18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 NİSAN 2007 CUMA 16 26. İstanbul Film Festivali’nde bahar havasına eşlik eden kimi filmlerden notlar: KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr KEDİ GÖZÜ VECDİ SAYAR Kesişen Bakışlar İki haftadır yollardayım. Önce, Slovenya’nın Bled kentinde düzenlenen Uluslararası PEN Barış için Yazarlar Komitesi toplantısı, ardından Afyon’da Uluslararası Afyon Klasik Müzik Festivali, şimdi de Adana’da, 1. Uluslararası Edebiyat Festivali’nde... Bled’deki toplantıda, dünya yazarları bir yandan barış için ne yapabileceklerini tartışırken bir yandan da kültür emperyalizminin saldırıları karşısında yerel ve ulusal kültürlerin ayakta kalma mücadelesinin yöntemleri üzerinde durdular. Orada tartışılan sorunlarla Türkiye’de tartışılan sorunların büyük ölçüde kesiştiğini gördüm. Edebiyat, dünyanın her köşesinde aynı sorunlarla karşı karşıya. Tek tip insan, daha doğrusu tek tip ‘müşteri’ yaratarak pazar alanlarını genişletmeye çalışan çokuluslu sermayenin ‘ürün’leri karşısında nitelikli sanat nasıl direnecek? Temel sorunsal bu. Bunun yolunun, kültür ve sanata yönelik talebin artmasını sağlayacak etkinliklerin çoğalmasından, kültür ve sanatın ülke çapında yaygınlaşmasından geçtiğine inanıyorum. İçinde bulunduğumuz günlerde gerçekleşen etkinliklere bakarak bu yönde hayli mesafe aldığımızı söyleyebilirim. İstanbul’da Uluslararası Film Festivali, Ankara’da Uluslararası Müzik Festivali ve Ankara Sanat Fuarı, Afyon’da Klasik Müzik Festivali devam ederken Adana’da da iki önemli sanat festivali başladı. Devlet Tiyatroları’nın düzenlediği Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali ve Adana Belediyesi’ne bağlı Altın Koza AŞ ile Adana Edebiyat Girişimi’nin Edebiyatçılar Derneği işbirliğiyle düzenlediği Uluslararası Edebiyat Festivali… ??? Bütün bu etkinlikler, büyük ölçüde yerel yönetimlerin destekleri ile gerçekleşebiliyor ki bu, olmazsa olmaz bir kural. Yeter ki kamu yöneticileri sanatın özgünlüğüne, özgürlüğüne ve özerkliğine yeterli saygıyı göstersinler. Bizim yöneticilerimizin Batı dünyasında tartışmasız kabul gören bu anlayışa yavaş yavaş da olsa yaklaştığını görmek sevindirici. Tabii, henüz Batı’da, örneğin Slovenya’da yaşadığımız deneyimlerin uzağındayız. Orada, kamu yöneticileri bir sanat etkinliğinde açılış konuşmalarını yapıp salonu terk etmezler; oturup konuşmacıları dinlemek gibi garip bir alışkanlıkları vardır! Oysa bizimkilerin açılışa katılmaları bile bir nimettir (Örneğin, Afyon’daki yöneticiler böyle bir çaba göstermek ihtiyacını bile hissetmezler). Ama önemli olan, bu etkinliklerin gene de yapılabiliyor olması... Afyon’da Hüseyin Başkadem’in inatçılığı sayesinde her yıl yüzlerce çocuk, farklı sanat dallarından sanatçıları karşısında buluyor. Az şey mi?.. Adana’da Özgür Pencere Sanat ve Edebiyat Derneği’nin başını çektiği girişim de benzer bir iyi niyetle yola çıkmış. Gerek yerel düzeyde gerekse ulusal düzeyde tüm edebiyat örgütlerini yan yana getirmek için çaba harcamışlar. Fakat çeşitli nedenlerle bu birliktelikte yer almayanlar var. Mutlak kendilerince nedenleri vardır. Ama girişimcilere ve yerel yönetime destek vererek gelecekte bu festivalin daha da iyi bir çizgiye gelmesi için çaba harcamak doğru olmaz mıydı? Ben kendi payıma, farklı görüşlerin yan yana gelmesinden büyük yarar umuyorum (Nitekim Adana’da sağ kesimin yazar örgütleri ile ortak paydalarımızın hiç de az olmadığını gördük). Görüşlerimizin pek çok noktada, örneğin özerklik noktasında kesiştiğini gördük. Birbirimizi daha iyi tanımaya ve empati geliştirmeye mecburuz. Keşke kamuda görev yapan herkes bu empati ihtiyacını hissetse. Örneğin, bir tiyatro binasını yıkıp yeniden yapma kararını vermeden önce, oturup sanatçılarla konuşmayı seçseler (bakışlarının pek çok noktada kesiştiğini görebilmek için)… İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçılarının dün gerçekleştirdikleri eylemde okudukları bildiriden bir bölümle noktalamak istiyorum: “İstanbul Şehir Tiyatrosu, İstanbul Şehremaneti’nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne evrilen tarih kesitinin en önemli kültürel varlığıdır. 1870 imtiyazı ile inşa edilen, 1970 yılında yanan ya da yakılan Tepebaşı Tiyatrosu’nun yadigârı saydığımız tek tiyatro binası, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Şehir Tiyatrosu tarihinin yaşayan simgesi, tiyatromuzun kalbidir… 93 yıla uzanan nitelikli sanat serüvenini, ‘özerk’ bir tiyatro kurumu olarak ve dünyadaki benzerleri gibi yasal güvenceye kavuşarak sürdürmelidir. Türkiye tiyatro tarihinin büyük belleğini oluşturan Şehir Tiyatrosu’nun, dünya sahnesinde söz sahibi olmasının yolu, özerk statü ile teminat altına alınmış sanatsal yaratım süreçlerinin önünü açmaktan geçecektir.” [email protected] Şenlik ateşi bacayı sararken... SUNGU ÇAPAN ayatımızdan 26. kez geçmekte olan, biH zim için nicedir baharla özdeşleşmiş Uluslararası İstanbul Film Festivali’ni bu yıl adı gibi dingin, duru, yalın ve ağır ama Altın Aslan ödüllü bir Çin filmiyle açtık: ‘Durgun Yaşam’. 2006 Venedik Festivali’nde Altın Aslan’ı kazanmış film olarak öncelikle ilgimizi çeken Durgun Yaşam, geçmiş yıllarda gösterilmiş ‘Bilinmeyen Zevkler’ (2002) ve ‘Yalan Dünya’ (2004) adlı filmleriyle sıkı festivalcilerce zaten mimlenmiş olan, 1970 doğumlu Çinli yönetmen Jia Zhangke’nin yazıp yönettiği son filmi. Bizim Güneydoğu’daki Halfeti’de yaşanan, Hasankeyf’te de beklenen durumun benzeri, ülkesi için çok şey ifade eden Sarı Irmak yöresinde yapılan büyük bir barajın sular altında bıraktığı, modern çağa uygun, yeni bir mimari yapılaşma için büyük bir yıkım faaliyetinin de sürdürüldüğü bir kasabaya gelen, harcanmış hayatlarını artık değiştirmeye kararlı iki sıradan, yitik insanın bungun öyküsünü üst üste, yan yana (ya da peş peşe) anlatan Durgun Yaşam’da, günümüzün Çin’inde yaşayan sıradan insanların sıradan hayatlarına odaklanan yönetmen Zhangke, sıradan sayılacak bir konudan ağır, hüzünlü, duyarlı ve etkileyici, sıkı bir film çıkarmış. Neredeyse hayatla birebir örtüşen gerçekçi atmosferi, pes perdeden usul usul akan minimalist anlatımı ve giderek modernleşmenin tüm yeşilini, doğal yapısını, dokusunu bozacağı ünlü Sarı Irmak yöresini, nefis panoramik görüntülerle gözümüze sokan görselliğiyle meraklısını içine alan bu Çin filmi, aksiyon bağımlısı seyircinin zaman zaman içini baydıran plan sekanslardan oluşan durağan temposuna karşın, ilginç bir seyirlikti. Biri 16 yıldır ayrı düştüğü karısıyla kızını bulmak, öteki de iki yıldır görmediği kocasından boşanıp yeni bir hayata yelken açmak isteyen, emekçi sınıfından bir maden işçisiyle hayatında yeni bir sayfa çevirmeye kararlı bir hemşirenin hikâyelerini ayrı ayrı aktaran Zhangke, en alt kesimden insanların sorunlarına ve seçimlerine ilişkin sağlam içeriğinin yanı sıra özellikle zevkli çerçevelemeleri, başarılı görselliği ve temposuz temposuyla öne çıkan hüzünlü, simgesel ve minimal bir epik ko tarmış. Eski ve yeni dünyanın temsilcisi kanlı canlı karakterleriyle akılda kalan, her şeye rağmen hayattan yana bu Durgun Yaşam, iyi yazılmış, çekilmiş ve oynanmış bir (büyük sinema değilse de) iyi sinema eseri, esaslı bir filmdi sonuçta. Hem felç geçirmesine neden olduğu yaşlı, yatalak babasına bakan hem kapıcılık yaparak çalışan hem de okulunu bitirip diplomasını alan, bütün gün başkalarının ondan beklediklerini yerine getirerek ha bire koşuşturan, sonunda kendi isteklerini de önemsemeyi akıl eden, sürekli ona daha iyi bir hayat sağlayacak, iyi bir işin peşindeki bir yoksul çocuğu Jorge’nin (Quim Gutierrez) bireysel ve cinsel arayışlarını eksen alan ve bir ‘ilk film’in tüm coşkusunu içeren, ayrıca adıyla da ilgi çeken ‘KoyuLaciSiyaha Yakın’, kısa filmden yetişen, Bunuel mirasından da nasibini almışa benzeyen, 37 yaşındaki peşine takılmaya değer yeni bir İspanyol yönetmeni keşfettirdi bize: Daniel Sanchez Arevalo. Arevalo’nun genelde bir gencin hayatta başına KoyuLaciSiyaha Yakın Pingpong gelebilecek belli başlı tüm sorunlara değindiği söylenebilecek (bu arada babaoğul ilişkisinin iki farklı örneğini içeren) senaryosunu da yazıp yönettiği KoyuLaciSiyah, kaderlerine karşı ha bire koşuşturarak mücadele eden karakterlerinin ruh hallerine kamera tutarak gelenek göreneklerin, töre ve ahlakın sürgit kıskacındaki aile kurumuna trajikomik bakan, Akdenizli bir aklınyüreğin ürünü. Jorge’ye sen babanla, ağabeyinle ve kendinle sorunlusun diyen, akıllı komşu kızı, kimyacı çocukluk aşkıyla yollarını ayırıp hapisteki kısır ağabeyinin isteği üzerine, onun gebe bırakma işini üstlendiği sevgilisine sonunda abayı yakan ve laci’lerini çekerek iyi bir işe girmeyi sağlayan, artık geleceğe güvenli bakan genç kahramanımızın melodrama göz kırpan öyküsünü çizginin altına hiç düşmeksizin ve dramdan komediye çeşitli türleri harmanlayarak, gerçeküstücü tonlamalarla anlatan yönetmen Arevalo’nun genç usta nitelemesini gerçekten hak ettiği KoyuLaciSiyah’ı seyretmekten cümbür cemaat hoşnut kaldık sonuçta.Tüm oyuncu kadrosundan da. Özellikle iki kardeşi (Jorge’yle Antonio’yu) canlandıran Quim Gutierrez’le Hector Colome adlı oyunculardan. ingpong Bu kez Alman gözüyle kutsal (yoksa kokuşmuş mu demeli?) aileye bakış. Babasının intiharından sonra otostop çekerek reklamcı dayısının görünürde her bakımdan mükemmel ama iletişimsizliğin had safhaya vardığı, soğuk ve ruhsuz ama havuzlu, bahçeli, pingpong masalı ve dayalı döşeli, mis gibi kır evine birkaç günlüğüne postu seren delikanlı Paul (Sebastian Urzendowsky), köpeğine Schuman adını takmış, bencil yengesiyle (Marion Mitterhammer) Alban Berg’in piyano sonatlarına çalışan, ana baba kurbanı, genç alkolik, piyanist kuzeni (Clemens Berg) arasında pingpong topu gibi gidip geliyor, İspanya’ya iş gezisine yollanan dayı beyin yokluğunda. Bir sayfiye cennetinde ensestin de vurgulandığı, yalanın dolanın hükmettiği, bütünüyle sağlıksız ve sığ, aile içi cehennemi ilişkiler olarak da özetlenebilecek Pingpong, anlatı ekseni sağlam, eleştirisi keskin, adrese teslim göndermeleri ve çağrışımlarıyla etkileyici olan, çağdaş Alman toplumundan seçmece karakterleri önümüze süren, kuzeye özgü bir dram. Matthias Luthardt adında, 35 yaşındaki genç bir Alman yönetmeninin kesinlikle bir ‘ilk film’den beklenmeyecek kadar olgun, derli toplu, hatta sarsıcı nitelikteki bu keskin eseri bize azıcık Pasolini’nin Milanolu bir yüksek burjuva ailesinden gelip geçen ve delen ziyaretçi Terence Stamp’lı o unutulmaz Teorema’sını hatırlatsa da bundan böyle yönetmen Luthardt adına dikkat etmemizi gerektiren, kuzeye özgü, şamar gibi bir film etkisi yaptı doğrusu. Ama Schuman’ın ölümüyle de filmden biraz koptuğumu, hatta intikamcı yeniyetme kahramanımızdan tiksindiğimi de itiraf edeyim. antör 20 yıldır şarkılarıyla diskolarda, balolarda dans ettirdiği dinleyicilerini hep hoşnut etmeyi ilke edinmiş, mesleğinde pişmiş ve yolun sonuna yalnız geldiğini fark etmiş yaşlı sahne emekçisi Clermont Ferrandlı yerel şantör Alain’le (Gerard Depardieu) duygusal bakımdan sorunlu, soğuk sarışın emlakçi Marion’un (Cecile de France) dokunaklı aşk hikâyesi Şantör, parlak açılışını sürdüremeyip epeyce sarkarak süren ve etkisini büyük ölçüde Depardieu’nun son dönemdeki en sıradışı performansından alan, Fransız yapımı bir karakter filmiydi. Yönetmen senarist Xavier Giannoli’nin, 1960 70’li yıllardan kulağa tanıdık gelen eski popüler şarkıların nostaljisiyle de çekici kıldığı Şantör, en azından bunca yıldır bizim kuşağın seçkin oyuncusu olagelmiş Depardieu’nun acıklı dinozor şarkıcı rolünde nasıl döktürdüğünü izlemek adına seyre değerdi. P Ş CUMHURİYET 16 K KoyuLaciSiyaha Yakın
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle