16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA 16 CUMHURİYET 10 KASIM 2010 ÇARŞAMBA Fotoğraf: Daniel COLAGROSSI Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, içini boşalttılar, o zarif ve yakışıklı adamı ucubeye çeviren heykeller yaptılar, canlısına hakaret, suretine ihanet eden irkiltici ve korkunç putlarla donattılar ülkeyi. Birini vatan savunmasında feda ettiği gözlerinde Akdeniz’in mavisini, beyninde Ege güneşini taşıyan bir güzel insanı, patates burunlu, çalı süpürgesi kaşlı beton kalıplara döküp, yas karasına boyadılar! Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, onu Meclis’te konuşurken gösteren ve gerçek sesini içeren en önemli belgesel filmler, İkitelli’de bir manavda bulundu! Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, Böyle böyle, öyle çok sevdirdiler ki Atatürk’ü, putlarından gına getirtip, ilericiliğinden gericilik damıttılar, çocuklarından düşman yarattılar. Biz cumhuriyetçiler de öyle çok sevdik ki Atatürk’ü, suretini yakamıza taktık, boynumuza N O K T A S I Atatürk’ü öyle çok sevdi ki, kulluktan yurttaşlığa taşıdığı, tebaadan cumhura çıkardığı bu ulus, öldüğünde kimselere ağlamadığı kadar ağladı. Hele onun devrimlerine eşlik ve yazdığı tarihe tanıklık eden ilk Cumhuriyet kuşağı, atasının dedesinin hiçbir sultanın mevtasına bağlamadığı kadar karalar bağladı. O gün bugün, tam 72 yıldır yastayız. Bir ulusun, ömürler boyu tuttuğu yasın uzunluğuna şaşacak gafillere verebilecek tek yanıtımız var: Atatürk’ün yokluğundan duyulan acıyı kuşaktan kuşağa aktaran Cumhuriyet, yokluğundan doğan boşluğu da sürdürdü. Atatürk’ün yerini doldurmak zaten zordu, ardından gelenler kendi çapsızlıkları anlaşılmasın diye yerini boş bırakmak, hatta boşluğu iyice derinleştirmek ve kimseye doldurtmamak için de gereken önlemleri aldılar... RÖVEŞATA MİNE G. KIRIKKANAT Ya Bir de Sevmeseydik? kalıbını boşaltmakla kalmayıp, sesini “incelttiler”! Yıllardır kuşkulanırdım, bunca sigara içen birinden böyle ses çıkamayacağından... Haklıymışım. Prof. Dr. Sami Şekeroğlu, 1975 yılında sebze meyve almaya gittiği manavda bulmasaydı o filmleri, hâlâ bilmeyecektik, Atatürk’ün sesiyle de kalıbına uygun ve yorgun bir bariton olduğunu. Öyle çok sevdiler ki Atatürk’ü, ölüsünü yaşatacağız diye betona döküp diktiler, asıl diri tutulması, kuşaktan kuşağa aktarılması gereken dehasını, devinimi savunan düşüncelerini derin dondurucuya gömdüler. Öyle zorla sevdirdiler ki, çok sevenlerin yerini alamadıkları için korudukları boşluğu düşmanlarıyla doldu: Onun, devletle büyüsün diye ektirdiği ağaçları kestirdiler, ormanları ve Hazine arazilerini talan ettiler. Kurdurduğu çiftlikleri kuruttular, yerli tarımı, hayvancılığı bitirdiler. Ya da “mangal alanı”na dönüştürdüler. Devlet işletmelerini, fabrikalarını, madenlerini, işçileri ve bankalarını memurlarıyla birlikte, haraç mezat sattılar. Bu ülkede, kurduğu devlet Savarona’yı satacak ve satın alan yurttaşı, onun adıyla bütünleşmiş bu gemiyi, abazan Arap şeyhlerine “love boat” olarak kiralayacak kadar çok sevildi Atatürk... astık: Onun ölümüyle dirilen, karanlıkla birlikte Cumhuriyet’in kanını içmeye kalkan mürtecileri, sarmısak koçanıyla vampir savar gibi, Atatürk sureti gösterince kaçarlar, sandık. Öyle çok sevdik ki Atatürk’ü, ölümsüz kılacağız, anısını yaşatacağız diye boşluğunu doldurmadık. Eserinin üstüne bir taş da biz koymadık, yaktığı meşaleyi ileriye taşıyabilecek, gelecek kuşaklara “umut” olabilecek bir amaç, bir erek, bir adam yaratamadık. Biz Atatürkçüler, yüzde yetmişi otuz yaştan genç bu topluma parlak gelecek diye geçmişin aydınlığını sunabiliyoruz, ancak... Cumhuriyeti korumak için şahlandığımızda bile umudu Anıtkabir’de arıyor, yön onun kurduğu TBMM olmalıyken, Anıtkabir’e yürüyoruz. Yüzde yetmişi otuz yaştan genç bir halka, aydınlık gelecek, varılacak erek diye bir mezar anıtı gösteriyoruz! Cumhuriyetin 87. yılında, içine düştüğü açmazı nasıl bir acz içinde seyrettiğimize bakılırsa, yani iyi ki bu kadar sevmişiz Atatürk’ü, diyeceği geliyor insanın. Ya bir de sevmeseydik? Atatürk, devrimci bir dâhi, yenilikçi bir aydındı. Donuk ve köhne bir tapınmayı hiç hak etmiyor. Onu sevmek, yaptıklarını, yazdıklarını, okuduklarını anlamak ve boşluğunu doldurmaya çalışmaktan geçmeliydi. Kısır sevgi, bazen ihanete eşdeğer sonuçlar verir ve nitekim, veriyor. “Bugün, insana onur veren bir insan öldü.” Prens Montecuccoli (27 Temmuz 1675) PANO DENİZ KAVUKÇUOĞLU İşte Ben Hukukçunun Böylesini Severim M ustafa Balbay’ın “Silivri Toplama Kampı/Zulümhane” kitabından bir bölüm: ...Bir gün gardiyanlardan biri mazgalı açtı, beni yanına çağırdı. Mektup ya da bir haber verecekmiş havasındaydı. Yaklaştım, “Selam” dedim. “Yaklaş” dedi. Biraz daha yaklaştım. Mazgal bel hizasında. Eğildim, “Hayrola” dedim. “Biraz daha yaklaş” dedi. Burun buruna geldik. Fısıldamaya başladı: “Sana bir şey söyleyeceğim, ben Atatürkçüyüm. Aramızda kalsın...” [email protected] www.minekirikkanat.com “Zulümhane”yi okurken benim aklıma gelen fıkra: Avcılarla rekabette iflas ve işsizlik canına tak eden Tilki, bir kümese bekçi arandığını duyunca, CV’sini (özgeçmiş) göndermiş. Kümes sorumluları, CV’sini inceledikleri Tilki’yi görüşmeye çağırmışlar. Kendisini sıkı bir sorguya çektikten sonra sonucu açıklamışlar: “Yetenek ve deneyimleriniz, tam aradığımız gibi. Sizi işe almaya karar verdik. Kümes bekçiliği için ne ücret istersiniz?” Tilki gözlerinden yaşlar gelerek fısıldamış: “Bu soruyu gülmekten yanıtlayamayacağım!” Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı “mektepli” bir hukukçudur, o bildiğimiz “köy kahvesi hukukçularından” değildir. Okumuştur yani. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmesinin ötesinde Çayırlı, Mihaliççık, Kargı hâkimliklerinde bulunmuştur. 1984 yılında kamudaki görevinden ayrılarak avukatlığa başlamış, hatta Başbakan’ın başbakan olmadan önce avukatlığını ve hukuk müşavirliğini yapmış, 2002 yılında yapılan genel seçimlerde TBMM’ye girmiştir. Olağanüstü bir pratik zekâya sahiptir, bunu birçok kez kanıtlamıştır. Ortalama zekâ düzeyine sahip insanların bir araya gelip de çözmeye uğraştıkları, fakat bir türlü çözemedikleri sorunları bir bakışta şıppadanak çözüvermesiyle “temayüz” etmiştir. Bu olağanüstü yanı üç gün önce kendini bir kez daha ve her zamankinden çok daha belirgin ve somut olarak göstermiştir. Çetrefilli bir konu olan, bir torba gibi içi boşaldıkça büzülen Ergenekon Davası’nın uzatmalı tutuklularına ilişkin olarak, “Camideki insanlar nasıl eşit bir pozisyonda saf tutuyorlarsa, onlar gibi eşittir. Yargıda insanların sıfatlarına bakılmaz” diyerek karşı çıkılmasına olanak tanımayan bir saptamada bulunmuştur. Davayı kafasında çoktan çözmüş, sanıkların gizli niyetlerini açığa çıkartarak haklarında mahkumiyet kararı vermiş, iş, verdiği kararı Silivri yargıçlarının uygulamasına kalmıştır. Bu sözler ona aittir: “Bu insanların tutukluluk sürelerinin 18 aydır devam etmesi, ‘haksızlığa uğradılar, tahliye edilsinler’ gerekçesini haklı kılmaz. Mutlaka onların orada tutulmasının gerekçesi var. Darbe teşebbüsü başlı başına suç. ‘Bunların hiç eylemi yok. Bunları oturup konuştular’ demek olmaz.” Ne derin, ne sağlam bir hukuk mantığı, değil mi? Söz konusu “hukuk” oldu mu bir hukukçunun kendini tutamaması bilinen bir durumdur; hele o hukukçu onun gibi bir “hukukçu” olursa… Sözlerini sürdürmüştür: “Zaten bunların eylemi olsaydı yargılamayı onlar yapacaktı, mahkemeleri onlar kuracaktı. O zaman iş işten geçmiş olacaktı. Siz bunları yargılayabiliyorsanız, teşebbüs aşamasında kaldıkları için yargılayabiliyorsunuz. Zaten bunlar başarıya ulaştıktan sonra, kendi hukuklarını kendileri kurarlardı.” Gördüğümüz gibi aylardır ne yapsak, ne etsek de uzun süredir içeride tuttuğumuz iki gazeteci, iki bilim adamı, üç teğmeni suçlu kılacak delil bulabilmek için saman yığınında toplu iğne aramaktan helak olan yargıçların bulamadıklarını o, kafasında bulmuş, sanıkları suçlu ilan etmiştir. Bu, sözünü ettiğim o olağanüstü pratik zekânın bir başarısıdır. ÇED KÖŞESİ OKTAY EKİNCİ HAYVANLAR İSMAİL GÜLGEÇ Atatürk ve ABD “Özgürlük ve bağımsızlık uğrunda savaşan ve tıpkı sizler gibi dünyada ilerleme ve adaleti sağlamak için samimi bir surette mücadele eden Türk halkına kalbinizi açık bulundurunuz.” Bu sözleri, ölümünün 72. yılında andığımız Atatürk 1923’te Amerikalılara söylemiş... Onu “özlemle andığımızı” yinelemek yerine, bugün anlamı daha da önem kazanan bir belgeyi paylaşmak istiyorum. Türkiye’nin bağımsızlığını dünyaya kabul ettiren Lozan Konferansı’nda ABD’nin olumsuz tavrına karşı Mustafa Kemal, ABD Senatosu’na şu mektubu gönderir: “Büyük Amerikan Milletine, Siz zulüm ve zorbalığı kendi vatanınızdan uzaklaştırdınız. Siz, uzun ve kanlı bir mücadeleden sonra kendi özgürlük ve bağımsızlığınızı kazanarak halk egemenliğine dayanan demokratik bir devlet ve güçlü bir uygarlık kurdunuz. Yer kürenin diğer tarafında diğer bir ulus var ki, o da aynı özgürlük, aynı bağımsızlık ve aynı demokrasi uğrunda mücadele ediyor, kan döküyor. Bu ülkünün arılık ve yüceliğine karşı düşüncelerinizi yanıltmak istiyorlar. Bu propagandayı yapanlar, ya birtakım cahil tutucular veya yeni kazandığımız özgürlüğü kaldırmak ve bizi ondan mahrum etmek isteyen gizli ve açık düşmanlarımıza alet oluyorlar. Yalanlara ve iftiralara inanmayınız. Özgürlük ve bağımsızlık uğrunda savaşan ve tıpkı sizler gibi dünyada ilerleme ve adaleti sağlamak için samimi bir surette mücadele eden Türk halkına kalbinizi açık bulundurunuz.” Mektup, ABD Senatosu’nun 26 Şubat 1923’teki oturumunda Senatör Oven tarafından okunarak kayıtlara geçer… 4 hafta sonra da TIME dergisinin kapağında Mustafa Kemal vardır... 15 buçuk yıl sonra Peki, mektuba ne zaman yanıt verilir? Tam 15 buçuk yıl sonra... 10 Kasım 1938’de Ulu Önderimizi yitirdiğimiz dünyaya duyurulduğunda, ABD dışındaki tüm ülkeler “en üst düzey temsiliyet”le cenazeye katılacaklarını bildirirler. Örneğin Atatürk’ün askerliği süresince her cephede savaştığı ülke İngiltere bile, Onun Anafartalar’da denize döktüğü kıtaların komutanı Mareşal Lord Birdwood ile İngiltere’nin Akdeniz Filosu Başkomutanı Oramiral Dudley Pound’un bulunduğu özel bir savaş gemisinde 12 subay, 160 erlik bir tören kıtası ve 56 kişilik bandoyla katılıyordu... Kurtuluş Savaşı’nda işgalci ordusu İzmir’den denize dökülen Yunanistan da Başbakan Metaxas başkanlığında 12 kişilik yüksek bir heyetle cenaze töreninde bulunacağını açıklamıştı... Lozan’ın sonuçlarını “tanımayan” ABD ise törene sadece büyükelçinin katılacağını bildirmişti... 18 Kasım 1938 tarihli yazıda bakın ne deniyordu: “ABD büyükelçiliğinden Amerikan hükümeti adına 300 dolarlık bir çelenk yaptırılması için yetki istenmiş, ancak bu bedel yüksek bulduğundan 200 dolar harcama yetkisi verilmiştir.” Evet... Dünya liderleri Ulu Önderimizi en üst düzeyde temsiliyetlerle sonsuzluğa yolcu etme yarışına girerken ABD’nin verdiği değer en çok 200 dolarlık çelenkti... İşte o Amerika’nın bugün de “aynı” olduğunu söylemeye herhalde gerek yok. Ama Türkiye’nin “evrensel saygınlığı”nın 1938’le aynı olup olmadığını düşünmek, bu 10 Kasım’ın da temel sorumluluğu değil midir? [email protected] KİM KİME DUM DUMA BEHİÇ AK ‘ G ’ [email protected] O halde tutuklular serbest bırakılmamalı, serbest bırakılmamalarına ses çıkarılmamalıdır. “Onun için bunları yadırgamamak lazım”dır. “Zaten bunlar zihinsel olarak gelişen suçlardır.” Kısacası tutuklular içeride kalacakları kadar kalmalı, çürümeye bırakılmalıdırlar. İşte, çözümleme denen şey budur. Ona göre “suç” henüz zihinsel gelişme aşamasındayken önlemi alınmalı, zihinsel gelişme bir “zihniyet”e dönüşmeden o zihni taşıyan kafa cezasını bulmalıdır. Çünkü “Ortada bir plan var”dır. “Bu planın içerisinde yer almanın da ceza kanununca öngörülmüş bir cezası var”dır. Bu sözlerde hukuk felsefesi de, hukuk mantığı da yeni boyutlar kazanmaktadır. Bu felsefe, bu mantık referandum sonrası ortaya çıkan “yeni demokrasi”ye önemli bir katkıdır. Bir kazanım, bir zenginliktir. İşte ben hukukçunun böylesini severim, dememin gerekçesi de budur. [email protected] www.denizkavukcuogluyazilari.blogspot.com ÇİZGİLİK KÂMİL MASARACI [email protected] BULMACA SOLDAN SAĞA: SEDAT YAŞAYAN 1 2 3 4 5 6 7 8 9 HARBİ SEMİH POROY HAYAT EPİK TİYATROSU MUSTAFA BİLGİN [email protected] 1/ Osmaniye ilin 1 de, “ulusal park” kapsamına alınan 2 ünlü Hitit yerleş 3 mesi. 2/ Uşak yö 4 resine özgü, mercimek ve bulgurla 5 yapılan bir tür pi 6 lav. 3/ İran’ın para birimi... Evcil bir 7 geyik. 4/ Yemek... 8 Sayıları göstermek 9 için kullanılan işa1 2 3 4 5 6 7 8 9 retlerden her biri. 5/ Bir şeyin doğru olduğunu 1 A K S Ü Y E K D belirtmek için yapılan 2 R E E L C E B E işaret... Konuşulan asıl 3 B R Ü R E T İ M konu. 6/ Bir şeyi yapıp 4 A T A Ş E E B E yapmamaya karar ver 5 L İ M Z A B İ T me gücü... Kurnaz, açık 6 E A N E L E E göz. 7/ Asya’da bir ülke. 7 T E Z E N E O R 8/ İstanbul’un tanınmış E N İ R bir içme suyu. 9/ Adım 8 D O İ L G A aralığı... Karadeniz’in ku 9 K A N T zeyindeki iç deniz. YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1/ Adana’nın Kozan ilçesinde, MÖ 3. yüzyıla tarihlenen ünlü kale. 2/ Çorum ilinde, Anadolu’nun tam bir kronolojisini göstermesi bakımından büyük önem taşıyan höyük... Derviş selamı. 3/ Demiryolu... “ içinde akıp geçti ömrü derbederim” (Şarkı). 4/ Atılgan, gözü pek... AleviBektaşi inançlarını dile getiren şiir türü. 5/ “Akdeniz anemisi” de denilen kansızlık hastalığı. 6/ Bir gıda maddesi... Akım şiddeti birimi kiloamperin kısa yazılışı... Tavır, davranış. 7/ Silifke ilçesindeki Göksu Deltası’nda, birçok kuş türünü barındıran lagün. 8/ İğdiş etmek... Şaşma belirten bir ünlem. 9/ Hayvanlara vurulan damga... Ahırdaki gübreyi dışarı atmak için kullanılan pencere. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle