Hava kurşun gibi ağır… Hava eksi sekiz (8)… Orada bir Van var... “Sevgili Türkiyeliler, Manav Ahmet Amca, Kaportacı Süleyman Bey, Kuaför Serpil Abla, Sekreter Aslı Hanım, Dolmuşçu Kasım Abi, ağzı dualı ninem, Bizler Van’da görev yapan öğretmenleriz. Devlet büyüklerimiz, bizlerden toplumsal düzeni koruma çabası bekliyor. Bizlerden yara bandı olmamızı bekliyorlar. Kanayan derin yaranın üzerindeki küçük bir yara bandı ne kadar işe yaracak?” Mektupların bir bölümü böyle başlıyordu… Mektupların çoğunda “Sesimizi duyan var mı” diye soruluyordu: “26 Aralık’ta eğitime yeniden başlıyoruz, hiçbir şey olmamış, hiç kimse ölmemiş, hiç kimse ağlamamış gibi... Dün karatahta önünde yüzünde gülücüklerle ders anlatan meslektaşlarımız kara toprağın böğründe değilmiş gibi...” Van’daki depremde anımsayın 72 öğretmen can vermişti. Kırk öğretmen hâlâ kayıp… Birkaç gün önce hayatlarını kaybeden öğretmen adlarının çeşitli illerdeki okullara verileceği açıklandı. Ah benim canım memleketim! İnsanlar için öldükten sonra değil, ölmeden önce hayattayken bir şeyler yapmanın önemini ne zaman kavrayacağız… Onlara yaşamı kolaylaştırmayı… Hak ettiklerini sağlamayı… Emeklerine saygı duymayı… Emeklerini yüceltmeyi… Van depreminden sonra, öğretmenlerin ölümünden sonra, okulların evlerin yıkımından sonra Van’daki eğitim öğretim önce 14 Kasım’a sonra 5 Aralık’a kadar ertelenmişti. Şimdi 26 Aralık’ta depremi yaşamış öğretmenlerin de Van’a dönüp göreve başlamaları isteniyor. Ölmeden önce, hayattayken… Fotoğraf: ENSER ÖZDEMİR (AA) yorlar. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, öğretmenlerin konteynırlara yerleştirileceklerini açıkladı ya… Bir mektupta şu sayılar veriliyor: Van’a 26 Aralık’ta 4 bin 600 öğretmen gelmesi bekleniyor. Evli öğretmen sayısı 2440.. MEB’nin konteynır sayısı 1250. Kullanıma hazır konteynır sayısı sadece 90 tanedir… Ah benim hesap bilmez memleketim! Deprem ertesinde, bütün dünya seferberken; konteynır yollamaya hazırken ne diye geri çevirirsin! Bu ne biçim akıldır! Ve öğretmenler Eğitim Bakanlığı’na soruyor: “Van’da eğitime başlamasını öngördüğünüz biz öğretmenler, ailelerimizle birlikte nerede kalacağız? Kalitesiz malzemeyle ve denetim yapılmadan inşa edilen okul binalarının, içindeki öğretmenlerle birlikte nasıl yerle bir olduklarını gördükten sonra hadi gidin bu binaların üst katına yerleşin demek hangi akla ve vicdana sığmaktadır?” Tarih ve Yalan… Sönmez Atasoy yaşamını yitirdi ? Yaklaşık 40 yıl boyunca Devlet Tiyatroları’nda pek çok oyunun başrolünü ve yönetmenliğini üstlendikten sonra, “Kurtlar Vadisi”ndeki Halo Dayı ve “Sakarya Fırat”taki Mürsel Ağa rolleriyle geniş bir izleyici kitlesinin de beğenisini kazanan Atasoy, 67 yaşındaydı. Kültür Servisi Geçen hafta Isparta’da çekimleri süren “Sakarya Fırat” dizisinin setinde geçirdiği kalp krizinin ardından tedavisi yoğun bakımda süren ünlü oyuncu ve yönetmen aynı zamanda oyuncu Fadik Atasoy’un babası da olan Sönmez Atasoy, önceki gece yaşamını yitirdi. Sönmez Atasoy için bugün saat 10.30’da Ankara Büyük Tiyatro’da bir tören düzenlenecek. Sanatçı, Ankara Kocatepe Camii’nde kılınacak öğle namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilecek. Yaklaşık 40 yıl boyunca Devlet Tiyatroları’nda pek çok oyunun başrolünü ve yönetmenliğini üstlendikten sonra, “Kurtlar Vadisi”ndeki Halo Dayı ve “Sakarya Fırat”taki Mürsel Ağa rolleriyle geniş bir izleyici kitlesinin de beğenisini kazanan Atasoy, 67 yaşındaydı. Beyin fonksiyonları yanıt vermediği için 12 Aralık’ta Şevket Demirel Kalp Merkezi’nden Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Uygulama Hastanesi Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesi’nde getirilen Atasoy, tüm çabalara karşın kurtarılamadı. Bu arada, “Kurtlar Vadisi” adlı dizide Seyfo Dayı’yı canlandıran Nihat Nikerel’in iki yıl önce yaşamını yitirmesinin ardından, aynı dizide Laz Ziya’yı oynayan İstemi Betil’in geçen ay, Halo Dayı’yı canlandıran Sönmez Atasoy’un da önceki gün yaşama veda etmeleri talihsiz bir rastlantı olarak dikkati çekti. 1944’te Kars’ta dünyaya gelen Sönmez Atasoy, Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü bitirdikten sonra 1968’de Devlet Tiyatroları’nda çalışmaya başlamış, 40 yıl oyuncu ve yönetmen olarak bu kurumda hizmet vermişti. Sanat Kurumu tarafından En İyi Oyuncu (“Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”) ve En İyi Yönetmen (“Ana Hanım Kız Hanım”) ödüllerine değer görülen Atasoy, 1975’te Cüneyt Gökçer’in asistanı olarak başladığı sahne öğretmenliğini Ankara ve İzmir devlet konservatuvarlarında, İstanbul’da MSM Okulu, Yeditepe Üniversitesi ve Haliç Üniversitesi’nde sürdürmüştü. Aralarında Sadık Şendil’in “Kanlı Nigâr”, Melih Cevdet Anday’ın “Ölümsüzler”, Turan Oflazoğlu’nun “Deli İbrahim”, Haldun Taner’in “Ay Işığında Şamata”, Tarık Buğra’nın “Bir Ben Vardır Benden İçeri”, Refik Erduran’ın “Tamirci”, Bilgesu Erenus’un “Misafir” adlı yapıtlarının da bulunduğu pek çok oyunun yönetmenliğini üstlenen Atasoy, “Nasrettin Hoca Bir Gün”, “Yedi Köyün Yargıcı” ve “Kendi Gök Kubbemiz” adlı oyunların da yazarıydı. Aralarında “Nasrettin Hoca Bir Gün”, “Teneke”, “Osmanlı Dram Kumpanyası”, “Bahar Noktası”, “Kendi Gök Kubbemiz”, “Mikado’nun Çöpleri” ve “Fadik Kız”ın da bulunduğu pek çok oyunda başrol üstlenen Atasoy, birçok sinema filminde de rol almıştı. Önümüz yılbaşı Bu yanlış karardan dönüleceğine inanmak istiyorum. Depremi yaşayan öğretmenlere, yaşadıkları travmadan kurtulabilecekleri, kendilerini güvende hissedebilecekleri yerlerde çalışmaları adına yer değiştirme hakkı verilmesini beklerken sizlere bir şey hatırlatmak istiyorum: Önümüz yılbaşı. Yılbaşında yakınlarımız, sevdiklerimize hediye almak alışkanlık haline geldi. Bu yılbaşı hediyelerinizi alın, ama Van’a yollayın. (Evdeki eskilerden değil, alacağınız işlevsel armağanlardan söz ediyorum.) Arkadaşlarımla ben şu sıralar, çalışmalarına hayran olduğum Van Kadın Derneği’ne armağanlarımızı yolluyoruz: ( Sıhke Cad. Yüzüncü Yıl İş Merkezi A Blok Kat: 4 No: 72 VAN. Tel: 0 432. 214 45 87 EPosta: [email protected] .Cep: 0 541 711 06 65) Orada bir Van var. Kimileri için çok uzakta olsa da… Van’da hava kurşun gibi ağır… Van’da sıcaklık, siz bu yazıyı okurken eksi 8… Meteoroloji verilerine göre… Vicdanıma göre ise eksi 30… [email protected] Öğretmenlerin çığlığı Depremi yaşamış öğretmenlerin bırakın yaşama, barınma, ev bark bulma sorununu (hasar görmemiş yapıların kirası anormal yüksek, girin çatlak yıkık evlere deniyor), bu insanların psikolojisini düşünen yok! En yakın arkadaşları, aile fertleri, öğrencileri kucaklarında can vermiş, ölümü yaşamışlar, enkaz altından çıkarılmışlar, travmalardan geçmişler… Kimi sinir ilaçlarıyla yaşayabildiğini itiraf ediyor; kimi kâbuslardan yorgun düşmüş... Mektuplar, mektuplar, mektuplar… Her biri psikolojik çöküntüyü ortaya koyuyor. Şimdi bu öğretmenlerden çocukları eğitmeleri isteniyor. Hiç olur mu böyle şey! Bir travmadan kurtulmaya çalışan bu öğretmenler, travmayı yaşamış ve hasbelkader hayatta kalmış öğrencilere ne verebilir ki?.. Depremzede öğretmenlerin tek isteği var: Düzce depreminde olduğu gibi kendilerine de yer değiştirme hakkı verilmesini istiyorlar! Başbakan her ne kadar olmaz öyle şey diye kestirip attıysa da, Eğitim Bakanı, “Ancak yaralılar bu hakkı talep edebilir” dediyse de, öğretmenlerin yanıtı çığ gibi büyüyor: “Hepimiz yaralıyız. İçimiz yaralı!” Bu arada engelli öğretmenleri düşünen hiç yok! Kodamanlar enkaz yerlerini dolaşıp çekip gidiyor. Hele bir gece kalsınlar bir çadırda bakalım… “Enkaz yerleri dolaşmakla, öğretmenin yanında olunmuyor. Yaralarımızı sarmak yerine sağ olsunlar iyice kanatıyorlar.” di Doğan Kuban Hoca, geçenlerde tarih ile yalan ilişkisi üzerine çok önemli bazı saptamalarda bulundu. Bu saptamaların ışık tuttuğu yolda ilerlemeye hazırlandığım sırada ve geçen haftaki hastalığımın yüksek ateşli gecelerinden birinde kitaplığımı turlarken, ellerim ünlü Avusturyalı kültür tarihçisi Egon Friedell’in (18781938) “Yeniçağın Kültür Tarihi” (“Kulturgeschichte der Neuzeit”) adlı başyapıtına takıldı. Böylesine kapsamlı ve derinlikli eserler, her yeni okumada farklı bakış açılarına ve yeni bilgilere gebedirler. Hele kitabın yazarı, Friedell gibi, örneğin: “Tarihler, aslında şairler tarafından yorumlanmalı ve kaleme alınmalı!” diyebilecek kadar alışılagelmiş klişelerden uzak ise söz konusu kitapların bilgi doğurganlığı daha da artar. O gece benim için de böyle oldu. Üşüye titreye kendimi bir koltuğa atıp “Yeniçağın Kültür Tarihi”nin Büyük Fransız Devrimi’ni ve I. Napoleon dönemini konu alan bölümünü (kim bilir kaçıncı kez!) okumaya koyuldum. Ve okudukça, tarih ile yalan arasındaki ilişki bağlamında kafamda uyanan yeni sorulara kaç yıldır aşinası olduğum sayfalardan “yeni” cevaplar gelmeye başladığını hissettim. Ama önce şu “tarih ve yalan” ilişkisi üzerinde, kitaptan bağımsız duralım. Ve soralım: Yalan tarih nasıl olur? Ya da: Tarih, ne zaman yalana dönüşür? Birinci olasılık: Herhangi bir amaçla örneğin kökleşmesi istenen bir yönetime “yasal” bir zemin hazırlamak için geçmişin olgularını çarpıtır, olanları olmamış, olmamışları da olmuş gibi gösterir ve yalan bir tarih inşa edersiniz. Böylesi, işin en kolayı. Peki ama, tarihin bir yalana dönüşmesi, sadece bu olasılıkla mı sınırlıdır? İşte bence bu noktada karşımıza ikinci şık çıkıyor ve o şık da şu: Elimizde belli bir zamanda, zamanı açısından “doğru” yazılmış bir tarih vardır; bu tarih, hiçbir olgu çarpıtılmadığından ve o olgulara bağlanan yorumlar da hem geçerli kavramlara hem de uygulamalara aykırı kaçmadığı için doğrudur. Peki, böyle bir tarih, bir kez doğru yazıldığı için artık kapağı kapatılmış bir dosya sayılmış ve gelecek zamanlara hep böyle hazır bir paket niteliğiyle, içeriği bir zamanlarki doğruluğu nedeniyle hiç denetlenmeksizin ve özellikle kavramsal düzeyde, yeni yorumların tartışma potalarına götürülmeksizin devredilirse, günün birinde kimi açılardan “doğruluk yitimine” uğrayabilir, dahası yalan söylemeye başlayabilir mi? Egon Friedell, Büyük Fransız Devrimi’nin direkleri sayılan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini işte böyle sorularla yeniden masaya yatırıyor; bu arada sonuncusunun siyasi açıdan bir yana bırakılmasını salık verdikten sonra, ilk iki ilke konusunda şöyle diyor: “Fransız Devrimi, eşitliği getirmedi; yalnızca eşitsizliğin bir başka ve çok daha kötü biçimine, kapitalist eşitsizliğe yol açtı. Fransız Devrimi, özgürlüğü de getirmedi, fakat eski rejimin düşünceye yönelik acımasız sansürünü, ama bu kez özgürlük adına ve çok daha sert önlemlerle, uygulamayı sürdürdü. Herkese şunu sordu: Özgürlükten yana mısın? Ve karşısındakinden net bir yanıt alamadığında da ona eskisi gibi tutuklama emriyle değil, fakat giyotinle karşı çıktı…” Yukarıdaki satırlar elbette sadece belli bir bakış açısının ürünüdür ve bu yüzden tartışmaya açıktır; fakat aynı satırlar, zaman içersinde hiç yeniden yorumlanmayan tarihlerin üzerine nasıl bulutların düşebileceğinin açık göstergesidir. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle