25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 7 AĞUSTOS 2009 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Zaaf... SÖZCÜKLER ne tuhaf. “Zayıflık”, aslında “za- af”ın Türkçeleştirilmişi. Ama, bazen böyle sözcükler tam yerine oturmuyor. Zaaf, maddi ya da manevi zayıflıktan öteye, bir sorun ya da tutku karşısında güçsüzlüğe, çaresizliğe teslim oluş anlamını da taşır gibi. Vaktiyle “PKK’nin terör örgütü olduğunu kabul etmedikleri sürece onlarla görüşmem” diyen Başbakan’ın sonuçta DTP’lilerle görüşüp bir de re- sim çektirmesi böyle bir zayıflığın belirtisi değildir de nedir? Kimileri, tam aksine, “bu ‘Büyüklük ben- de kalsın’ demenin bir başka türlüsüdür” diye- ceklerdir. Keşke öyle olsa. Ama öyle değil. Dıştan bakanlar için, böyle bir dönüşün birçok anlamı birden ola- caktır. Birincisi, Türk devletinin Kürt terörüyle baş edemeyişinin ve ABD’nin Kandil Dağı’na diş ge- çirmeye ikna edilemeyişinin açık itirafıdır bu. İkincisi, Türkçede çok ağır sözlerle ifade edilen bu çelişkili davranışın, ancak Okyanus ötelerinden gelen ikili bir baskıyla, Washington’dakiler ile Pennsylvania’dan gelen bir “rica”yla ortaya çıktığı bellidir. Üçüncüsü, sağır sultanın bile duyduğu ve bildiği gibi DTP’liler ile İmralı’daki hükümlü arasında ile- tişim kanalları işlediğine göre, o kişiyle dolaylı gö- rüşmelere ve pazarlıklara başlamanın işareti böy- lece verilmiş olmaktadır. Türkiye devletinin uluslararası saygınlığı ve ağır- lığı AKP liderini başka endişeler kadar ilgilen- dirmiyor olabilir. Yakın geçmişte Annan Planı do- layısıyla bunu zaten görmüş olmamız da buna ar- tık şaşmamamızı gerektirebilir. Ama Erdoğan’ın böyle davranmaya hakkı olup olmadığı ciddi bir so- run olarak tartışılmalıdır. “Başbakan olarak değil, parti başkanı olarak görüştüm” dese de. Düşün- dürücü olan, bu ölçüde bir zaaf belirtisinin, Gü- neydoğu sorununun da ötesinde yaratacağı so- nuçlar ve alevlendireceği küstahlıklardır. Tırnak- larının söküldüğü ve dişlerinin döküldüğü izlenimini veren kediler büyük sıçanlarla birlikte küçük fareleri bile cesaretlendirecektir. Güney Kıbrıs Rum yö- netiminin bundan böyle daha laf dinlemez- leşeceğinden emin olabilirsiniz. Kişiler gibi devletler de benimsedikleri değerlere bağlılıklarıyla ölçülür. “Kırmızı çizgi” sözü, en azından bizim kendi sözlüğümüzde artık yoktur. Bu kaçıncı kırmızı çizgidir ki, silinmiş ve gülünç- leşmiştir. Üstelik, olanlar yalnız ülkeyi yönetenlerin ve dev- letin saygınlığını yıpratmakla kalmamakta, onur ya- raları ve hayal kırıklıkları vatandaşların da bireyler olarak kendilerine olan saygılarını ve geleceğe olan güvenlerini sarsmakta. “Tozpembe umutların pembesi gitti, tozu kaldı” şarkısı yalnız aşklar için dillerden düşmüyor ki şu günlerde... PENCERE Silivri’de Neler Oluyor?.. Hukukçu olmaya da gerek yok, bu ülkede yaşayan herkes bilir ki suç nerede işlenmişse davası orada gö- rülür... Erzincan’da bir cinayet mi işlendi, davasına Ay- dın’da bakılmaz... Eğer bu kural sepete atılırsa ülkede anarşi egemen- leşir... İzmir’deki rüşvet suçunda yetkili İzmir mahkemesidir, İstanbul’daki savcı bu işe el atarsa hem temel kuralı ve yasayı çiğnemiş olur, hem de bilir ki bu işin içinde bir iş vardır... Ergenekon tertibinde 3’üncü iddianame açıklandı... Savcılık alıştığı üzre F polisinden gelen ne varsa 1454 sayfalık iddianameye doldurmuş, 184 ek klasörü de üs- tüne ekleyin... Peki, ne diyor bu iddianame. 2004’te Genelkurmay’da ‘Yakamoz’ ve ‘Ayışığı’ adı al- tında darbeler planlanmış; ‘Sarıkız’ ve ‘Eldiven’ adlı dar- beler de cabası... 1454 sayfalık 184 ek klasörlük iddianame, Ankara’da düzenlendiği söylenen darbelere ilişkin... İddianamenin omurgası bu... Ankara.. Genelkurmay.. İddianamedeki paşalar, subaylar Ankara’da Genel- kurmay’da... İddianamedeki sanık siviller de Ankara’da... En başta adı üstünde “Başkent” Üniversitesi Rektö- rü Mehmet Haberal Ankara’da... Sanık Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri E. Orge- neral Tuncer Kılınç Ankara’da... Darbe planları, hazırlıkları, söylentileri, dedikoduları, iddiaları Ankara’da.. Zaten bir darbe ancak Genelkurmay’da hazırlanır... Peki, dava neden İstanbul’da Silivri’de görülüyor?.. Temel kural nerde?.. Yasa nerde?.. Kanun nerde?.. Hani yasaya göre, yetkili mahkeme suçun işlendiği ye- rin mahkemesiydi?.. Genelkurmay’ın çatısı altında işlendiği söylenen dar- be suçunu neden Silivri’den savcı Zekeriya Öz takip edi- yor?.. Başkent Ankara’da savcı mı yok, mahkeme mi yok, yargıç mı yok?.. Yoksa bu işin içinde bir başka iş mi var?.. Evet, Silivri’de hukuk ve yasalar göz göre göre çiğ- neniyor... Neden?.. D ünden bugüne din ve siyaset süslü sözlerle, kandõrmaca- larla, yalanlarla, katliamlarla dolu iki kurumdur. Hangi ül- kede olursa olsun bu tür ku- rumlar sürekli iyilik, barõş, esenlik adõna yo- la çõkarlar, ama ya savaş ve felaketlerle son bulur, ya da kõlõk değiştirerek yola devam ederler. Milyonlarca insan; sömürü, ter, kan, cesetler üzerine kurulu bu iki kuruma sanki büyülenmişçesine sõkõ sõkõya bağla- nõrlar nedense. Mõsõr’da piramitler belki de bu ilişkiyi ebedi kõlmak için yapõlmõş olsa gerek. En uçta bir veya birkaç kişiden olu- şan zümre için milyonlarca insan hayatõnõ çarçur edebilir. İki bin yõl önceki Sezar’õn “ekmek-oyun-kamçı” üçlemi prensip ola- rak günümüzde de geçerliliğini koruyor. Bir gladyatör arenasõ ile günümüzdeki bir fut- bol sahasõnõ düşünelim. Yakõn tarihte: Fransõz Devrimi ile ortaya çõkan ve geçen yüzyõlda kimi ülkelerde ka- nibalizme varan milliyetçi akõmlarda biçim değişikliği görülse de öz halen korunuyor. Bu tür milliyetçiliği kimlerin peydah ettiği, niçin ve nasõl desteklediği de aslõnda ayan beyan. Halklar, hadi diyelim, bir veya bir- kaç kuşak, egemen (ya da kendini egemen sanan) kesim tarafõndan yapay bir tarih ile avutulabilir. Ama kimi yalanlarõn binlerce yõl sorgulanmadõğõna bakõlõrsa, kuyruklu ya- lanlarõn herkesçe kabul gören doğrular ol- maya başladõğõ da görülür: Vatikan bun- lardan biriyse Diyanet bir diğeri; Roma- Bizans biriyse Osmanlõ bir diğeridir. Gelecek birkaç on yõlõn içinde dünyada- ki ulus devletleri nasõl değişecek? Bunu şim- diden kestirmek pek kolay değil, ama zor da değil: En geç insanoğlu Mars’a ayak bastõ- ğõnda; din, dil, ulus, vatan, bayrak, sõnõr gi- bi ideoloji ve barikatlar belki biraz daha za- yõflayacak. Belki demek zorundayõz, çünkü insanoğlunun aya adõmõnõ attõğõ 40 yõldan be- ri hiç de öyle olmadõ. Milliyetçilik zayõfla- yacak olsa, 40 yõldõr Almanya’da yaşayan bir TC vatandaşõnõn ailesini yanõna sorun- suz getirebilmesi, 7.5 milyon insanõn en az yerel seçim hakkõnõn olmasõ, diğer yanda TC hükümetlerinin ve din kurumlarõnõn vatan- daşlarõna sağmal inek ya da sürü gözüyle bakmamasõ gerekirdi. Hani kişinin gerçek özgürlüğü vardõ? Hani vatandaşlõk bir üst kimlikten ibaretti? Dünyalı olma çabası Son yõllarõn Avrupasõ bundan yirmi yõl ön- cesinin Avrupasõ değil. Büyük sermaye ve üretim şirketlerinin -bunlarõn komutasõnda din ve siyaset kurumlarõnõ etkin kullanan ke- simlerin- baskõsõyla, ulus devletleri; sõnõrlarõ ortadan kaldõrmaya, ulusçu olmaktan ziya- de Avrupalõ hatta dünyalõ olmaya çabalõ- yorlar. Ekonomi ve ticaret alanlarõnda bu çoktan gerçekleşmiş durumda. Çokuluslu şirketlerin nasõl yeşerdiklerini ve dünyanõn her yanõna dal budak saldõkla- rõnõ, bunu yaparken de dil, din, millet, top- rak, sõnõr gibi kavramlarõ hiçe saydõklarõnõ elbirlik izliyoruz. Bu gelişmelerin burjuva- nõn devrimci nitelikleri mi yoksa talan pro- jeleri mi olduğu da çok geçmeden (en geç her iki Çinliden birine otomobil satõldõğõ za- man) ortaya çõkacak sanõrõz. Dünyayõ 1945 yõlõna kadar en az iki de- fa barbarca uçurumun kenarõna getiren güçlerin de şimdiki egemenler olduğu dü- şünülürse, burjuvanõn bir özel karakterini, yani günümüzdeki “barış” zorlamalarõnõ da pek göz ardõ etmemek gerekir. Tarihten ders almak bu olsa gerek: Ölü insan nasõl tüke- tici, üretici ya da tarikatçõ olsun ki? İnsanõn bu rolleri kazanmasõ ya da kaybetmemesi için bir defa yaşamasõ gerekir. Çokça üre- mesi gerekir. Ama, hele de aç ve yoksul ol- masõ gerekir. Tekelci kapitalist sistemin kanõ, bin bir çe- şidiyle pazarda dönen meta, mal ve para ol- duğuna göre, bu mekanizmayõ ayakta tuta- cak güçler de gerekli değil mi? Zamanõn bi- rinde bunlara köle deniyordu, ortaçağda serf oldular, kul oldular, kapitalizmin son çağõ- na yaklaşõrken ise tanõmlarõ “özgür işçi”. Öyle ki, üretimde, tüketimde, tasarrufta, üre- mede, kõsaca mekanizmayõ işleten her şey- de “özgür” günümüzün sisteminde yaşayan insanlar. Al sana bir kuyruklu yalan daha. Bir yanda öküz kağnõsõ çağõndan uzay ça- ğõna kadar olan süreç bir insan ömrüne sõ- ğacak kadar hõzlanmõş, diğer yanda kimi top- lumsal olaylar sanki hiç değişmeyecekmiş gibi geliyor insana: Mesela Tanrõ ile kul ve emek ile sermaye arasõndaki ilişki. Sanki fõ- sõldayan bir ses her insanõn kulağõna tek tek şöyle diyor: Egemenlik Tanrõ’ya aitse onu ben yaratõrõm, sen kul olduğunu bil yeter! EgemenlikTanrõ’yaAitseKullaraNeOluyor? Nafiz ÖZBEK IG Metall Sendikasõ Tekelci kapitalist sistemin kanõ, bin bir çeşidiyle pazarda dönen meta, mal ve para olduğuna göre, bu mekanizmayõ ayakta tutacak güçler de gerekli değil mi? Zamanõn birinde bunlara köle deniyordu, ortaçağda serf oldular, kul oldular, kapitalizmin son çağõna yaklaşõrken ise tanõmlarõ “özgür işçi”. Öyle ki, üretimde, tüketimde, tasarrufta, üremede, kõsaca mekanizmayõ işleten her şeyde “özgür” günümüzün sisteminde yaşayan insanlar. Televizyonda sevdiğiniz bir izlenceye kilitlenmişsiniz. Ya- yõn aniden kesiliyor. Bir baka- na ya da bir futbolcuya mikro- fon uzatõlmõştõr. Yavan bir can- lõ yayõn önünüze geliyor. Bazen yalakalõğõn canlõsõnõ izliyorsu- nuz. Başbakanõn parti kongre- sindeki partili konuşmasõ saat- ler alõyor… Son yõllarõn moda- sõ… İzlenceleri kesilen izleyicile- ri düşününüz. Yaşamsal olma- dõkça, yayõn kesme saygõsõzlõk sayõlmaz mõ? Bir televizyonda günde kaç kez yaşanõyor bu du- rum? Hazõrlõksõz, ayaküstü ne ko- nuşulur? Aziz Nesin’in söyleşilerinde, o çarpõcõ sözlerini anlamakta güçlük çekenler: “Aziz Bey, siz de hep ağzınıza geleni söy- lüyorsunuz” derdi. Aziz Ne- sin’in yanõtõ bilgece olurdu: “Hayır. Ağzıma geleni değil, aklıma geleni söylerim.” O, Aziz Nesin’di. Canlõ ya- yõnda ağzõna geleni söyleyenin sayõsõna bereket. Pot üstüne pot kõranlar? Sonra da, ‘Yanlış anlaşıldım’a sõğõnma. Bilmez- ler ki, boğaz dokuz boğumlu- dur. Bazõlarõna, ‘boru boğazlı’ sözü pek uygun düşüyor. Şinasi Nahit Berker, 1950’lerde özgür gazeteciliğin öncülerindendi. Zamanõnda te- levizyon yoktu. Radyo yayõnlarõ ise yetersizdi. Sayõn Berker, “Bu memleket, çok konuş- maktan battı” tanõsõnõ koy- muştu. Sayõn Berker, bir de bugünleri görseydi, sözlüğü- müze okkalõ bir söz kazandõ- rõrdõ kesin. Çözüm? Mustafa Balbay’õn bir sözü var; “Televizyondaki bir izlence için yüz kişi tele- fon etse, o izlence yayından kaldırılır.” Eğer rahatsõzsanõz… Canlõ Yayõn Yoğunluğu... Nusret ERTÜRK mumtazsoysal@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle