19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
31 EKİM 2011 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA [email protected] KÜLTÜR 15 Arthur Miller’ın ‘Orkestra’sı, Ankara Devlet Tiyatrosu yorumuyla İrfan Şahinbaş Sahnesi’nde Acılara tanıklık etmek “Orkestra”yı Bursa’nın ardından ikinci kez Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelemek, benim için bir anlamda da Arthur Miller’la yeniden sohbet etme şansını yakalamaktı. 2005 yılında noktalanmış uzun bir ömre birçok değerli yapıt sığdırmış ve 20. yüzyılın tüm kritik dönemeçlerinde namuslu, tutarlı, cesur aydın tavrını hep korumuştu Miller. “Her müşteriye tek ömür verilir ve memnun kalmayan müşterinin iade hakkı yoktur.” Arthur Miller’ın 1997’de yazdığı, “Mr. Peters’ın Bağlantıları” adlı oyundaki metruk New York barının sahibi Calvin’in repliğidir bu. Arthur Miller, iadesi olmayan o ömrün hakkını sonuna kadar vermiş bir yazardı. Bir Şair Öldü Diyeler... “İman mevsimini çok geçtim / Küfür mevsiminin yarısındayım / Yaşım elliye yakın / Ama çözdüm Türkçe mealini hayatın / Kendimce uzun yaşadım / Sizlerce kısa...” Bu dizelerin sahibi, renkli kişilik Mevlüt Gülveren 15 Mayıs 2011’de yaşamını yitirdi. Beyoğlu’nda 90’lı yılların başında açtığı Dersaadet isimli kafebarda sinema ve edebiyat dünyasının birçok önemli ismini ağırladı. Şair, gazeteci, yazar, figüran ve bulmacacı olan Gülveren, 25 Mart 1958 yılında Kayseri’de dünyaya geldi. Edebiyat ve sinema dünyasıyla ilgili hazırladığı kare bulmacaları birçok dergi ve gazetede yayımlanan Gülveren, memleketi Kayseri’de tedavi görmekteydi. 16 Mayıs 2011’de, doğduğu şehir olan Kayseri’nin Talas ilçesinde toprağa verilen Gülveren’in Yağmur ve Yılmaz adında iki çocuğu var.” “Antrakt Sinema” dergisinden aldım yukarıdaki haberi. Geç aldım, hayli geç. 5 ay kadar. O haberi almak istemediğim için kimseye de sormadım, kimseden de bir ses çıkmayınca kendime inandım: ‘Kötü haber olsaydı şimdiye duyardım’ sandım, bir de ‘o kadar gazeteci, yazar, çizer arkadaşı var, eh yarısı da benim arkadaşım, birinden biri söyler, yazar’ dedim, inandım. Yalanlar iyi ki var! Yalanlar olmasa yaz olur muydu? En çok da kendimize söylediğimiz yalanlar. Onları söylemesek, kendimizi inandırmasak yazı yaşayabilir miyiz, denizlere dalabilir miyiz, sulardan çıkıp kendimize gelebilir miyiz? Bir ameliyata girmeden, bir de sonra aradım. Sesi daha buradaydı. Yazbaşı vedalaşmışız meğer. Haberini güzün aldım. Mevlüt Gülveren: ODTÜ’den arkadaşımdı. Yurtta aynı odada kaldık bir süre. 1980 darbesinden önce. Yılmaz Güney ve Nihat Behram’ın hem sinemadan hem siyasetten arkadaşıydı. Bir filmin senaryosu için Yılmaz Güney’e gidecekti, beni de götürmek istedi. Ben ne anlardım ki senaryodan? O zamanlar şimdiki gibi bol sinema, film, DVD, senaryo kitapları, senaryo yazma kursları da yoktu ki. Hem de doğrusu bir ‘efsane’yle, Yılmaz Güney gibi ‘Çirkin Kral’lığından beri çok sevdiğim bir büyük ustayla karşılaşmak, köşeyi dönerken çarpışmak gibi bir şeydi. Pek mi hafif oldu? Yani olmayacak şeydi. Olmadı da. Ben sosyoloji okuyordum, o matematik. Bizim sınıftan sessiz sedasız, kendi halinde, siyasetle de ilgisi pek olmayan bir kıza âşık oldu. Mevlüt tam bir deli oğlan, kızsa hanım hanımcık. Olmayacağı baştan belliydi. Olmadı. 80 darbesinin ardından ODTÜ de darmadağın edildiği için, Mevlüt okula uzun süre uğrayamadı, kampusa gelemedi, dışarda görüşürdük. O koşullarda bile, âşık olduğu kızı soruyordu bana. Komik adamdı. Eskişehir’e gelmişti, babamla tanışmıştı, birbirlerini çok sevdikleri kalmış aklımda, ikisi de insanların yüzünü de, içini de, gönlünü de güldürmeyi severdi. Mevlüt şairdi, ilk şiirleri Eray Canberk ve Afşar Timuçin’in yayımladığı “Felsefe Dergisi”nde 1979’da çıktı. ‘Rasgele Yazılan Bir İki Söz’ başlığını taşıyan uzun şiirinden bir bölüm: “Dinle sevgilim/‘ya şu uğultu’ diyeceksin,/demirden taburu/ uygun adım gidemeyen proletaryanın/incinmiş sesidir bu./Bu bir patlayış habercisidir,/bu bir işlenmemiş cevherdir/bu bir fitili ateşlenmemiş dinamittir/işte biz de/ateşçisiyiz be sevgilim/patlayış habercisiyiz.” Bulamadım, daha güzel şiirleri de vardı. ODTÜ bitti, İstanbul’a geldim, 10 yıl sonra, 90’larda, bir pazar sabahı, Sıraselviler’de sanki Goran Bregoviç müziğiyle, Emir Kusturica filminden bir sahneyle karşılaştım. Hızla giden eski bir Amerikan arabasının içinden camı açmış bağırıyordu Mevlüt bana. Beyoğlu’ndaki Dersaadet BarKafe’yi, kuzeni Halil İbrahim Özcan’la o günlerde açtılar. Eşber Yağmurdereli’den Ahmet Hakan’a, Ahmet Kaya’dan Zeki Demirkubuz’a herkesin yeriydi orası. Hüseyin Alemdar, Arıburnu ödül törenlerinden bazılarını orada yapardı, Arzu Okay’lı törenler kalmış aklımda. Ahmet Erhan da Hacer’le orada evlenmişti, düğünlerini orada kutlamıştık. Sahnesi vardı. Orada çok türkü söyledim kaç gece. Gençliği kaç geçe. Yine söylerdim ama, artık ‘saadet kapısı’ kapandı, yaz geçti, Mevlüt gitti. Benim de ‘içimde şarkı bitti’. ayatın yalanını sanatın gerçeğiyle yenenler Tiyatro yönetmenlerinin meslek yaşamında en önemli yeri tiyatro yazarları tutar. Yazar, yönetmenin en korkunç karabasanı da olabilir, en sadık dostu da... Her yönetmenin hayatından yazarlar gelir geçer, ama kimileri –bazen bir tek oyunla– demir atıp kalır, öyle derin, öyle silinmez izler bırakarak... Çoğuyla hiç tanışmazsınız bile, bir masanın ve bir fincan kahvenin çevresinde sohbet etme fırsatı bulamazsınız; yine de en yakınınızdan daha yakında hissedersiniz onları, belki bir replikte, belki bir sahne provasında bulunan bir çözümde, parantez içindeki küçük bir notta, o küçücük nota sığdırılmış koca bir ömürde... H Arthur Miller’ın, ‘Cadı Avı’ diye bilinen ve sözde komünist avı görüntüsü altında toplumu ve sanatı susturmaya çalışan McCarthy’ciliğe karşı aldığı tavır, benzer baskıların yaşandığı her yerde hatırlanması gereken bir örnektir. Zor günlerde bilirsiniz ki onlar oradadır ve onlar güvenilir insanlardır. Sizden binlerce kilometre uzakta olabilirler, aranıza okyanuslar, kıtalar, farklı dünyalar girmiştir, ama omzunuzda onların dost omuzlarının bıraktığı o tarifsiz dayanışma duygusunu hissedersiniz. Onlar oyunlarıyla, sanatlarıyla, ömürleriyle, tercihleriyle insandır, onlar hayatın yalanını sanatın gerçeğiyle yenmeyi bilenlerdir. Schmuel tipiyle özdeşleştiriyorum bazen. Miller, Fransız Yahudisi, şarkıcı Fania Fenelon’un 2. Dünya Savaşı ve Nazi toplama kampı anılarından yola çıkarak uyarladığı TV filmi senaryosuna, bugünden düne bakan ve o dünün içinden geleceği gören bir yazar gözü gibi eklemiş Schmuel’i veya ben onu öyle görmek istedim, bilmiyorum. Ama salt acıdan kurulu bir evrende, kurbanlara elini uzatarak, Fania’ya tanıklık yapmak için yaşamasını söyleyerek ve umut dağıtarak dolaşan Schmuel’de, ezilenlerle omuz omuza veren bir yazarı duyumsuyorum. Tiyatro evreninde parlak kahramanlardan çok unutulmuşlara, tutunamayanlara, ezilenlere, küçük insanlara söz hakkı veren Miller’ın eserlerinde 20. yüzyılda ve yazarın hayatında silinmez izler bırakmış üç tarihsel dönemin etkisi hissediliyor: Milyonlarca sıradan ABD yurttaşıyla birlikte Miller’ın babasının hayatını da birkaç gün içinde mahveden 1929 Büyük Buhranı; Nazizm ve Yahudi soykırımı (Holokost); 1950’ler ABD’sini kasıp kavuran McCarthy dönemi. 1929 Buhranı Miller’da “Amerikan rüyası”na, tüketim kalıplarına yönelik asla yumuşamayan eleştirel bir tavır şekillenmesinin önemli nedenlerinden biridir. İnsanlık tarihinin en büyük trajedilerinden biri olan Holokost ise, Mil ler’da genel olarak ezilenlerden yana tavır alma tercihinin kökleşmesi biçiminde yansır. Yazar, Yahudi kimliğinin bilincine bu trajediyle varır gerçi, ama bu tercihi onu siyonizme değil, ezilenlerden yana tavır almaya, toplumdan dışlananların, göçmenlerin, marjinallerin de yanında olmaya yöneltir. Miller’ın, “Cadı Avı” diye bilinen ve sözde komünist avı görüntüsü altında toplumu ve sanatı susturmaya çalışan McCarthy’ciliğe karşı aldığı tavır ise, benzer baskıların yaşandığı her yerde hatırlanması gereken bir örnektir. 1956’da çağrıldığı AntiAmerikan Faaliyetleri Soruşturma Komitesi karşısında sergilediği cesur ve onurlu tavırla baskıya direnme örneklerinden biri olan Miller, bu dönemi unutulmaz bir başyapıtla, “Cadı Kazanı”yla (“The Crucible”) yansıtır sanatına. Evet, her müşteriye tek olarak verilen ve iade hakkı bulunmayan ömrü, insan biraz da kendi tercihleriyle şekillendiriyor. Giderek bir kıyamet görüntüsü vermeye başlayan bu kirlenmiş dünyada Arthur Miller’ın belli noktalarda tercihleri hiç şaşmamış ömrüne bakıyor ve insanın acılarına tanıklık ederken gösterdiği dürüst, tutarlı, yaratıcı tavır önünde saygıyla eğiliyorum. Seninle bir kez daha sohbet etme fırsatı bulduğum için mutluyum hiç tanışmadığım, ama sanki çok eskiden beri tanıdığım bilge dostum... [email protected] Cadı Avı ve Miller Miller ve Schmuel Benim yönetmenlik ve oyunculuk hayatımda bu şekilde iz bırakmış birkaç yazardan biri olan Arthur Miller’ı, “Orkestra”da yarattığı ‘Picasso ve Modern Britanya Sanatı’ sergisi 15 Şubat 2012’de Tate Britiain’da kapılarını açıyor Pablo Picasso’nun etkileri ? Picasso’nun Britanyalı sanatçılar üstündeki etkisini konu edinen bu ilk sergide yer alacak 150’ye yakın sanat eserinden yaklaşık 70 tanesi Picasso’ya ait olacak. Kültür Servisi Londra’daki Tate Britain’da açılacak “Picasso ve Modern Britanya Sanatı” adlı sergi, 20. yüzyılın en etkili sanatçılarının başında gelen Pablo Picasso’nun, aralarında Henry Moore, David Hockney ve Francis Bacon’ın da bulunduğu 7 Britanyalı sanatçı üstündeki etkilerini ele alacak. 15 Şubat 2012 tarihinde açılıp 15 Temmuz’a kadar sürecek olan serginin küratörü Chris Stephens, The Guardian gazetesine yaptığı açıklamada, “Picasso ve Modern Britanya Sanatı” sergisinin, Picasso’nun Britanyalı sanatçılar üstündeki etkisini konu edinen ilk sergi olacağını belirtti. Picasso’nun 1921 tarihli “La Source” (Kaynak) adlı resmi ile soyut yapıtlarıyla 20. yüzyılın önde gelen heykeltıraşlarından Heny Moore’un 1936 tarihli “Uzanan Figür”ünün de sergide yer alacağını söyleyen Picasso’nun “La Source” (Kaynak) adlı resmi. nan Figür”ü Heny Moore’un “Uza Stephens, Picasso’nun söz konusu resminin Moore’un bu heykeli üstündeki etkisinin açık olduğunu vurguladı. Stephens, David Hockney’nin Christopher Isherwood portresinde de Picasso’nun, sevgilisi MarieThérèse Walter’in annesinin portresinin açık etkilerinin görüldüğünü söyledi. Stephens, “Bunlar, hiç kuşkusuz, edilgin etkiler değil. Bu sanatçılar Picasso’nun bir resmine bakıp bir Picasso yapmıyorlar. Bütün büyük sanatçılar gibi, onun yapıtlarından esinlenip yepyeni bir şey yaratıyorlar” dedi. FRANSIZCADA YAYIMLANAN SEKİZİNCİ KİTABI Batur’un ‘Özel Ansiklopedi’si UĞUR HÜKÜM PARİS Eserleri bugüne kadar 12 dile çevrilen şair, denemeci ve gazetemiz yazarı Enis Batur’un, “Encyclopédie privée / Özel Ansiklopedi” adlı kitabı Actes Sud Yayınevi tarafından Ferda Fidan’ın çevirisiyle yayımlandı. Türkçede tamamı yayımlanmamış çalışmalarından derlenen kitap Batur’un Fransızcada yayımlanan 8. kitabı. “Encyclopédie privée / Özel Ansiklopedi”yi geçtiğimiz günlerde Paris Gatines Kitabevi’nde imzalayan Batur, Actes Sud Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmeni Timour Muhidine eşliğinde katıldığı sohbette 1980 darbesi sonrası çok sayıda aydın gibi yaptığı “ansiklopedicilik” işinin kendisini bu “şahsi ansiklopedisi”yi yazmaya ittiğini belirtti. Yayınevi bu hafta Enis Batur’un özgün bir “romanlar” seçmesini de Fatma Tülin’in desenleri eşliğinde “Le Facteur d’Üsküdar / Üsküdar Postacısı” başlığıyla yayımladı. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle