23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 7 KASIM 2009 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Türkçe Öğretenlerimiz PENCERE Karatepeli Fıkraları... Karatepe’yi bilir misiniz?.. Benim için Halet Çambel’in Adana yöresindeki ünlü köyüdür Karatepe... Karatepelinin kırkı arkadaş olmuşlar, bir memlekete gelmişler, topraktan yapma harabe bir dam çıkmış karşılarına... Damı görünce tuhaflarına gitmiş, üzerine çıkmışlar, sonra o yana bu yana koşuşmaya başlamışlar... Dam zaten harabe bir şey, göçmüş... Göçünce otuz dokuzu ölmüş... Bir tanesi sağlam kalmış... Geri dönmüş, bir bakmış arkadaşlarına: - Ulan, demiş, az kaldı bir sakatlık çıkarayazdık... “Karatepeli Fıkraları”nı ‘Arkeoloji ve Sanat Yayınları’ çıkarmış... Derleyen: Halet Çambel. Altmış yıla yakın bir süre Toroslar’ın eteğinde Kadirli’ye yakın Karatepe’deki arkeoloji çalışmalarını sürdürürken köylülerle hemhal, omuzdaş ve dost olan Çambel, bir ömür boyu insanlığın erdemleriyle düşüp kalkarken yaşamın mizahından ilginç damlaları da derlemiş... Köylülerin anlatımını koruyarak birkaç tanesini aktarıyorum. Karatepelinin biri un çuvalını direğin arka tarafına koymuş. Karısı, hamur yoğurup ekmek yapmak için un alırken un çuvalının içine direğin iki tarafından iki elini sokmuş... Unu alıp çekmek isteyince de direk engellediğinden ellerini kurtaramamış... Çevresindekileri imdada çağırmış: - Elim burda kaldı, ne yapayım?.. Gelenler ne yapacaklarını ne edeceklerini bilememişler, akıldânelerine gitmişler... Akıldâne gelmiş bakmış ki direk kesilirse ev yıkılacak... Demiş ki: - Bunu burdan kurtarıp çıkarmak için karının elini kesmek lazım gelir... Batı’dan aktarılan sanatsal deyişler bizde çok kullanılır; ‘sürrealizm’ ya da ‘postmodernizm’ gibi laflar bu yolda revaçtadır; peki, Karatepe köylülerinin mizahı hangi marifettendir?.. Yoksa kendine özgü içerikte midir?.. Birisini evermişler, evlendiği gün de kabağ aşı pişirmişler... Oğlana hiç vermemişler kabağ aşını, hep kendileri yemişler... Vakit geçmiş, oğlan küsmüş, ‘bana vermediler’ diye hiç yekinmemiş, vakit geçmiş, gece saat 10-12’ye gelmiş, aha kalkmamış yerinden... Söylemişler buna: - “Kalk da gelinin yanına git!..” - “Ben gitmiyorum” demiş... Bakmışlar ki oğlan gitmiyor gelinin yanına; bu kez babası söylenmeye başlamış; - Anasını avradını... Sizin gibi delikanlılar dururken benim gibi bir koca mı girsin gelinin yanına?.. Baba giderken de söyleniyormuş: - Bütün işin zorunu bana tutturursunuz... Karatepelilerin çoğu ustaya toptan postal sipariş ediyor. Usta hepsine aynı renkten birer çift yapıyor. Bunlar da bir araya gelip ayaklarını uzatıp oturuyor; bir bakıyorlar, hepsindeki aynı ayak... Diyorlar ki: - Ayaklarımız karışmış, şimdi nasıl seçeceğiz bunları?.. Ayaklarını nasıl seçeceklerini bilemiyorlar, seslenip akıldânelerini çağırıyorlar: - Gel hele, biz ayaklarımızı karıştırdık seçemiyoruz... Adam geliyor, bakıyor bunların ayaklarına... Sonra gidiyor, bir sopa alıp dönüyor; hangisinin ayağına vurduysa o ‘of’ deyip sıçradıkça herkes ayağını buluyor... Karatepe’dekiler ayaklarını yitirmişler, sopayı yedikçe ‘of’ deyip sıçrayarak buluyorlar; ülkemizde çoğu kişi kafasını yitirmiş... Kafayı bulmak için de sopa mı yemek gerek?.. (3 Aralık 2006 tarihli yazısı) T ürklük, ulus, milliyet gibi deyimler, toplumumuzda yaklaşõk son 100 yõllõk dö- nemde söylenen, gündeme giren, gelişen ve de ancak Cumhuriyetle yerleşen kavramlardõr. Daha önceki, çokuluslu/unsurlu Os- manlõ Devleti’nin siyasal/yapõsal ka- rakteri içinde bu kavramlar pek konu- şulmazdõ. Devlet, “Devlet-i Osma- niyye (Osmanlı Devleti)” ve toplum da “Tebaa-i Osmaniyye”dir (Osmanlõ Uyruklarõ). Bu toplumsal yapõdaki un- surlarda, 19. yüzyõlda beliren milliyet fikri sadece bu aşamada kalmamõş, de- ğişip yaygõnlaşarak çatõşma, başkaldõ- rõ, bağõmsõzlõk gibi siyasal/sosyal he- def, talep ve eylemlere yönelmiştir. Bu dönemlerde Osmanlõ Devleti’nde, ge- rek Tanzimatçõlar ve gerekse onlarõ iz- leyen yöneticiler, devletin bütünlüğü- nü koruma ve sürdürebilmek için bir sü- re “itilâf-ı anâsır” (farklõ unsurlarla uyuşma) politikasõna sarõlõp çeşitli milliyetler ve/veya etnik gruplarõ “Os- manlılık kimliği” politikasõ içinde toplamaya yönelik ve fakat boşa giden çabalarõnõ sürdürmüşlerdir. Nitekim Osmanlõ Mebusan Meclisi’ndeki Rum Mebus Nüktedan Başo Efendi; Os- manlõlõk kimliği için: “Ben Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım” diyor- du. Bu yazõm ülkemizde milliyet kav- ramõnõn gelişmesi ve uluslaşmanõn ta- rihine ilişkin değildir. Bu konuyu uz- man tarihçilerimize bõrakmak hem doğru hem de çok gereklidir, özellik- le bu günlerde. Ancak belirtmek istediğim husus, çağdaş ve Batõ’nõn seküler toplumla- rõndaki anlamõnda uluslaşma ve milli- yetçilik, gerçek siyasal ve hukuksal yönleriyle ve de anayasal özellikleriy- le önceleri Türkçülük, Türklük, milli- yetçilik kavramlarõ öne çõkarak fikirsel alanda oluşmaya başlamõş ve de Cum- huriyetle birlikte ve onu hemen iz- leyerek anayasalarda yerini almış si- yasal/tarihsel ve sosyal bir vakı’a, sü- reç ve de üretimdir. Bu süreç ve üretim ne uydurmadõr ve de kutsallõk, gösteriş içermez. Fakat sağlam tarihsel kökenli ve vatan ve kültür birliğine da- yalõ bir toplumsal olaydõr. Esasen: “Osmanlılık bir karışımdır, Türklük bunun içinde temel aktörlerdendir” diyor İlber Ortaylı. (Son İmparatorluk Osmanlõ, s.10–11). Bu nedenlerle yer- leşmesi ve toplumca benimsenmesi zor olmamõştõr ve halen de gelişme için- dedir. Türk ulusu ve deyimi hem bir ta- nõmlama ve de gerçek bir olgudur, ulus- laşmanõn tanõmlanmasõdõr. “Kurtu- luş Savaşı vatanın kurtarılması idi, Cumhuriyet ve uluslaşma ise mille- tin kurtuluşudur. (Yahya Kemal)” Anadolu direnişi: Milli Mücadele Osmanlõ Saltanat ve Hilafet düzeni varken milliyet fikri aykõrõ bir yakla- şõmdõ ve milliyetle dinin ayrõlmayacağõ vurgulanacaktõ. Dolayõsõyla “Millet İslamdır” yaklaşõmõ o dönemde geçerli ve öne çõkan gö-rüştür. O günlerdeki İs- lam ulemasõnõn ve bir kõsõm siyasetçi- nin düşüncelerine göre, kavim ve kav- miyeti unutmak gerekir ve de milliyetle din ayrõlmaz. Büyük vatansever bir şai- rimiz bile: “Hani milliyetin İslam idi kavmiyete ne” der. O dönemlerde milliyetimizin oluş- masõndaki bu güçlüklere ve siyasal ya- põya rağmen; Türk, Türklük, Türkçü- lük, ulusallõk kavramlarõnõ öne çõkaran savunan düşünürlerimiz ve de siyaset- çilerimiz vardõr ve bu fikirsel hareket- ler hep sürmüştür doğal ve tarihsel ne- denlerle. Nihayet Cumhuriyetle, yu- karõda değinildiği gibi hedefe ulaşma- nõn en önemli aşamasõ gerçekleşmiştir. Cumhuriyetimizin kurucu önderi Mus- tafa Kemal inançlõ bir milliyetçidir. 1919-1920’lerde başlayan Anadolu direnişinin bir adõ da Milli Mücade- le’dir. Ulusallık kavramını dışlayanlar Ulusallaşmamõzõn, ulusal kimliği- mizin oluşmasõndaki yüzlerce yõllõk ta- rihsel gerçeklere ve aşamalara rağ- men bugünlerde dahi adeta 100 sene önceki gibi; Türk, Türklük, Ulusallõk gibi kavramlarõ adeta dõşlamayõ amaç- layan veya hafife alan, hedefleri kuş- kulu gayretler ve tutumlar gözleniyor değişik çevrelerde. Asõl üzüntü veren, düşündürücü olan, gerçeklerle çelişen ve de sakat olan yaklaşõm budur. Bu yaklaşõmdakiler arasõnda ister gerici, tu- tucu, maziperest (geçmişe tutkun) ol- sun, isterse sözde liberal damgalõ bu- lunsun bazõlarõnda bir fesat sezme- mek olasõ değildir. Cumhuriyetle beraber kimliğimiz; Tebaa-i Osmaniyye ve de tebaa değil ve fakat özgür “Türk Yurttaşlığı”dõr. Bu bir tanõmlamadõr. Başlangıcından beri bu yaklaşım hiçbir etnik ve/ve- ya ırksal ayrım hedeflemeyen, içeriği ortak vatan, tarih, din, dil, birlikte- lik ve dayanışma vb. öğeleri içeren toplumsal bir yapılaşmadır. Bu üst kimlik ve de alt kimlik gibi yakla- şımları ve yapay kategorileri içer- meyen tek ve biricik olan ulusal kimliktir ve sadece TC vatandaşlı- ğından ibaret değildir. Bunu belirt- mek ve benimsemek ne şovenist bir yaklaşõm ve ne de kafatasçõ milliyet- çiliktir. Adõmõzõ, ulusal kimliğimizi iyi bilmek, doğru ve tarihsel gerçeklere da- yalõ olarak belirtmek tanõmlamak, baş- ta siyasetçiler, tarihçiler, toplumbi- limciler olmak üzere düşünen herkesin görevidir bence. Bugünlerin nispeten karmaşõk ortamõnda ulusal kimliğimi- ze ilişkin tanõmlamayõ saptõrabilecek, sõkõntõya sokacak hareketler beyanlar gözden kaçõrõlmamak ve buna özen göstermek gerekmiyor mu? Ulusal Kimliğimiz... Prof. Dr. Kemal ÖNEN Enver Gökçe, İlhan Erdost 1980-1981 Kasõm’õnda bu dünyadan iki güzel in- san ayrõldõ: İlhan Erdost ve Enver Gökçe. Enver Gökçe doğal bir ölümle. İlhan Erdost Mamak Ce- zaevi’nde dövülerek. Enver Gökçe sessiz, suskun ve mahzun bir şa- irdi. 12 Eylül’den bir ay önce Antalya’da beledi- yenin desteği ve bir ime- ce ruhuyla, arkadaşlarla adõna bir “Onur Gecesi” düzenlemiştik. Fikret Ot- yam’õn ‘Gece’ için yap- tõğõ resimleriyle katkõsõnõ ve Rıfat Ilgaz’õn konuş- masõnõ ve vefa duygusu- nu hep saygõyla anõmsa- rõm. Etkinlikten önce ve son- ra çadõrõmõn yanõnda kü- çük bir çadõrda kõsa bir sü- re konuğum oldu. Çoluk çocuğumla soframõzda ek- meğimizi bölüştük. Hep durgun, küskün bir hali vardõ, ‘Onur Gece- si’nden sonra keyfi yerine geldi. İlhan Erdost canõmõn içinde bir candõ. 7 Kasõm 1980’de Can Yücel’in deyişiyle “Kâinat Paşa- nın” cellatlarõnõn sopasõ altõnda can verdi. 12 Eylül, ülkenin dev- rimci ruhunun üstünden bir silindir gibi geçti. İlhan gibi nice yurtseveri iş- kenceden geçirdi, sakat bõraktõ. Öldürdü ve Ata- türk’ün Cumhuriyetini mollalara teslim ettiler. İlhan’õ ilk gören, kara bõyõklõ, esmer yüzünden dağlõ bir izlenim çõkarõrdõ. Oysa peynir ekmek söz- lerinin anõmsattõğõ duy- gular kadar yalõn, ekin tarlalarõndaki gelincikler kadar narin biriydi. Denizde õşõldayan çakõl taşlarõ gibi bir gülüşü var- dõ. O õşõklõ gülücüğü so- palarla söndürdüler. Yõllar geçiyor, yara ka- buk bağlõyor. Ve her ben- zer öldürüm olayõnda ye- niden kanamaya başlõyor. Metin Göktepe ve Engin Çeber ve daha niceleri… Zalimin sopasõ öldür- meye devam ediyor hâlâ. En kahredeni ise.. za- limlerin korunmasõ, kol- lanmasõ, “aileden af di- lendi”, cezalandõrõldõ, ce- zalanõyor gibi sözlerle in- sanlarõn kandõrõlmasõ... Metin DEMİRTAŞ İNGİLİZCEYİ doğru konuşup yazan Türkler çoğalırken Türkçeyi doğru konuşup yazan Türkler azalıyorsa, öğretim sistemimizde iyi yabancı dil öğretmeninden daha çok, iyi Türkçe öğretmenine gereksinim var demektir. Devlet dilinin Türkçe olduğu anayasasında yazılan bir toplum, o dilin kötü konuşulup yanlış yazılıyor olmasına daha fazla seyirci kalamaz. Anadil, adı üstünde, anadan ve bir ölçüde babadan öğrenilip mahallede, çevrede kulaktan kapılır, ama doğru dürüst öğretilmesi okullardan beklenir. Son yılların Türkiye’si işte tam bu noktada galiba önemli bir sorun yaşamakta. Öğretmenlerden değil, kesinlikle öğretim ve sınav sistemlerinden kaynaklanan bir sorun bu: Eğitim kurumlarını dolduran genç kalabalık, artık sözlü sınavlar şöyle dursun, yazılı sınavlardan bile geçmeden sadece bilmeceye benzer çok seçenekli sorulara işaret koya koya yetişmektedir. Özgün üslupla kendini ifade etmeye, hatta tümce kurmaya gerek bırakmayan bir sınav tarzıdır bu. Okullardan dershanelere kadar her aşamada başarı, böyle bir eleme sisteminin inceliklerini öğrenmekle elde ediliyor. Eskiden “tahrir”, şimdi de “kompozisyon” denen yazma becerisinin edindirilmesi ve sınanması artık tarihe karışmış gibi. Her şeyden önce insanların düşünme ve anlatım disiplinini bozan bu yeni zayıflık mutlaka giderilerek gençler yazmaya ısındırılmalı. Dil sorunu, yazılı anlatımdaki bozuluştan ibaret değil; bir de sözcüklerle ilgili vurgu ve telaffuz boyutu var bu sorunun. Yunanistan, Ermenistan gibi basit ülke adları bile yanlış heceler vurgulanarak söylenmekte. Osmanlıcadan kalma Arapça kökenli sözlüklerde “a” sesinin uzatılıp uzatılmaması konusundaki yanlışlar da çoğaldı. “Hakem”e “haakem” diyenlerden “Halit”in a’sını halkanın a’sı gibi kısa okuyanlara kadar, kulak tırmalayıcı yanlıştan geçilmiyor. Böyle durumlarda a’nın üstüne konan işaretin kullanılmaz oluşuna sığınmak pek geçerli bir özür sayılmaz. İngilizce sözcüklerin kurallara sığmayan çeşitli okunuş özellikleri pekâlâ öğretilip öğrenilebiliyor da, Türkçenin eski dilden kalma birkaç özelliğini öğretmek ve öğrenmek çok mu zordur? Hele dünyanın belki de en akılcı ve en kolay alfabesi olan Cumhuriyet alfabesine geçmenin bu tür yanlışlara yol açtığını söylemek kadar büyük insafsızlık olamaz. “Her sese bir harf, her harfe bir ses” kuralıyla okuma yazmayı böylesine kolaylaştıran bir başka alfabe var mı yeryüzünde? Dil, sevilmek ister. Türkçe gibi renkleri güzel ve yapısı sağlam bir dili öğretme görevini üstlenenler herhalde bu sevgiyle eğiliyorlardır dilin üzerine. Onları düşündükçe, böyle bir dili küçümseyip hoyratça kullananlara ya da yükseköğretimden dışlayıp İngilizceye sarılanlara daha çok kızmaya başlıyor insan. mumtazsoysal@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle