19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B 27 EYLÜL 2010 PAZARTES CUMHUR YET SAYFA DİZİ 9 stanbul Haber Servisi - 12 Eylül darbesinin sonuçları şöyle: 12 Eylül idamları.... Erdal Eren, 12 Eylül “Hainleri asmayıp da besleyecek miyiz?” Faşizmin bilançosu ‘İşkencecimi gördüm’ “Mamak Cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik’le, tam 16 yıl sonra karşılaştım. Yanına gittim, kendimi tanıttım. Rengi bembeyaz oldu. Sanki içimden geçenleri gözlerimden okumuştu. Konuşmamı bitirmeme fırsat vermeden, sendeleyerek yoluna devam etti. O bir zalimdi, ben ise onurlu ve başı dik bir insan...” Mamak’ta geçen bir yõlõn ardõndan beraat eden Şakacõ, birden 16 yõl sonrasõnõ, 1996 yõlõnõ anlatõyor. Biz ise karşõsõnda donup kalõyoruz!.. “12 Eylül’ü yaşayan biz 78 kuşağı, 12 Eylül’ün bizde bıraktığı bu derin izleri uzun yıllar üzerimizden atamadık. Beraber yattığımız arkadaşlardan intihar edenler, kansere yakalananlar oldu. Delirenler o kadar çoktu ki... Anlayacağınız büyük acılar ve yok oluşlar yaşadık. Burada anlattıklarım, anlatabildiklerim yaşadıklarımın yalnızca küçük bir bölümü. Bir de hiçbir zaman unutamayacağım bir kişi vardı: Mamak Cezaevi Komutanı Albay Raci Tetik. Bize yapılan zulmün, işkencenin uygulayıcılarının başında geliyordu. Adam evine gitmiyor, gece gündüz Mamak’ta kalıp adeta bu insanlık dışı uygulamadan zevk alıyordu. Birçok toplu yıkımın sorumlusu bu kişiydi. Cezaevinde bir yıl yattım, sonra beraat ettim ve Mamak’tan ayrıldım. Cezaevinden çıkışımdan tam 16 yıl sonra Albay Tetik’le Ankara’da karşılaştım. Kızılay Sağlık Sokak’taydı... Spor kıyafetler giymiş, yalnız başına yürüyüş yapıyordu. Yanına gittim ve kendimi tanıttım. Cezaevinde tutuklusu oduğumu, devrimci olduğumu söyledim. Rengi bembeyaz oldu. Sanki içimden geçenleri gözlerimden okumuştu. Konuşmamı bitirmeme fırsat vermeden, sendeleyerek yoluna devam etti. O bir zalimdi, işkenceciydi, insanlıkla uzaktan yakından bir ilişkisi olamazdı. Psikolojisi bozuktu. Ben ise onurlu ve başı dik bir insan olarak karşısındaydım. Ben bunları düşünürken sokağın başından hızla kaybolup gitti.” Delirenler, kanser olanlar intihar edenler... HAZIRLAYAN: AYKUT KÜÇÜKKAYA B T T SÖZDEN YAZIYA SÜHEYL BATUM Yüzde 58’i Değerlendirelim Sevgili dostlar, cuma günü “hayır” oyu veren yüzde 42’yi değerlendirmiştik. Bugün de “evet” oyu veren yüzde 58’i değerlendirelim. Neden mi? Çünkü yanlış yapabiliriz. Ve şöyle düşünebiliriz. “Evet oyu veren seçmenlerin tümünün, getirilmek istenen rejim değişikliğini bildiğini ve bilerek buna destek verdiklerini” zannedebiliriz. Oysa bu doğru değil. Evet hiç kuşkusuz Türkiye’de bir rejim değişikliği hazırlandı. 2005’lerden beri yaşadıklarımız tesadüf değildi. Ne “telefonların dinlenmesi için gece yarısı yapılan yasa değişikliği”, ne yine bir gece yarısı, “tüm yargıçların iktidara bağlı 5 bürokrat tarafından atanması için getirilen yasa değişikliği”, ne Abdullah Gül’ün bu yasa değişikliğini sabaha karşı yurda dönmesine karşın sabah 6’da imzalamış olarak Resmi Gazete’ye göndermesi, hiçbiri de tesadüf değildi. Aynı şekilde, ne yıllardır süren sözüm ona soruşturmalar, tutukluluklar, ne iki isimsiz telefon üzerine “Genelkurmay kozmik odasının aranması”, bunlar da tesadüf değildi. Ne tüm kurumların “aynı tip, aynı ideolojiye mensup, aynı örgütlerden gelen kişiler tarafından” doldurulması. Ne Abdullah Gül tarafından, bir “adayın” 30 gün için yüksek yönetici yapılarak, 30 gün dolunca hemen Anayasa Mahkemesi’ne üye yapılması. Bunların hiçbiri de tesadüf değildi. Bunların tümü de belli bir amaca yönelik gelişmelerdi. Neydi o amaç? Türkiye’de otoriter bir rejimin kurulması. Medya el değiştirdi. El değiştirmeyenler korkutuldu, sindirildi. Boyun eğmeyenler sindirilmeye çalışıldı. Emin Çölaşan ve Mine Kırıkkanat’ın kendi gazetelerinden kovulmaları tesadüf müydü yani? Geçen yazımda da sormuştum; sizler hiç demokratik bir ülkede, yazıları nedeniyle gazetesinden atılan Bekir Coşkun gördünüz mü? Siz hiç demokratik bir ülkede, Fatih Altaylı’ya “Emin ol, patron seni çok severdi, ama baskılara dayanamadı” dedirten türde baskılar gördünüz mü? Tam referandum öncesinde Ruhat Mengi’nin televizyon programı neden kaldırıldı dersiniz? Medya tarihinin en büyük reytinglerinden birini yapan bir program? Neden dersiniz? Sakın “aynı tür baskılar” olmasın bunun nedeni? Siz hiç demokratik bir ülkede “gazete patronları, gazeteciler” üzerinde böyle baskılar olduğunu duydunuz mu? Kimin baskısı bu? İşte “halkoylaması” bu totaliter rejimin son adımlarından birini atmak için yapıldı. Yargıda da “bizim atadığımız arkadaşlar” olsun diye yapıldı. Bunda hiç kuşku yok. Ama ben, evet oyu verenlerin tümünün, bunu istediğini hiç düşünmüyorum ve inanmıyorum da. Nitekim yüzde 58 oyun, kimlerin, hangi partilerin oylarından oluştuğu da, aşağı yukarı ortada. Bunun içinde, AKP’nin 35-37 gibi oyu var. SP’nin yüzde 5 oyu, BBP’nin yüzde 2 oyu, BDP’nin aşağı yukarı yüzde 3 oyu ve diğer sağ partilerin yüzde 1-2 oyu var. Ve MHP seçmeninin 2009’da aldığı yüzde 16 oyun yüzde 10-11’i. İşte yüzde 58’i oluşturan oylar. Evet bu oylar bir dahaki seçimde AKP’de kalır mı, tekrar kendi partilerine döner mi? Bunları bilemem. Geçen yazıda da, aynı şeyi MHP’nin yüzde 10-11 oyu için söylemiştim. Ve bunu en iyi o partilerin yöneticileri bilirler. Ama bu oyların, ben, tümünün, bilerek, isteyerek “totaliter bir rejim” için kullanıldığını düşünmüyorum. Yani “göbeğini kaşıyan adam, bidon kafa” yorumları doğru değil. Zaten bu yorumları da, bilerek, isteyerek, yine “evet oyu” verenlerin bir bölümü yapıyorlar ki, o oylar yine kendi yerlerine gitmeyip AKP’de kalsın. Bu da son derece açık ve net! Neden verdiler derseniz, bunun değerlendirmesini de her parti yapıyor. İçlerinde “sağa karşı oy veriyor görünmek istemeyenler de” var. Bazı hakların gerçekten getirildiğini düşünenler de, inananlar da. Peki bu yüzde 58’in içinde gerçekte ne olduğunu bilenler yok mu? Var tabii ki! Bir kere belirli bahanelerle(!); yok “12 Eylül’le hesaplaşmayalım mı”, yok “bu bir başlangıç olsun”, yok “çocukların istismardan korunmasına nasıl hayır deriz” gibi sözüm ona gerekçelerle, evet diyenler var. Örneğin kendilerine liberal diyen bazı aydınlar(!), gazeteciler. Onlar neler olacağını biliyorlardı. Ve nedenlerini(!) bilemem, bunu kabul ettiler. Gerçi onların oranı da yüzde kaç olur ki? Yine yüzde 58’in içinde gerçekten de AKP’li olup, “ne getirirse getirsin, bize ne” ya da “iyi olur, demokrasi zaten araçtır” diyenler yok mudur? Vardır tabii! Ama bunların oranı da 35- 37’nin tamamı bile değildir. Kesinlikle değildir. Bırakın tamamını yarısı bile değildir. O halde “yüzde 42 verenlerin” yani esas amacı bilenlerin yani sizlerin, yani hepimizin bir sorumluluğu daha var. Var olduğumuzu bileceğiz, sinmeyeceğiz. Ve neler olup bittiğini herkese anlatacağız. Bıkmadan, usanmadan. Ve daha da önemlisi “o ne olduğunu bilen ama çıkarları doğrultusunda yandaş olan sözüm ona liberallerden, aydınlardan(!) , gazetecilerden” yılmadan. 12 Eylül sabahõ babasõ saklandõğõ eve geldiğinde cama hõzlõ hõzlõ vuruyordu. Baba, “Kalk oğlum kalk, darbe oldu!” diyordu!.. Bu ses aradan 30 yõl geçmesine rağmen halen Hüseyin Şakacı’nõn kulaklarõnda yankõlanõyordu... Şimdilerde 50 yaşõnda olan Hüseyin Şakacõ’yla yaşamõnõ sürdürdüğü Ankara’da bir gün boyunca konuştuk. 30 yõl öncesi yaşadõklarõnõ ilk kez bir gazeteyle paylaşan Şakacõ, işkenceden geçtiği günleri devrimci duruşuyla anlatõrken, “12 Eylül 1980 tarihi Türkiye için bir yıkımın başlangıcı oldu. Bu tarihe aslında milat da diyebiliriz” diye sözlerine başlõyor. “Ben ve bir grup arkadaşım aynen bugün Ergenekon saldırısında olduğu gibi asılsız ve isimsiz ihbarlarla kaçak durumuna düşürüldük. Evimiz karakol gibiydi. Beni bulamayan polis, babamı, annemi, kardeşlerimi ve akrabalarımı her gün gözaltına alıp baskı yapıyordu. Kimi zaman kaba dayak atıyorlardı” diye devam ediyor. 12 Eylül’le günümüzün bir kõyaslamasõnõ yapan Şakacõ, Mamak’ta geçen bir yõllõk tutukluluk sürecini ise çarpõcõ anlatõmõyla bizlere aktarõyor: “Mahallemizin karakolunda görev yapan 2 polis beni 12 Eylül’den 6 ay önce bazı olaylarla ilişkili gösterip tutuklamak istiyorlardı, o olaylarla hiçbir ilgim olmadığını bildikleri halde. Bu yüzden saklanıyordum. Günlerim sürgün hayatında bir o bir bu arkadaşın evinde geçiyordu. Ta ki 2 Ekim 1980’e kadar. O gün kaldığım arkadaşın evinde gece bir sesle uyandım. Odamda 6-7 asker vardı. Başlarında da bir yüzbaşı. Namlu kafama dayanmış ve ‘Hüseyin, buraya kadar’ diyordu. Apar topar gözaltına alındım. 12 Eylül’ün gerçek yüzüyle ilk kez karşılaşmıştım. 14 gün karakolda işkenceden geçtim. Emniyet Müdürlüğü’ndeki işkenceden sonra da Mamak Cezaevi... Önce cezaevi girişinde kayıtlarımız yapıldı ve kafes denilen yere götürüldük. Saçlarımız çalışmayan bir tıraş makinesi ile yarısı kopartılarak yolundu, kesildi. Sonra her adımda dayak. Su istedik dayak, memleket neresi diye sordular yanıt verdik dayak, dayak, dayak... “12 Eylül öncesi ve sonrasında yaşadıklarım, her tutuklanmış ve 12 Eylül’ün işkencelerinden geçmiş devrimcide olduğu gibi bende de derin izler bıraktı” diyen Hüseyin Şakacõ, 30 yõlõn analizini ise yine şu çarpõcõ sözlerle yapõyor: “Yıllar sonra 12 Eylül’ün izlerine baktığımızda, hayattan ve mücadeleden kopmuş milyonlarca 12 Eylül mağduru oluşmuştu. Devrim için yola çıkan koca bir kuşak nerede ise silinmişti. 1990’da yapılan ilk 1 Mayıs Mitingi’nde gözlerim hep eski yoldaşları aradı. Ancak 10 veya 15 kişi gelebilmişti. 3 milyonluk Ankara’da mitinge yalnızca 3 bin kişi katılabilmişti. 12 Eylül Amerikancı faşist darbesini yapanlar amaçlarına büyük oranda ulaşmışlardı. Depolitizasyon ve sindirme işlemi tamamlanmıştı. Biz devrimciler susturulurken ABD’nin yeşil kuşak elemanları, yani haçlı irticanın önü açılmıştı. Ve ülkenin her yerinde devlet desteği ile hızla örgütlenmişler ve çeşitli kurumlarda yönetici konumuna gelmişlerdi.” Hüseyin Şakacı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle