Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
İ
slamiyet öncesi Türk-
lerde kadõn, elçi ka-
bullerinde, şölenler-
de, kurultaylarda, harp
ve sulh meclislerinde ha-
zõr bulunurken, Osmanlõ
döneminde hareme ka-
patõlan kadõn ancak, 18.
yüzyõlda o da büyük kent-
lerde, kapalõ ev hayatõn-
dan çõkõp, evinin ön yü-
zünde görünür.
Sinekli Bakkal’õ oku-
duğumuzda, Rabia’nõn
yetenekleriyle, cesaretiy-
le var olduğunu ve ken-
dine bu özellikleriyle
Mevlevi Dede ile eski bir
rahibi hayran edebildiği-
ni görüyoruz. Bunlarõ
yapmakta nasõl başarõlõ
olabildiğine ve en önem-
lisi nasõl kendi olabildi-
ğine baktõğõmõzda, üze-
rinde bir baba baskõsõ ol-
madõğõ görülür. Babasõ
diğer evlerdeki babalara
benzemez; o bir sanatçõ-
dõr; Rabia’nõn erkek kar-
deşi de yoktur. Bir erkek
kardeşi olsa ve eğer o da
babasõ yerine imam de-
desine çekecek olsaydõ,
Rabia bunlarõ yapõp ken-
di olabilecek miydi diye
düşünürüm. Bunca yõldõr
ve halen yaşadõğõmõz tö-
re cinayetlerine kurban
edilen kadõnlarõmõzõ dü-
şününce sanõrõm mutlak
yanõt kocaman bir “Ha-
yır!” olacaktõr. Yetmişli
yõllara geliyoruz, hepi-
mizin özgürlük ve eşit-
likten yana bir dünya için
görüş beyan ettiği yõllar.
İşte, burada da açõkça gö-
rüyoruz ki, yine bizlere
şekil verilmekte. Bu öz-
gürlük içinde eşitimiz
saydõklarõmõz öncekiler
gibi olmasa da başka bir
biçimde ama yine bize
biçim vermekte. Kõzlar,
bu etkiler içinde süslenip
giyinmekten kaçõnmak-
ta, erkekse kõzlara “bacı”
demekte. Ama her iki-
sinde de yurt sevgisi ön
planda.
Seksenli yõllara geli-
yoruz, Türkiye’nin dur-
durulduğu yõllar... Behi-
ce Boran, Oya Baydar
gibilerin sürgünde olduğu
yõllar. Doğan boşluğu si-
yasal İslamcõlar, postmo-
dernistler ve ikinci Cum-
huriyetçiler doldurmak-
ta gecikmiyor. Siyasal İs-
lamcõlar, Köy Enstitüleri
gibi bir önemli eğitim
kurumundan yoksun bõ-
rakõlmõş halkõ, eğitimde,
sağlõkta ve diğer gereksi-
nimlerinde yanõna çeki-
yor. Bunlarõn içindeki ka-
dõnlarõmõz yavaş yavaş
türbana kayõyor. Diğer
oluşumlarõn etkisi içinde
olan kadõnlarõmõz da bu
suskunluk ortamõnda cin-
sel özgürlüğünün peşine
düşüyor. Ülkeye yetmiş-
li yõllardan bambaşka rüz-
gârlar egemen.
Ama, biz, yani kadõnlar,
tüm bu yeni oluşumlarõn
toplumca duyulan bir ge-
reksinim sonucu doğma-
dõğõnõ, ülkeye egemen bu
yeni rüzgârlarõn dõştan
sadõr olduğunu biliyor ve
görüyoruz... Türbanõ ka-
dõn takmõyor, taktõrõlõyor;
cinsel özgürlüğünün pe-
şinde giden kadõn değil,
onu yolundan şaşõrtan bi-
rileri var. Evet, biz yal-
nõzca dün ve bugün değil,
bir karanlõk zamandan
beri bizi giydirenlerin kim
olduğunu biliyoruz.
Şimdi, bizim gibi ka-
dõnlarõn bugün nerden ne-
reye geldiğimize dikkat
çekmek istiyorum.
Duruşma sonrasõydõ.
Başkâtip hanõm odaya
gelip az önce duruşmadan
çõkan bir bayan avukatõn
kaleme girerek beni, sa-
çõmõ ve başõmõ övdüğünü,
kendilerinin de “Bizim
hâkim hanım pantolon
dahi giymez” dedikleri-
ni anlattõ. Pantolon ko-
nusu doğruydu; ben fa-
kültede dahi, çok ender
pantolon giyerdim.
Yine, o günden iki yõl
sonra duruşmadayõm. Kõş-
tan yeni yeni çõkõyoruz,
baharda olduğumuzu söy-
leyebilirim. Duruşma es-
nasõnda sağda görüş ala-
nõma yakõn bir yerde du-
ran genç bayan avukatõn
cüppesi açõlõr gibi oldu ve
hemen dizinin üstündeki
eteği görüldü. Kendi ken-
dime şöyle söylendiğimi
anõmsõyorum: Bu kadar
da olmaz ki!.. Sonra ken-
dime şaşakaldõm! Yaşamõ
boyunca elbise ve etek
giymeyi seçmiş biri, nasõl
oluyor da dizinin üstünde
etek giymiş genç bir ha-
nõmõ ciddiyetsizlikle suç-
luyordu! Odama döndü-
ğümde genç meslektaşõma
bu türbanõn yalnõzca kul-
lananlarõn kafalarõnõ ört-
mekle kalmadõğõnõ, çev-
resindeki insanlarõn da
kafasõnõn içini örttüğünü
söyledim ve şaşkõnlõkla
ekledim “A! Demek ki,
ben onun için epeydir
pantolon giyiyorum.”
Evet ben bir yõldõr üç
pantolon edinmiş ve es-
kiden kendini elbise ve
etek giyerek daha iyi du-
yumsarken artõk panto-
lonla daha rahat hisseder
bir insan haline dönüş-
müştüm.
Görülen şu: Onlar bizi
yalnõzca giydirmiyor, bi-
ze biçim de veriyorlar!..
Biz bizi giydirenleri bi-
liyoruz!.. Biz, kadõn ve er-
kek; egemen kõlõnan sis-
temlerin ürünü olduğu-
muzu da...
Biz her şeyin farkõnda-
yõz!
CMYB
C M Y B
EVET / HAYIR
OKTAY AKBAL
KitaplaraSevgiyleYaklaşmak
Üzülüyorum... Kitaplar geliyor, roman, şiir, öykü,
deneme, araştırma, anı... Hepsini okumak istiyorum.
Sonra da oturup düşündüklerimi yazmak!
Yazılarımı izleyenler bilirler, yeni çıkan hemen her
kitabı tanıtmaya çalıştığımı, üç beş satırla sözünü et-
sem de, o kitabın taşıdığı özel anlamı duyurmak is-
tediğimi...
Ben “Vatan” gazetesinde tam on yıl her hafta ki-
tapları tanıtıcı yazılar yazdım. Eleştirmek, övmek, yer-
mek için değil, yalnızca o kitabın bendeki yansımasını
kısaca özetleyerek...
Gazetelerin haftalık kitap ekleri var. Hepsinde de
kitap tanıtma sayfalarına bolca yer ayrılmış... Ama
yeterli mi, kitapların arka kapaklarındaki birkaç sa-
tırla gerçek bir tanıtma yapıldığını sanmak... O der-
gilerin kitap eleştirmenleri olmamalı mı? Evet, kolay
değildir, gerçek bir edebiyat değeri, tadı varsa ye-
ni çıkan bir kitabı değerlendirmek ya da kendince yo-
rumlayabilmek...
Edebiyat gündelik basında üvey evlat durumuna
düştü. Nerede otuz kırk yıl öncesindeki roman tef-
rikaları, genç yaşlı yazarların hiç değilse haftada bir
çıkan sohbetleri söyleşileri...
Şimdi bir Doğan Hızlan var, her gün sanatın he-
men her dalında, ama en çok edebiyat alanında
düşüncelerini yazan... Gel de bir ikincisini ara!..
Yine de ben de her yeni çıkan kitapla dostluk et-
mek isterim. Vazgeçilmez arkadaşlıklardır, her biri
yakından uzaktan gelen bir sesleniş, bir düşünce-
ye, özleme, duyarlığa bir açılış!..
İşte yeni şiirler çalıyor yüreğimizin kapısını! Sev-
gili Melisa Gürpınar’ın “Elyazısı Yılları”, “Dul Evin-
de İncesaz”... Şiirle düzyazı bir bütün olmuş, ayır-
mak zor... Hem de gerekli mi? Melisa bir yaşam ver-
miş, şiirle, sevgiyle, aşkla yazdıklarına... “Fazladan
bir gün daha yaşasaydım sözcüklerin içinde /
Çağıracaktım herkesi / ömrümce barındırdığım o yı-
kık kulübeye” diyor. Bu güzel çağrıya koşarak ka-
tılmak okurlarıyla, sevenleriyle...
Necati Tosuner usta bir öykücü... Ama şiirin için-
de. “Kasırganın Gözü” değişik tatta bir şiir kitabı...
Ayrılmaz ki öykü ile şiir, ayrıldı mı ikisi de ayrı bir an-
lam kazanır. Tosuner her yeni ürünüyle bu isteğini
kanıtlamış bir sanatçı...
Değerli hukukçu dostum Müşir Kaya Canpolat
da “Düşünceden İçeri” diyor... Yıllar önce “İçi Düz-
gün Olmak” kitabında şairden çok şey beklediğini
yazmıştı. Şimdi kitabında da “Yaşamda kesinlik yok-
sa böyle olur işte / savrulur geçmiş zaman harman-
larında aşklar da şiirler de / Gün gelir, ayırt edilemez,
çocuklukta olduğu gibi / İlk ne ki, son ne ki?”
Şair felsefeci Attila Birkiye’de “Edebiyatta 30 Yı-
lı”nı yazmış... “Ben hep seni yazdım” diyerek... “Aca-
ba gerçekten ayrılanlar hâlâ sevgili mi?” Yanıtlama-
sı zor bir dize, bir soru...
Bir genç yazar çıksa, bütün bu güzellikleri içeren
yapıtları, benim gibi değil, daha derinliğine, daha sev-
giyle, aşkla anlatsa, sevdirse!..
PENCERE
Kafayı
Yemek...
Geçen gün bir eski dostumuz gazeteye geldi,
siyasetten kiyasetten ileri geri konuşuyor...
Dostumuz gittikten sonra içimizden biri dedi ki:
- Bu herif kafayı yemiş...
‘Kafayı yemek’ güzel bir deyiş; kimi zaman yal-
nız kişiler değil, toplumlar da kafayı yerler...
Bugünkü halimiz o hal...
Medyanın manşetlerinde dolaşan en ‘önemli ha-
berler’e bir göz atmak kafayı yediğimizi ayan be-
yan gözler önüne serer...
Hepimiz neyle meşgulüz?..
Bilmem kaç yıl önce, bir özel sayılacak top-
lantıda, zamanın Genelkurmay Başkanı Kıvrı-
koğlu, yine zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı’nın
kola içtiğini görünce demiş ki:
“- Hilmi’ye şarap verin...”
Olay bilmem kaç yıl sonra kaç gazetenin man-
şetine geçti biliyor musunuz?..
Sofrada bulunan komutanlara gazetecilik ra-
conuyla olay soruldu; ama, çoğu dedi ki:
- Hatırlamıyoruz...
Bilindiği gibi sosyal devlet ortadan kalktı; artık
‘sadaka devleti’ var; bu nedenle yoksul halka yar-
dım olsun diye bozuk kömür dağıtılıyor; yaktık-
ça hava kirleniyor...
Akşam gazetesi hava kirliliğini belgeleyen bir
fotoğraf yayımladı diye Başbakan RTE küplere
binmiş...
Gazetenin patronuna bas bas bağırıyor:
“- Ya yalan yazmayacaksın, ya gazeteni kapa-
tacaksın...”
Aferin...
Gazetelerde RTE’nin lafı günlerce manşetler-
de, köşelerde...
20’nci yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorlu-
ğu devrinde, Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslara
dayanıp Doğu Anadolu’da ortalığı birbirine katan
Ermenileri, zamanın iktidarı imparatorluk sınırla-
rı içinde sürgüne yollamış...
Halt etmiş...
21’inci yüzyıla girmişiz, aradan yaklaşık bir asır
geçmiş: Şimdi İstanbul’da bir sürü entel “Erme-
nilerden özür” kampanyası açıyorlar...
Olay gazetelerin manşetlerinde; dış çevreler de
mal bulmuş mağribi gibi konunun üstüne atlı-
yorlar...
Nedir bu?..
Kafayı yediğimizin resmidir..
Üç ay sonra ülke çapında yerel seçimlere gi-
diliyor, bir yetkili aklıevvel resmen ilan ediyor:
‘- Seçmen sayısı geçen seçimden bu yana 6 mil-
yon arttı...’
- Dur ulan, böyle şey olur mu, nereden çıktı bu?..
derken olay gazetelerin manşetlerinde...
Gel de kafayı yeme...
Ülkenin iç ve dış politikası sanal Ermeni soy-
kırımı ile çalkalanıyor ya, ana muhalefet partisinden
kafayı yiyen bir hanım çıkıp AKP Cumhurbaşka-
nı Abdullah Gül için diyor ki:
- Annesi Ermenidir...
Olay günlerce, gazetelerin manşetlerinden in-
miyor, Gül bu nedenle mahkemelerde davalar açı-
yor...
Allah aşkına, kafayı yemek değil de nedir
bu?..
Adam tam ‘karışık ismi fail’, adı Tuncay Güney;
gazete manşetlerinden inmiyor, üstüne yazılan ki-
tapların sayısı kabardıkça kabarıyor...
Adam pek meşhur Ergenekon davasının orta-
direği olduktan sonra, önce Amerika’ya sonra Ka-
nada’ya gidip haham olmuş...
Haham gazete manşetlerinden inmiyor...
Başbakan RTE’nin “savcısıyım” dediği Erge-
nekon davasında o tutuklu, bu tutuklu, o hasta-
lanıyor, bu ölüyor, şu sakat kalıyor; dava bütü-
nünün iddianamesi iki yıldan beri tamamlanamı-
yor; terör örgütünün başındaki failler belli değil...
Kafayı yemezsin de ne yaparsın?..
Tüm bu fasa fiso, dedikodu, iftira, yalan dolan,
bir incir çekirdeği doldurmaz işlerle hepimiz uğ-
raşırken dünya ekonomik krizi gelmiş kapıyı vu-
ruyor...
Kimsenin krize metelik verdiği yok...
Halk mı?..
Canı cehenneme...
Kafayı yiyenler için halkmış, işçiymiş, köylüy-
müş, esnafmış, ülkeymiş, devletmiş, işsizlikmiş,
borçmuş, harçmış, boş ver...
Hepimiz medyamızın harikulade manşetleriy-
le ve birbirimizle uğraşalım...
Kafayı yiyenler ancak kafalarını duvara vurdukları
zaman ayılırlar...
“E
n cömert sözlerle övül-
müş ve en ağır yergilere
hedef olmuş sade bir in-
san” portresi, İnönü’nün
kendisini tanõmlamasõdõr.
Anadolu İhtilâli’nin, Cumhuriyet ve devrim-
le bütünleşen çizgisinde ağõrlõkla yer eden İs-
met İnönü, çok partili siyasal süreç açõsõndan
da değerlendirilecek bir kişiliktir. “Türk’ün
makûs talihini yenen” Lozan yapõcõsõnõn, dün-
ya siyasal sahnesinde yer eden bir devletin ku-
rucularõndan olduğu tarihsel gerçektir. “Bir
diktatör konumundan demokrasiye geçişin
eşsiz onuru” da İnönü’nün, ülke ve dünya ka-
mu yönetimleri açõsõndan yorumlanan siyasal
işlevidir (*)
Nesnellik: Tarihin akõşõnda doğmuş her olay,
nesnel ölçütlerde ele alõnõrsa sosyolojik bi-
limsellik taşõr. Kurtuluş Savaşõ sürecinde em-
peryalist dünya öylesine bir güç içindeydi ki,
Asya-Afrika halklarõnõn sömürge olmaktan öte-
de varlõklarõ yoktu. İstanbul yönetimi de em-
peryalizme bağõmlõ siyasetin ardõna mevzi-
lenmişti. İşte bu kötü gerçek, Anadolu’daki şan-
lõ kalkõşma direnciyle kõrõldõ. Kurtuluş umu-
dunun ilk utkularõ olan İnönü savaşlarõ kaza-
nõlmasõydõ, bağõmsõzlõk yolunda onarõlmasõ güç
felaketler yaşanõrdõ. Atatürk’ün; “İnönü
meydanında yalnız düşmanın değil, ulusun
ters dönmüş şansının da yenildiğini” dile ge-
tiren ünlü kutlamasõyla, Nâzım Hikmet’in;
“Muharebe beş gün beş gece sürdü/Kan
gövdeyi götürdü” diyerek şiirleştirdiği utku,
tarihin seyrine doğrudan müdahaledir. Yõllar
sonra İnönü savaşlarõ, yurt ve ulus düşmanla-
rõnca küçültülmeye çalõşõlacaktõ. Ama o tarihleri
içeren ve emperyalistlerce bizzat tutulan res-
mi arşivlerle birlikte “batı” basõnõ, İnönü sa-
vaşlarõnõn önemini genişlikle kaydedecekti.
“Sakarya” ve “Dumlupınar” utkularõ da yi-
ne içerideki “hıyanet erbabınca” yapõlan ay-
nõ küçümsemeden paylarõnõ alacaklardõ. Ama
“mazlum uluslar” görkemli sonuçlarõ algõ-
layabilecekler ve emperyalizm de yenilmez-
liğini yitirecekti.
“Misli görülmemiş bir başarı” niteleme-
siyle Atatürk, Lozan Antlaşmasõ’na ilişkin ge-
reken değer ölçütünü gösterirken, yine yõllar
sonra bu ülkenin Sevr’cileri ortaya çõkarak;
“Zafer mi hezimet mi?” tartõşmasõnõ yarat-
maktan çekinmeyeceklerdi. Çünkü onlar, Lo-
zan’õ imzalamaktan kaçõnan ABD ile “Sevr’in
daha iyi olduğunu” öne süren AB’nin gü-
nümüzdeki yeni “muhipleri” rolünü üstle-
neceklerdi.
Çetin zorluk ve yokluklarla elde edilerek ül-
ke ve ulusa sonsuz onurlar getirmiş kazanõm-
larõ nesnel ölçütlere dayandõrmak, mantõk
açõsõndan zorunluluktur. Antiemperyalist bir
karşõ koymaya öncülük eden; Atatürk, İnönü
ve arkadaşlarõnõn tarihsel yerleri, takdirle
anõmsanma olmalõdõr. Gerçek böylesine tutum
gerektirirken, Cumhuriyeti kuran devrimci
önder kadroyu, sadece; “tek parti, tek şef yö-
netimi” nitelemesine tutsak etmek, değerbil-
mezliktir. 1925, l930 ve l945 yõllarõnda “Şef’le-
rin” önderlik ettikleri demokratik atõlõmlarõ bir
kenara iterek, olaylarõ kendi koşullarõnda de-
ğerlendirme gerçeğini hiçe saymaktõr.
Ayrõca; içteki karşõdevrimci kaosun dõşla
bağlarõnõ bile görmezlikten gelmek, rejimin
kendi varlõğõnõ korumak için geçmiş tarihsel
süreç içinde uyguladõğõ savunma hakkõnõ da
yadsõmaktõr. Maurice Duverger’in bu dönem
hakkõndaki saptama ve yargõlarõ, karalayõcõlarõn
herhalde okuduklarõ bir bilgi kaynağõ olmasa
gerektir. Duverger: “Parti içi demokrasiden”
konu açtõktan sonra; “Totaliter bir yapıdan
uzak ve çok partili yaşama geçmek için sü-
rekli fırsat arayan” Türkiye’deki “mahçup
tek parti” olayõnõ anlatmakta ve dünyadaki ör-
neksemelere geçmektedir.
İkinci Dünya Savaşõ sonrasõ: “Bizim tek
noksanımız, çok partili siyasal rejimdir” di-
yen İnönü’nün, bu süreçte yanõlgõlarõ vardõr.
İlki, Cumhuriyet ve devrime sahip çõkacak, saf-
satalardan arõnmõş bir toplumsal yapõnõn var ol-
duğunu sanmasõdõr. Ama l950’de iktidar olan-
lar, öncelikle İnönü’nün çõkarmak istediği
toprak reformuna muhalefet edenlerdir. Onlarõ
iktidar yapanlar da az topraklõ veya topraksõz
kitlelerdir.“Hurafelerin” geçer akçe olduğu,
din ve vicdan özgürlüğünün en yalõn şekilde
saptõrõldõğõ, uyduculukta mütareke dönemle-
rine yaklaşõlacak bir geleceği, İnönü kendi de-
yişiyle; “Tahmin ve tasavvur dahi” edeme-
miştir. İkinci yanõlgõ, emperyalizme birlikte kar-
şõ çõktõğõmõz kuzey komşumuzun “üs” ve
“toprak” istediği savõna inanmaktõr.
Bu gerçek dõşõ propaganda, ABD cenahõnõ
“cankurtaran” olarak göstermiş, Türkiye
yalan rüzgârı eşliğinde Batõ’ya yönelmiştir.
ABD’nin Karadeniz’e karşõ İkinci Dünya Sa-
vaşõ’nõ izleyen günlerdeki yayõlma istemi,
SSCB’nin tepki ve Türkiye’yi uyarmasõnõ
içeren davranõşõyla birlikte, saptõrmalara
dönüştürülmüştür. İnönü ve Türk halkõ, Mos-
kova Büyükelçisi Sarper ve merkezdeki Er-
kin’in elleriyle yanõltõlmõştõr.
Erkin’in, İnönü’nün son başbakanlõğõndaki
hükümette yer aldõktan sonra görevi biter
bitmez, karşõt bir siyasal partiye geçmesi de
uzun süre tartõşõlmõştõr.
Çok partili yaşamda; başõna taşlar atõlan, linç
edilmek istenilen ve hakaretlerle karşõlaşan İnö-
nü, Atatürk’e saldõramayan Cumhuriyet ve dev-
rim düşmanlarõnõn da güncel hõnç hedefidir.
Ama 27 Mayõs döneminde olduğu gibi insa-
ni jestler hep İnönü kaynaklõ olmuştur. Hukuk
cinayeti olan “Deniz Gezmiş” olayõndaki
tek doğru tavõr yine İnönü’ye aittir.
Sonuç: İsmet İnönü; “Olayları sürekli bir
mantık süzgecinden geçirdikten sonra yo-
lunu çizer” (**). İnönü; “Namusluları en az
namussuzlar kadar cesaret sahibi olmaya”
çağõrõr. İnönü; “Varsın inkârlar dönemi
üzerimde yaşansın” diyerek dayanõr. İnönü;
“Yeni bir dünya kurulur, o dünyada Tür-
kiye yerini alır” yaklaşõmõyla emperyalizme
meydan okuduktan sonra siyasal komplolara
ve suikastlara maruz kalõr. “Toprak işleye-
nindir” düşüncesinden tutunuz da; “Serbest
ekonomik düzenin, halkçı-devletçi yapıya
tercih edildiğini gördükçe, halk hesabına şa-
şıyorum” tutumuna değin, planlõ kalkõnma ta-
raftarõ, toplumcu bir devlet adamõdõr. Ve ni-
hayet İnönü, Atatürk’ün deyişiyle; “Büyük iş-
lerin failidir”.
(*) Rostow. (**) Bischoff.
İsmet İnönü’yü Anarken...
Ertuğrul KAZANCI Eğitimci-Hukukçu
SAYFA CUMHURİYET 25 ARALIK 2008 PERŞEMBE
2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
Biz Bizi Giydirenleri Biliyoruz
Umran Sölez TAN E. İstanbul Ağõr Ceza Yargõcõ
Bo yok!
4 kontör
1 dakika