04 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 MART 2008 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Tevhidi Tedrisat’tan Günümüze Eğitim Bugün okullar Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindedir. Şeklen, Öğretim Birliği Kanunu’na uyulmaktadır. Ancak öğretim birliği açısından yaşanan iki temel sorun giderek büyümektedir. Bunlardan biri, imam hatip okullarının durumu, diğeri, ilköğretim ve ortaöğretimde eğitimin laik eksenden çıkarılması çabalarıdır. PENCERE İslamda Reform Yaşandı mı?.. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu demiş ki: “ Hiçbir dindarın İslam dininde reform yapma gibi bir çağrısı ve fikri olamaz; hiçbir Müslümanın hadisleri ayıklama gibi bir cüreti olamaz.” Sayın Bardakoğlu aklı başında bir Müslüman kimliğiyle laiklik devriminin Türkiye’de ve dünyadaki anlamını ve değerini tartabilen bir din adamıdır... ? ‘Reform’ sözcüğünün bir genel, bir de Hıristiyanlık dünyasındaki tarihsel anlamı var... İkinci anlamıyla ‘Reform’ 16’ncı yüzyılda Avrupa Hıristiyanlığında yaşanan dönüşümü vurgular... ‘Reform’un başını 16’ncı yüzyılda Martin Luther çekti; Hıristiyanlıkta kilise egemenliği çatladı; Protestan mezhebi oluştu; hareket Rönesans’la anlamını pekiştirecek, Aydınlanma’yla da laiklik ve demokrasi Avrupa’da tohumlanacaktır... Batı’da akıl yolunun ve bilimsel devrimin ilk ışınları Reform’la ufukta görülmüştür... ? Peki, İslamda durum nedir?.. Kuran, İncil’den çok değişiktir; bir anayasadır, hukuk düzenine ilişkindir; hem de miras, ceza, aile, kamu, ticaret vb. hukuklar üstüne ahkâmı içeren yasa kitabı gibidir... İslamın iki kaynağından birincisi Kuranıkerim’dir... İkincisi sünnettir... Sünnet, kısaca Hazreti Muhammet’in sözleri ve davranışları diye tanımlanabilir... ? Ancak bu iki kaynakta da “daha başlangıçtan itibaren” değişim söz konusudur... 1) Kuranıkerim’de daha sonra inen ayetlerin daha önceki kimi ayetleri neshettiği, Türkçesiyle kaldırdığı biliniyor... 2) Kimi ayetlerin de sünnetle değiştirildiği ya da neshedildiği ciddi kaynaklarda yazılıdır... 3) Çoğu İslam devletinde Kuranıkerim’in kimi ayetleri uygulamadan ister istemez kaldırılmıştır... 4) Hazreti Muhammet’in ölümünden hemen sonra oluşan mezhepler de Müslümanlığı kendilerine göre yorumlamakta birbirleriyle yarışmışlardır... 5) Atatürk Cumhuriyetiyle gerçekleşen hukuk devriminde de Kuranıkerim’in kimi ayetleri neshedilmiştir; daha açık deyişle yürürlükten kaldırılmıştır. ? Türkçe sözlüklerde “reform” karşılığında “düzeltim” ya da “düzeltme” yazıyor... Bu anlamda “reform” Müslümanlık coğrafyasında yaşandı ve yaşanıyor... Peki yaşanmayan ne?.. Batı’daki gibi, dindarlığı vicdanımızla duyumsayıp dini siyasete alet etmekten vazgeçebilirsek demokrasiyi ancak o zaman yaşayabiliriz... Atatürkçülüğün vicdanı, aklı, bilimi, düzeni, yaşamı işte budur!.. YÖK’çülük ve Yokçuluk ÜLKEDEKİ üniversite âleminin şimdiki YÖK tarafından yönetiliyor ya da en azından, etkilemek ve yönlendirilmek isteniyor olması büyük talihsizliktir. Bilim dünyası, yalnız Türkiye’de değil, yeryüzünün her köşesinde bundan daha iyi bir mekanizmanın içine yerleştirilmeye lâyık olsa gerek. Sayın YÖK Başkanı, tek bir tümceyle yıktı perdeyi eyledi viran. O tek tümcelik söz, herhalde üniversite sisteminin tepe noktasında edilecek bir söz değildi. Şuna bakın: “Cumhuriyetin Anayasa’da belirtilen nitelikleri hiçbir biçimde kişi hak ve hürriyetlerinin sınırlandırılmasının gerekçesi olarak kullanılamazlar.” Elbet bir YÖK Başkanı’nın hukukçu olması gerekmez. Ama, bırakın yüksek öğrenimi, hiç değilse ilköğretim okullarında okutulan türden birtakım “vatandaşlık bilgileri”ne sahip olması beklenmez mi? Kaldı ki, böyle bir demeç vermeden ya da genelge yayımlamadan önce danışabileceği bir yığın hukukçu vardır herhalde, yanında ve yakın çevresinde. “Yakınındakiler onun gibi düşünürler; öyle olmasa yakınına almazdı” derseniz, o başka. Ama iyi bir hukukçu mutlaka şunları söylerdi: “Haklar ve özgürlükler Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen durumlara uygun yasalarla sınırlanabilir. Sınırlama, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzenine ve lâik cumhuriyetin gereklerine aykırı olamaz. Dolayısıyla, Anayasa’daki niteliklerin sınırlama gerekçesi sayılamayacağını söylemek yanlıştır. Hele Anayasa’nın metninde lâik Cumhuriyetin gereğinden ayrıca söz edildiğine göre, öyle bir söz özellikle yanlış sayılır.” alnız, Sayın Başkan iktidara yakınlık nedeniyle böylesine kategorik bir tutum takınmasaydı, belki akla yakın bir çözüme katkıda bulunabilirdi. Örneğin, şunu söyleyebilirdi: “Anayasa hak ve özgürlük sınırlanmasının öze dokunamayacağını söylüyor. Türbanlıyı üniversiteye sokmamak onun üniversite okumak hakkını özünden yok ediyor. Yasak bu özü yok etmeyecek biçimde düzenlenmelidir. Hakla ilgili 42. madde değişikliği bunu emrediyor.” Bunu söylemedi. Bir de “Anayasa, sınırlamanın ölçülülük ilkesine aykırı olmamasını istiyor. Türbanlıyı üniversiteye sokmamak, insaf ölçülerini aşar” diyebilirdi. Demedi. Böyle yapsaydı, Başbakan ve çevresinin acemice girişip yüze göze bulaştırdıkları bir girişimi akılcı bir zemine oturtabilir, örneğin “Derslere türbanla girilmez” türünden ortalama çözümler bulmaya yardım ederdi. elgelelim, kör olası tabasbus alışkanlığı ve siyasal ikbal düşkünlüğü insanlarımızda ne akıl bırakıyor, ne de sağduyu ve düşünce. Hepsi yok olmakta. Yazık olan ve üniversite âlemine utanç veren, bunların yokluğudur. Prof. Dr. İsa EŞME YÖK Üyesi 84. Y G [email protected] yılında bulunduğumuz Öğretim Birliği Yasası’nın, neden, hangi şartlarda, nasıl gerçekleştirildiği ve neleri kapsadığı konusunda bilinen tarihi gerçekleri tekrarlamak istemiyorum. Ancak şu tespiti vurgulamak istiyorum. Bazılarının öne sürdükleri gibi, “Öğretim Birliği” sadece okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması demek değildir. Asıl önemli olan, eğitim felsefesindeki tutarlılığın sağlanması, eğitimin, laik eksende yapılması kararıdır. Bugün okullar Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindedir. Şeklen, Öğretim Birliği Kanunu’na uyulmaktadır. Ancak öğretim birliği açısından yaşanan iki temel sorun giderek büyümektedir. Bunlardan biri, imam hatip okullarının durumu, diğeri, ilköğretim ve ortaöğretimde eğitimin laik eksenden çıkarılması çabalarıdır. Her iki uygulamanın tekrarlanan gerekçesi, “halkın dini eğitime yoğun talebinin olması” iddialarıdır.Bu iddiaların arkasındaki örtülü amaç herkes tarafından bilinmektedir. İmam hatip okulları, Tevhidi Tedrisat Kanunu’na göre, “din hizmetlerinin yerine getirilmesi vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için ayrı mektepler olarak” açılmışlardır. Fonksiyonları yasada açıkça tanımlanmasına rağmen bu okullar, 1970’li yıllardan itibaren gerçekleştirilen bazı manevralarla, liselere alternatif okullar haline getirilmiştir. Bugün sayıları 500’ü bulan imam hatip liselerinde okuyan öğrenci sayısı, son beş yılda 65 binden 130 bine çıkarılmıştır. Öğrenci başına yapılan devlet harcaması genel liselerde 1.259 YTL iken bu okullarda 3.037 YTL ’dir. Öte yandan, son beş yılda, 546 felsefe, 1.996 müzik, 5.548 fen bilgisi, 7.145 okulöncesi öğretmeni atanırken 7.758 din kültürü öğretmeni ataması yapılmıştır. Bu göstergeler, dini eğitime büyük önem verildiğini, eğitime ayrılan devlet imkânlarında önceliğin bu alana kaydırıldığını göstermektedir. Çocuklarımıza dini öğretim elbette verilmelidir. Verilmektedir de... Ama nasıl ve nereye kadar? İlk ve ortaöğretimde veri lecek dini öğretim, temel inanç kuralları ve ahlaki değerlerin verildiği bir yaklaşımla ele alındığında hiçbir sorun bulunmamaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarında böyle bir eğitim verilmiştir. Bu eğitim, dinsiz bir kuşak yetiştirmemiş, tam tersine, bu eğitimin yetiştirdiği kuşakla ülkemiz, İslam dininin her türlü gösterişten uzak, en iyi yaşandığı ve uygulandığı ülke konumuna gelmiştir. Dini eğitim elbette yukarıda sıralananlardan ibaret değildir. Bu eğitim, öteki dinlerden farklı olarak, bütün bir dünya görüşünü, toplumsal yaşamın temel kurallarını ve kendi hukukunu da kapsamaktadır. Böyle bir eğitimin verileceği yer, lisans ve lisansüstü düzeyinde, yani ilahiyat fakültelerinde olabilir. Ancak ilk ve ortaöğretim düzeyinde bu kapsamda dini eğitim verilirse, eğitim programlarında yer alan pozitif bilimle ikilem kendini gösterir. Bu da pedagojik sorunları beraberinde getirecektir. Peki 1015 yaşındaki bir çocuk bu pedagojik sorunla baş edebilir mi? İşte asıl sorun da buradadır. Cumhuriyeti’ni kurduğu sırada, laikliği halkı hazırlamaksızın dayattı. Laik sistemin kurulmasından önce felsefi veya bilimsel bir dini reformun yanı sıra ekonomik ve sosyal değişim yaşanmadı, İslami aydınlıkçı düşünce ortaya çıkmadı. Laiklik sadece toplumun yüzeyine ‘yapıştırıldı’ ve adeta ‘atılmak’ istenen yabancı bir cisim oldu. Bu yabancı cisim, Başbakan Tayyip Erdoğan döneminde değil, Turgut Özal döneminden bu yana dışarıya atılmış durumda. Tarihi bir lider olsanız bile, bütün tarihi bir kalemle veya bir gecede iptal edemiyorsunuz. İşte gerçek, hıncını böyle aldı ve halk kurucu liderin vefatı sonrası derin köklerine tekrar döndü.”* Devrim kararlılığı Laikliği içine sindiremeyenlerin bu değerlendirmesi elbette sadece yazara ait değil. Aslında kabul edilemeyen yalnız laiklik değil, Anadolu aydınlanmasının yolunu açan tüm devrimlerdir. Yazar bu görüşleriyle, ülkemizde belli bir kesimin sözcülüğünü yapıyor. Sözü edilen derin kökler, eğitimi ve sosyal yaşam biçimiyle, Cumhuriyet öncesi dönemdir. Osmanlı’nın yıkıntılarından Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal, bu coğrafyada varlığımızı sürdürebilmek için, Batı ile aramızdaki 200 yıllık farkı kapatmak zorundaydı. Cumhuriyet aydınlanması, seçim sandığı ile gerçekleştirilemeyeceğine göre bunun tek yolu “devrim”di. O da öyle yaptı. 85 yıl önce laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak bir mucize gerçekleştirdi. Devrimler, Türkiye’yi her alanda, İslam coğrafyasının ışıldayan bir yıldızı konumuna yükselten itici güç oldu. Bugün ülkemiz, İslam coğrafyasında ötekilerle karşılaştırılamayacak düzeyde farklılık ve üstünlüğe sahip. Türkiye, İslam coğrafyasında demokrasiyle yönetilen tek laik ülke. Kadınların erkeklerle aynı haklara sahip olduğu, katılım için AB ile müzakere yapabilen ülke. 1.5 milyarlık İslam coğrafyasında üretilen bilimsel yayınların yarısına yakını 70 milyonluk bu ülkeye ait. Mustafa Kemal’i anlayamayanların ve onun devrimlerine dil uzatanların bu gerçekleri iyi analiz etmesi gerekir. * Haşim Salih, Şark ül Evsat, 16 Ocak 2008. Yazının Türkçesi, 22 Şubat 2002’de Radikal gazetesinde yayımlanmıştır. Değerlendirme noksanlığı İçinde bulunduğumuz dönem, devrimlerin mührü sayılan ‘Öğretim Birliği’ni ve öteki devrimleri çok daha anlamlı kılıyor. Son yıllarda, son aylarda, hatta son haftalarda ülkemizde çok önemli olaylara tanık oluyoruz. Tarihi adeta hızlandırılmış bir film gibi yaşıyoruz. Kimilerine göre her şey iyiye gidiyor! Demokrasi ve özgürlükler, hiçbir dönemde yaşanmadığı kadar iyi! Bu gidişle yakında AB ülkeleri arasına giriyoruz. Ancak bazılarına göre durum hiç de öğle değil. Tamamen başka istikametlere gidiyoruz. Peki hangisi doğru? Biz geminin içindeyiz. Geminin gittiği yönü, yolcuların fark etmesi zordur. Gemi dışındakiler, gidiş yönünü daha kolay görür. İşte size Londra’da Arapça yayımlanan bir gazetenin H. Salih adlı köşe yazarının, 16 Ocak 2008 tarihli yazısında, Türkiye’de son günlerde olup bitenler için yaptığı değerlendirme: “Atatürk, 1923’te Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı üzerine Türkiye SAYI: 2007/2 Satış Satılarak ortaklığın giderilmesine karar verilen, Savaştepe ilçesi Hürriyet mh.,114 ada, 15 parselde kayıtlı 98 m2 yüzölçümünde, 11.543,59.YTL değerinde, kullanılmaz durumda, avlulu ahşap evin, birinci artırmasının 08/04/2008 günü, Savaştepe İcra Müd. odasında; saat 10.0010.10 arasında yapılmasına, bu artırmada taşınmazın tahmin edilen bedelinin yüzde 60’ı ile satış ve paylaştırma masrafları tutarına satılmasına, artıran olmaz ya da hiç talipli çıkmazsa 18/04/2008 günü, aynı yer ve saatlerde ikinci artırmanın yapılmasına. Bu artırmada taşınmazın muhammen bedellerinin en az yüzde 40’ı satış ve paylaştırma masrafları tutarına geçmesi halinde, en fazla fiyat verene ihale edilmesine karar verilmiştir. İşbu ilan, adreslerine tebligat gönderilen ancak tebligat yapılamaması halinde, İİK’nin 127.md. uyarınca, tebliğ yerine geçmek üzere, hissedarlar İbrahim Ethem Şavkın, Asiye Yorulmaz, Şenol Işık, Züleyha Işık, Şenay Doğan, Gülnaz Yıldız, Fatma Işık, İsmail Işık, Semiha Karabulut, Fatih Mehmet Işık, Rabia Şen, Ali Işık ile adresi tespit edilemediğinden tebligat yapılamayan hissedar Beytullah Şavkın’a, tebligat yerine kaim olmak üzere ilanen tebliğ olunur. 09/02/2008 Basın: 10327 SAV AŞTEPE SULH HUKUK MAHKEMESİ SATIŞ MEMURLUĞU’NDAN Günü Tarih Bilinciyle Değerlendirmek... Tarihi edinimler, öncelikle de ulusal tarih bilinci her şeyden önce “vatandaş” olmak için kaçınılmazdır. Kendi geçmişini bilmeyen bir kimsenin bugünü doğru değerlendirmesi söz konusu bile olamaz. Prof. Dr. Sıtkı M. ERİNÇ Doğuş Üniversitesi Öğretim Üyesi Ö zellikle tarih bilimi ve siyasi tarih, ekonomi tarihi gibi alt dalları “bilgili kişi” olmaktan çok “bilge ki şi” olmaya yaradığında gerçek işlevini yerine getirmiş olur kanımca. Ama bilge olabilmenin de önkoşulu bilgili olmaktan geçer tartışmasız. Tarihi edinimler, öncelikle de ulusal tarih bilinci her şeyden önce “vatandaş” olmak için kaçınılmazdır. Kendi geçmişini bilmeyen bir kimsenin bugünü doğru değerlendirmesi söz konusu bile olamaz. Üstelik bu tür bilgi kulak kültürüyle de edinilemez. Doğru öğrenmenin tüm yolları seferber edilerek sağlanabilir. Geçmişi, hele yakın geçmişi bilmemek, bilememek, bilindiği farz edildiğinde de sindirmemek, sindirememek, dolayısıyla da ders alamamak, alındığı zannedildiğinde bu dersi davranışa dönüştürememek, sadece cehaleti değil, aynı zamanda kimi art düşüncelerin, kimi kasıtların varlığı kaygısını da yaratır, yaratmak durumundadır. Sorumlu bir insan; birey, kişi olmayı hak etmiş bir insan tarihten ders almadan, geçmiş olaylardan ibret almadan sorumlu insan olamaz, vatandaş sayılamaz. Vatandaş olmanın kanıtlarından biri de, sorumluluğunu gösterebilmek, bunun için de sesini yükseltebilmek, sesini yükseltebilme riskini alabilmektir. ri de bunları hep demokrasinin kaçınılmaz niteliği zannetmek. Yani konu dönüp dolaşıp bilgisizliğe, hatta cehalete dayanmaktadır. Bugün, ülkemizde bir kriz yaşanıyorsa, hatta bir kriz bitmeden başka bir kriz yaşanıyorsa bunun temelinde de hem toplumsal, hem de bireysel bilinç, yani bilinçsizlik yaşanıyor demektir ve bu öyle bir bilinçsizliktir ki önce bireyi yok eder, sonra toplumu zedeler, o toplumu çağını yakalamada geciktirir. 1950 yılı, çok partili seçimlere geçme, yani demokrasiyi, demokratik düzenimizi kanıtlama yılı olarak kabul edilir. Fakat demokrasi bilincini sindirip sindirmemenin de bir göstergesidir bu kanıt: Olmamıştır, olamamıştır bir türlü. Demokrasi ve buna bağlı olarak da temsil etme yetkisi sindirilmiş olsa hatalar, tekrarlanan hatalar en aza indirgenmiş olurdu. Toplumu bölerek iktidar olma politikası Bizans politikasıdır ve aradan neredeyse altı yüzyıl geçmiştir. Ancak tarih bilmeyenler bu tür gaflette bulunabilirler. Son aylarda aynı hata yapılmakta gibi gözükmektedir. Sessiz ve derinden götürülmekte olan “başörtüsü” ya da “türban” politikası resmileştirilerek, hatta yasallaştırılarak toplum ikiye bölünmektedir. Üstelik bu hak adı altında, özgürlük adı altında yapılmaktadır. Önceleri inanç kisvesiyle körüklenirken, bugün en yetkililer bile bunun siyasal bir gösterge olduğunu kabullenmekte, hatta vurgulamaktadırlar. Özgürlüğü yoketme Siyasi hak adı altında haksızlık yaratılıyorsa, üstelik bunda kadınlar kullanılıyorsa bunun sonu, istendiği kadar reddedilsin “imam nikâhı”na kadar gider ve hak derken kadının özgürlük hakkı elinden alınır; habersiz evlendirilir, habersiz boşatılır, mirastan men edilir. Bunun örneklerini farklı televizyonların sabah programlarında bile izlemek olasıdır. Kadınların ekonomik bağımlılığını ve eğitim yetersizliğini kullanarak onları araç gibi kullanmanın, savaş alanlarında çocukları ve kadınları öne sürmekten zerre kadar farkı yoktur ve bu aslında erkeğin aczini gösterir. Aciz erkeklerin yargıları ise hem kendilerini, hem mensup olmakla övündükleri kurumları yok eder, hem de ne yazık ki toplumu zedeler, hatta çökertir. Biraz tarih bilgisi ve bilinci olsa bu çıkmazlara başvurulmayacağını biliyorum. Dilerim tüm toplumumuz da bunu kavrar en kısa zamanda. Ayrımcılığa düşme Demokrat Parti’nin ve liderlerinin başını yakan, toplumu ihtilallere sürükleyen ve çağın gerisine iten en önemli olgulardan biri, 1959 yılının ocak ayında kurulan, kurdurulan “Vatan Cephesi”dir tartışmasız. O dönemi yaşayanlar, tarihten o dönemi öğrenenler, her sabah radyonun Vatan Cephesi’ne katılanların listesini vermekle programa başladığını ve daha birkaç ay geçmeden resmi kurumların bile ikiye bölündüğünü ve toplumun iki cephede yoğunlaşmaya başladığını anımsarlar, anımsamak zorundadırlar. Vatan Cephesi, iktidardaki partinin “bizden olan ve olmayan” sınıflamasından, bizden olanların da kayrılmasından öte hiçbir anlam taşımamıştır, taşıyamazdı da. Çağdışına itilme Ülkemiz, belki de Birinci Meşrutiyet’ten bu yana iki sorunla, hatta iki çıkmazla karşı karşıya kalmış ve bu çıkmazlar zaman yitimine, çağ dışına itilmeye neden olmuştur. İlki olan ve olabilir olan tanımlamalarındaki seçenekleri göstermek için istenen, arzulanan çok ses yerine, zıt seslerin çıkmasına göz yummak, hatta bunların zıt ses olduğunun bilincinde bile olamamak, diğe CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle