14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 21 EYLÜL 2007 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Anayasa, Hukukçuların Değil Benim Sorunumdur... PENCERE Hâlâ kendi ortaçağı ile hesaplaşıp Rönesans’ını gerçekleştirememiş İslam dünyasındaki tek laik ülke olan Türkiye’de, Müslümanlığımı tam yaşamak istiyorum diyen radikal dincilerin yakaladıkları her fırsatta anayasaya, siyasal erki ele geçirip devleti yeniden bir din devleti haline dönüştürerek Tanrı tarafından gönderilmiş Kuran’ın üçte ikisini oluşturan şeriat hükümlerini yürürlüğe sokabilmek için saldırdıklarının bilincine gerçekten nasıl varılamaz ki yarabbi!.. tutional government ile Teşkilatı Esasiye Kanunu deyimlerinin özdeş olduğu kanısı hızla yaygınlaştırılıp, anayasa sorununun da sıradan bir yasa olayı haline indirgenmesi sağlanmıştır. Nitekim, 1946 yılında demokratikleştirme yaygaralarıyla bir oldubittiye getirilip tıpkı Amerika’daki gibi iki partili parlamenter düzene geçişimizi fırsat bilen karşıdevrimciler de, 1950’de iktidarı ele geçirir geçirmez bu nedenle hemen 1924 Anayasası’na saldırmışlardır. Anımsanacağı gibi Başbakan Adnan Menderes de, bir yandan “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz!” diyerek milletvekillerini kışkırtırken, öte yandan 1924 Anayasası’nı hızla 1876 Kanuni Esasi’si haline dönüştürebilmek için ilk iş olarak önce dilini Arapçalaştırmıştır. Ne var ki, 1960 yılında bu şeriatçı saldırılara karşıdevrim yapan 27 Mayısçıların, laik düzeni korumak amacıyla 1924 Anayasası’nı daha da güçlendiren yeni bir anayasa yapmaları, karşı devrimcilerin de bu kez NATO’nun kanatları altında 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de askeri darbeler gerçekleştirerek bir yandan solcu aydınları işkencelerden geçirtirken, öte yandan bu galatı meşhur’dan yararlanıp yeni “Teşkilatı Esasiye Kanunları” çıkartarak hem 1961 Anayasası’nı kuşa döndürtmüşler hem de anayasa kavramını iyice sulandırtmışlardır. Bugün sanki özellikle herkesin ayrı bir anayasa hazırlamasına çalışılması da, galiba hiç kuşku yok ki bu askeri darbelerin ürünü olsa gerektir. Oysa, kutsal kitabı havarilerce yazılmış, şeriatın “katolik nikâhı” gibi papazlarca her mezhebin inancına göre özel üretildiği ve artık hiçbir kilisenin siyasal erki ele geçirip yeniden bir din devleti kurmayı düşünmediği Hıristiyan Batı toplumlarında, anayasaların sık sık değiştirilmesi şöyle dursun, son laiklik tartışması bile Fransız parlamentosunda yüz yıl önce 1905’te yapılmış, Katolik kilisesinin okul açma isteği oybirliği ile reddedilmiştir. Bu nedenle, hâlâ kendi ortaçağı ile hesaplaşıp Rönesans’ını gerçekleştirememiş İslam dünyasındaki tek laik ülke olan Türkiye’de, Müslümanlığımı tam yaşamak istiyorum diyen radikal dincilerin yakaladıkları her fırsatta anayasaya, siyasal erki ele geçirip devleti yeniden bir din devleti haline dönüştürerek Tanrı tarafından gönderilmiş Kuran’ın üçte ikisini oluşturan şeriat hükümlerini yürürlüğe sokabilmek için saldırdıklarının bilincine gerçekten nasıl varılamaz ki yarabbi!.. Evet, evet!.. Meğer “anayasa da, tartışılması salt hukukçulara bırakılmayacak kadar önemli bir işmiş”, doğru... Saçmalıklar Ülkesi HAYDİ nisan ayına gelinceye kadar yapılanları ya da yapılmayanları es geçelim, ama o tarihten beri olanlara zaman ve mekân olarak biraz uzaktan bakınca “Türkiye saçmalıyor” demeden durmak zordur. “Niçin Türkiye olsun, asıl sorumlu iktidar partisi değil mi?” denmesin; zira muhalefetten ve özellikle de ana muhalefetten doğru dürüst bir yol gösterme gelmeyince, bu ülkenin iç siyasal yapısını bilmeyen ve bir ulusa hakaret etmek istemeyen yabancılara göre saçmalayan, ülkenin kendisidir. Oysa, kim olursa olsun, kimsenin yüzlerce yıllık bir devlet deneyimi olması gereken ülkeyi ve dolayısıyla halkını “saçma üretir” duruma sokma hakkı olamaz. elerdir saçmalamalar? “Kadınlar Korkmasın!..” Ne Demektir?.. Bugün bir başka konuyu ele alacaktım; gazetelerde, birinci sayfaladan köşelere dek, hepimizin doğal saydığı garip tümce gözüme ve bilincime çarpınca fikrimi değiştirdim... Neydi o tümce: “ Kadınlar korkmasın!..” Kim söylüyor bunu?.. AKP Başbakanı Recep Tayyip... AKP’nin ta kendisi... Ne diyor: “ Kadınlar korkmasın!..” Yalnız bu tümcenin “telaffuzu” bile Türkiye’nin hangi bıçağın sırtında yaşadığını vurgulamaya yeterlidir. ? Ne demek “kadınlar korkmasın” ?.. Kadınlar zaten korkmuş... Korkutulmuş... Kadınlar korkak... Örtünmüş, örtülmüş, kapanmış, kapatılmış, sinmiş, sindirilmiş, tesettüre mahkum edilmiş, ikinci sınıf insan, erkekten aşağı yurttaş sayılmış... Kadın gözünü açamıyor, erkeğine biat ile mükellef; dincilerin gözünde sarıp sarmalanması, çuvala sokulması; kaşlarının üstünden çenesine dek açabildiği pencerenin dışında erkeğe görünmesi günah yaratık... ? AKP’nin Cumhurbaşkanı Gül kendi hanımını korkutmuş... Nasıl?.. Aman, sakın ha!.. Başımı açayım deme!.. Türbanını çıkarma!.. Sonra günah işlersin!.. Cehenneme gidersin!.. Saçının teli erkeğe göründü mü ben seni boşarım!.. Kadın erkekle eşit değildir!.. İkinci sınıf yaratıktır!.. İnsanlar ikiye ayrılır: Kadın ve erkek!.. Erkek üstündür. Kadın günahtır!.. Sarıp sarmalanması, kolunu bacağını gizlemesi, saçının telini bile herkesten saklaması şeriatın kanunudur!.. Sakın ha, başını açtığını görmeyeyim!.. Güzelim ülkemizde en başta Abdullah Gül olmak üzere çoğu erkek kendi eşini, hanımını, karısını korkutmuş... Bizim erkek milletinde yarış var: Kadınları korkutan korkutana... ? Ne demek “kadınlar korkmasın”!.. Kadınların çoğunluğu zaten korkmuş... Korkutulmuş... Ürkütülmüş... Geriye kalan, başı açık kadın azınlığı mı?.. Korksunlar... Tir tir titresinler... Ürktükleri şey başlarına geldi geliyor... Demirtaş CEYHUN alnız hukukçu aydın değil, hukuk eğitimi almış bir entelektüel olan Mümtaz Soysal hocanın bir yazısında okumuştum yıllar önce. Ünlü Fransız politikacı Clemenceau; “Savaş, yönetimi askerlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” dermiş. Gerçekten anayasa da, tartışılması salt hukukçulara bırakılmayacak kadar basit bir hukuk konusu değil, ideolojik bir sorun mudur yoksa? Bilindiği gibi Osmanlı düşüncesi, ‘constitution’ kavramıyla da ilk kez Tanzimat’tan sonra 1860’lı yılların sonlarında karşılaşmış ve yasama yetkisinin kutsal güçlerle hanedandan alınıp halka devredilmesini aklından geçirmeğe bile cesaret edemeyen aydınlarımızca da 1876’da, sözcüğün “oluşturmak, kurmak, tamamlamak” anlamlarını da içermesinden yararlanılıp, Doğulu bir kurnazlıkla güya demokratik düzene geçmek için çıkarılan bir yasanın adı olarak “Kanuni Esasi” ve “Teşkilatı Esasiye Kanunu” diye Osmanlıcalaştırılmıştır... Gerçi, Batı dillerinde ana ve yasa sözcüklerinden türetilmiş “mother law” veya “La mère loi” gibi bir yasa kesinlikle yoksa da, 27 Mayıs Devrimi sırasında da “anayasa” diye son derece şirin ve anlamlı bir Türkçe ad daha uydurulmuştur. Ama, Batılılar bu Latince kökenli constitution kavramını, egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olduğu ve erklerin ayrılığı ilkesine dayalı yönetim biçimi laik (seküler) devlet türü için tek başına değil, ta 1718. yüzyıllardan beri “hükümet” anlamında olmasının yanı sıra “yönetmek, idare etmek” anlamını da içeren government deyimiyle birlikte kullanmaktadırlar ısrarla. Bu nedenle, yeni bir “yönetim biçimi / yönetim anlayışı” anlamındaki constitutional government kavramını, constitution sözcüğünün “oluşturmak, kurmak” anlamlarını da içermesine bakıp tıpkı ticaret, ceza, yurttaşlık yasası gibi bir yasa adı olarak “Kanuni Esasi” veya “Teşkilatı Esasiye Kanunu” şeklinde Türkçeye aktarmak pek de mümkün olmasa gerektir doğrusu. N Cumhurbaşkanı seçimine sıra gelince yapılması Y O gereken yapılsa ve yeni devlet başkanının kim olacağı konusunda bir genel “oydaşma” aransaydı, 367 sayısı gibi hukuken doğru bir konuyu siyaseten kurcalamak akıllardan geçmezdi. Geçse bile, oydaşma varken tıkanıklık yaratmaya kalkanların defteri başka türlü dürülürdü. Yine aynı tarihlerde, “Olmadı; o halde anayasayı değiştirip halka seçtirelim” demek yerine anayasa gereği “derhal seçim” dense ya da Yüksek Seçim Kurulu yetkisini kullanıp “Böyle olacak” deseydi, yaz sıcağının tam ortasında halkı şaşkına çeviren acayip bir seçime gidilmezdi. Böyle yapılmayıp öyle yapılınca, genel seçimden sonra 11. cumhurbaşkanı seçildiği halde, anayasa değişikliği halkoylamasını zorunlu duruma getirdiği için de 21 Ekim öncesinde şimdiki “arapsaçı” denebilecek durum ortaya çıktı. Sınır kapılarında oylama başladı bile. Bu durum, ileri sürülen çeşitli yorumlar ve çarelerden ötürü, saçmalama üstüne saçmalama getirmeyi sürdürmektedir. Oysa, “Artık 11. cumhurbaşkanı seçildiğine göre anayasa değişikliği konusundaki halkoylaması ‘kadük’ olmuş, yani geçersizleşmiştir” diyerek süreci kesip atma yolu varken, anlaşılmaz ya da ardındaki sinsi hesapların kolay anlaşıldığı nedenlerle keçi inadında ısrar edilmekte, dolayısıyla saçmalıklar serisi sürmektedir. rada dursa, iyi. Tam tersine, bir de köklü ve birçok bakımdan önemli, ama yanlış bir anayasa değişikliğine yönelik başka bir süreç başlatılmıştır. Hazırlanış biçimi, sipariş verilen kişilerin niteliği, sır saklama tutkusu, işin içine parti parmağını ille sokma hevesi gibi çeşitli nedenlerle şimdi başlamış olan tartışmalar yüzünden saçmalayışlar daha da kök budak salacak. En büyük saçmalayış ise, kapısında Güneydoğu’dan AB’ye, Irak’tan Kıbrıs’a, yaklaşan ekonomik bunalımdan enerji sıkıntısına kadar binbir sorunu olan bir ülkenin bunları bırakıp bütün bu saçmalıklar için zaman ve nefes tüketmeye hazırlanıyor ve medyasının da neredeyse bundan zevk alıyor gibi görünmesidir. [email protected] Constitutional government deyimi, bizce kesinlikle devleti oluşturan kurumların nasıl kurulacağı ile ilgili bir yasa adı değil, devlet yönetimiyle, rejimle ilgili devrimci bir ideolojik kavramdır. Bu nedenle, anayasa sözcüğü de, bugün kimi çevrelerce topluma zorla benimsetilmeye çalışıldığı gibi, salt devlet aygıtını oluşturan kurumların nasıl kurulacağı ve yapısıyla ilgili, Tanzimat aydınlarının uydurduğu Arapça Teşkilatı Esasiye deyiminin Türkçe karşılığı olarak değil, yasama ile yürütmenin kutsal güçlerde olduğu Katolik kilisesinin teokratik devletlerinin seçeneği, Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde oluşturulmuş yeni yönetim anlayışının belirtildiği bir kavram olarak değerlendirilse gerektir. Kuşkusuz, devlet ile beyliklerin aşiret düzenleri arasındaki temel fark da, yönetimin keyfilikten kurtarılıp hukuka ve yasalara dayandırılmasıdır. Yani, şer’i ve örfi yasalarla yönetilen teokratik devletlerin de bir yasal konumu vadır. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu da tarihi boyunca İslami hukukla, şer’i ve örfi yasalarla yönetilmiştir. Bilindiği gibi, dinsel hukuk düzeninden laik hukuk düzenine de insanlık, Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde yüzyıllar boyu süren savaşımlar sonunda geçebilmiştir ancak. İşte, gördüğümüz kadarıyla din devletlerinin konumu ile yasama yetkisinin kutsal güçlerden alınıp halka devredildiği ve erklerin ayrılığı ilkesine dayalı laik devletlerin konumu arasındaki yasallık farkını belirtmek için de Batılılar bu anayasal düzene constitutional government demişlerdir. Ülkemizdeki gerçek anlamda ilk anayasayı da, gerçi gene Teşkilatı Esasiye Kanunu adı altında da olsa, Mustafa Kemal bilindiği gibi Büyük Millet Meclisi’inde şeriatçılara karşı büyük savaşımlar vererek 1921 ve 1924 yıllarında yürürlüğe sokmuştur. Ama ne yazık ki, İslami ortaçağ 20. yüzyılda da sürdüğü için Osmanlı aydınlarınca İkinci Meşrutiyet döneminde de olduğu gibi benimsenen 1876 yılındaki bu çarpıtma, eskilerin deyimiyle kendiliğinden bir “galatı meşhur” haline gelmiş ve consti CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle