23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
26 MART 2007 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA EKONOMİ ekonomi?cumhuriyet.com.tr Maliye Bakanlığı’nın araştırmasına göre 17 milyon konutun 3 milyon 770 binini kiralık konutlar oluşturuyor 13 ANKARA PAZARI YAKUP KEPENEK Türkiye’de kira çok ama vergi yok ? Her 10 konuttan 2’si için kira vergisi ödeniyor. Ev sahiplerindeki vergi kaçağı da yüksek seviyelerde. ANKARA (AA) Maliye Bakanlığı’na göre, Türkiye’de her 10 konuttan sadece 2’si için kira vergisi ödeniyor. İstanbul’da yaklaşık 3.5 milyon konut bulunuyor. Bunların 905 binini kiralık konutlar meydana getiriyor. Gelir vergisi ödenenlerin sayısı ise 375 bini aşmıyor. Gelir Politikaları Genel Müdürlüğü, gayrimenkul sermaye iratları konusunda bir araştırma yaptı. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2005 verileri ile iskân ruhsatları ve TEDAŞ’ın elektrik fatura bilgilerinden yararlanılarak gerçekleştirilen çalışmada, Türkiye’de 17 milyon konut bulunduğu belirlendi. Araştırmaya göre, hane halkının yüzde 68’i kendi evinde, yüzde 24’ü kirada, yüzde 2’si lojmanda oturuyor. Yüzde 5’lik kesim ise kendi evinde ikamet etmiyor, ancak kira da ödemiyor. 17 milyon konutun 3 milyon 770 binini kiralık konutlar oluşturuyor. Maliye Bakanlığı’nın “kiralanmaya hazır konutlar’’ olarak tanımladığı bu konutlar için kira beyannamesi sayısı ise 857 binde kalıyor. Ev sahiplerindeki vergi kaçağının da yüksek seviyelerde seyrettiği ortaya çıkıyor. AB..C… Avrupa Birliği’nin temeli olan Roma Anlaşması 50 yıl önce bugün imzalanmıştı. Anlaşma, insanlığın yaşadığı Avrupa kaynaklı savaş yıkımlarından kurtulma bilincinin bir sonucuydu. AB altı ülke tarafından, 1957’de bir “gümrük birliği” olarak kuruldu. İzleyen yıllarda sürekli olarak niteliksel evrim geçirdi, 1970’lerde ekonomik birlik, 1980’lerde siyasal birlik, 1999’dan sonra parasal birlik oluşturuldu. Kapitalizmin doğum yeri İngiltere, üye olmak için başvurusundan sonra 12 yıl beklemek zorunda kaldı; İspanya ve Portekiz faşist diktatörlüklerden kurtulduktan, Yunanistan ise darbe yapan askerlerini yargılayıp demokrasiye geçtikten sonra AB’ye üye olabildiler. AB kurumsal yapısını güçlendirmek ve siyasal birliğini tamamlamak amacıyla 2005’te hazırlanan anayasal anlaşmanın Fransa ve Danimarka’da halkoyu ile reddedilmesinden sonra, şimdilerde bir “kimlik bunalımı” yaşıyor. AB olgusunun Türkiye açısından değerlendirilmesi gerekiyor. Türkiye AB’ye kuruluşundan iki yıl sonra 1959’da başvurdu. Bu başvuru doğaldı. Çünkü o yıllarda Türkiye’nin Avrupalı kimliği yadsınmıyordu; örneğin Avrupa Konseyi’nin “kurucu” üyesiydi. Türkiye’nin belli bir süre sonra, üç aşamalı bir programın uygulanmasıyla AB’nin tam üyesi olacağı, daha 1963 Ankara Anlaşması’yla saptanmıştı. Bugün ise ABTürkiye ilişkileri tam bir belirsizlik içindedir. Bunun nedeni, geçen on yıllarda iki tarafın yaşadığı gelişmelerdir. Türkiye, iki önemli alanda çağı yakalayamadı; ekonomisini iyi yönetemedi ve demokrasisini güçlendiremedi. O yıllarda kişi başına geliri Türkiye’nin kişi başına gelirine eşit, hatta altında olan pek çok ülke, özellikle Güney Avrupa ülkeleri, bu açıdan ülkemizi üçedörde katlıyor. Demokraside de büyük dalgalanmalar yaşandı. Ankara Anlaşması’ndan sonra Türkiye, 12 Mart (1971) ve özellikle de 12 Eylül (1980) sonrasında, 1960’larda sahip olduğu “demokrasi ortamından ve demokratikleşme sürecinden” hızla uzaklaştı. Düşünce ve anlatım özgürlüğü, üniversite özerkliği, sendikal ve sosyal haklar ve siyasi parti yapıları gibi konularda da demokratik süreçlerin ülkemizde tüm boyutlarıyla işlediği söylenemez. Bir toplumu ayakta tutan birincil değer bağımsız yargıdır. Bugün ülkemizde yargı bağımsızlığından söz edilemiyor. Toplumda adaletin egemen kılınması, hak ve özgürlüklerin tanınması ve güvence altına alınması, bu ülke insanının en doğal hakkıdır. Bunu sağlayacak olan, ülkeyi yöneten siyasetçilerdir. Türkiye’nin bu “demokrasi açığı”, aslında, ülkeye, ekonomideki “cari açıktan” çok daha fazla zarar veriyor. Ancak son yılllardaki demokratikleşme istemlerinin AB kaynaklı olması ya da öyle algılanması, toplumsal yanılgılara da yol açıyor. Demokratikleşmenin, kimi toplum kesimlerinde “ülkenin bölünmesine”, kimi kesimlerde de “şeriat düzenine” yol açacağı “korkularını” yarattığı görülüyor. Türkiye’nin üstesinden gelmesi gereken temel ikilem budur. Bu iki korkudan kurtulmuş bir demokratikleşme sürecinin önünün açılması gerekiyor. Türkiye siyaseti, bu açmazı çözecek yapısal dönüşüm öncülüğünü bir türlü oluşturamıyor; tersine, tutuculuğun tutsağı oluyor. Geçen genel seçimler sırasında, AKP’nin Türkiye’yi AB üyeliğine taşıyacağı kanısı yayıldı. Ancak AKP’nin kendisini “ılımlı İslamcı” olarak tanımlaması, AB bağlamında önemli bir çelişki yaratıyor. AKP, niteliği gereği, “laikliği esas alan” bir demokratikleşmenin öncülüğünü yapamaz, yapamıyor. ??? Özellikle parasal birliği sağladıktan sonra AB’nin dağılması söz konusu değildir. Bugün açıklanacak olan Berlin Bildirgesi, büyük bir olasılıkla, küresel ısınmadan enerji güvenliğine, demokratik yönetimden dünya barışını sağlayacak dengelere dek pek çok konuda geleceğin yolunu çizecektir. Türkiye, öncelikle kendi insanı için demokratikleşmesini ve demokratik kurumlarını oluşturmasını çok daha ileri noktalara taşımalıdır. Bu, Türkiye sağcılarının işi değildir. Bunu üstlenmesi gereken, bu ülkenin ilericileri, demokratları ve solcularıdır. Avrupa’da da yalnızca “Sosyal Avrupa” için uğraş veren kesimler, Türkiye’yi Avrupa’ya “eşit olarak” görmek istiyor. Her iki tarafın yaşadığı bugünkü kısırlıklar, güncel ve geçicidir. Gelecek, her iki tarafta da, özgürlüğün, eşitliğin, adaletin ve barışın olacaktır. İşin abc’si böyle bir oluşuma katkı yapmaktır. İLLERİN GELİR FARKI DERİNLEŞİYOR İMKB 5 YILDA HIZLI BÜYÜDÜ İstanbul’un satınalma gücü paritesiyle gayri safi yurtiçi hasılası (SGPGSYH) 2007 yılında 153.3, Ankara’nınki 55, İzmir’inki 54.4 milyar dolar olacak. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, toplam ekonomik büyüklükte 3 büyük ili 2007 yılında, SGPGSYH olarak 32.7 milyar dolarla Kocaeli, 29.9 milyar dolarla Bursa, 20.7 milyar dolarla Adana, 19.5 milyar dolarla Manisa, 19.2 milyar dolarla Antalya, 19.2 milyar dolarla Mersin, 14.8 milyar dolarla Konya izleyecek. Türkiye ortalamasının 9 bin 662 dolar olduğu listede, ortalamanın üzerinde bulunan 26 il varken, 55 ilin geliri Türkiye ortalamasının altında kalacak. Kocaeli’nin birinci olduğu kişi başına yurtiçi gelirde, sonuncu sırada 1851 dolarla Hakkâri bulunacak. Buna göre Kocaeli ile Hakkâri arasındaki fark 12.7’ye kadar çıkacak. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB); işlem gören şirketlerin değeri açısından, 1995 yılından bu yana yakaladığı yüzde 731’lik artışla, değeri en fazla artan 5’inci borsa oldu. 1995 yılında 20.8 milyar dolar olan İMKB’de işlem gören şirketlerin değeri, bu yılın ocak ayı sonunda 173 milyar dolara çıktı. 19952007 döneminde işlem gören şirketlerin değerinin en fazla arttığı borsa bu dönemde AB üyesi olan Polonya, en fazla değer artışı yakalayan 2. ülke Yunanistan, 3. ülke Çin, 4. ülke ise İspanya oldu. Bu arada, Türkiye borsası yakaladığı bu büyüme ile 16’ncı büyük borsa konumuna geldi. İMKB şirketleri son 12 yılda piyasa değeri açısından Şili, İsrail, İrlanda, Tayland, Endonezya, Lüksemburg, Filipinler ve Arjantin borsalarını geride bıraktı. erginy@tr.net http://erginyildizoglu.blogspot.com DÜNYA EKONOMİSİNE BAKIŞ / ERGİN YILDIZOĞLU LONDRA Avrupa Birliği, hafta sonunda, kuruluşunun 50. yılını kutladı. Türkiye’nin davet edilmediği kutlamalar vesilesiyle yoğunlaşan tartışmalarda yorumcular Birlik sürecinin kritik bir noktada olduğunda anlaşıyorlardı. İtalyan Başbakanı ve AB Komisyonu eski başkanı Romano Prodi’ye göre, Fransızların ve Hollandalıların anayasaya “hayır” demeleri “derin bir belirsizlik yaratmış… böylece, “birlik sürecinin geri dönülemez noktaya henüz ulaşamadığını göstermişti, Avrupa projesi hâlâ çökebilirdi” (The Independent, 24/03). Eski Almanya Dışişleri Bakanı Joska Ficher’e göre “AB otomatik pilota bağlanmış, süreç tıkanmıştı, derin bir kriz içindeydi” (The International Herald Tribune, 23/03). Felsefeci BernadHenri Levy’de “Evet, Avrupa kesinlikle kendine güvenini yitirmiştir… Şimdi biz (Fransızları kastediyorE.Y.) bu projenin geleceği olduğundan ya da ne olduğundan emin değiliz” (Der Spiegel, 23/04). 50. yıl deklarasyonu hazırlanırken ortaya çıkan sorunlar ve imzalanış biçimi de bu yorumları destekliyor. Kimi ülkeler deklarasyonda, anayasa sorununu öne çıkarmak isterken, kimileri birliğin Hıristiyan özelliğine vurgu yapmak istemişler. Kimileri de Avro’nun vurgulanmasını istemiş. Sonuçta ortaya ruhsuz bir metin çıktı. Birliğin kurumsal reformlarını (siz anayasa diye okuyunuz) 2009 yılına kadar tamamlamayı öngören metnin, tüm üye ülkelerin değil de yalnızca dönem Başkanı Merkel, Komisyon Başkanları ve Parlamento başkanı tarafından imzalanması da “krizin” bir başka kanıtıydı. Bu arada, neocon eğilimli Wall Street Journal’daki bir yazının son satırındaki bir temenniden başka hiçbir yerde, bir gün Türkiye’nin de Birliğe üyeliğine ilişkin olumlu bir yoruma rastlamadığımı da eklemek isterim. The Times (Londra) gazetesi de deklarasyonun, Birliğin genişleme sürecine, dolayısıyla Türkiye’nin üyeliği konusuna hiç değinmemesine dikkat çekiyordu (23/03). Bir 50 Yıldan Öbürüne, AB Projesi venlik Çalışmaları Enstitüsü’nün (ISS), 2025’te Avrupa’yı Nasıl Bir Dünya Bekliyor (Paris 2006) ve Avrupa Reformu Merkezi’nin (CER) Bölünmüş Dünya, 2020’de üstünlük (Mart 2007) raporlarının gösterdiği gibi, AB liderliği, çoktan ABD hegemonyasının “Zaman” farklı… AB sürecinde, gerçekten de, bir “yol ayrımında”. Özgüven yokluğu, kriz, belirsizlik hep bunun belirtileri. Süreç çok özel koşullarda başlamıştı. İlk amaç, Almanya ve Fransa ekonomilerini (egemen sınıflarını) bir daha savaşa yol açmayacak bir biçimde birbirine kilitlemekti. Büyük oligopolleri bir araya getiren DemirKömür Birliği bunun ilk adımıydı. İkincisi, süreç ABD hegemonyası ve Doğu Bloku’na karşı, onun koruması altında gelişti. Birlik başlarken, Avrupa halkları bir önceki 50 yılın, savaşlar, devrimler, faşizm, soykırım, etnik temizlikler gibi olaylarının “travmasının” izlerini taşıyordu. Soğuk Savaş bittikten sonra, “zaman” hızla değişmeye başladı. Avrupa güçlü bir ekonomik blok olma yolundaydı. Pazar günü The Times’taki yazısında, bu bloklaşmaya destek veren Putin’in aksine, Wall Street Journal, adeta nefretle, “Birlik süreci Avrupalıların başını döndürdüğünü, Brüksel’de birilerinin ‘yumuşak güç’ ütopyası kurabileceklerini… özellikle Fransa, Avrupa’nın ABD’nin süper gücünü dengeleyebileceğini hayal etmeye başladıklarını” vurguladığı gibi (24/02), ABD artık süreci bir tehdit olarak görüyordu. Gerçekten de, Avrupa Birliği Gü tehdit oluşturması düşüncesiyle kendi çokkültürlü yapılanması arasına mesafe koymaya çalışıyordu. Halbuki, bu sırada, AB nüfusunun psikolojisi değişmiş, yüzyılın ilk yarısı anlamını yitirmişti, “genişleme sürecinde”, AB toprağındaki Müslümanlar da korku uyandırıyordu. Diğer taraftan, AB süreci ve Avro, belki büyük sermaye için büyük avantalar getirmişi ama, AB halkı, serbest piyasadan, refah devletinin aşınmasından zarar gördüğünü düşünüyor, yaklaşık yüzde 50’si eski paralarına dönmek istiyordu (The independent). Hegemonya, meşruiyet sorunu ve birlik sona ermeye başladığına karar vermiş, kendi yerini oluşturmaya çalışıyor. Örneğin, yükselmeye başlayan güçlerle, özellikle Rusya ile ABD denetimi dışında ilişkiler geliştiriyordu. Almanya ve Fransa, ABD’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze kalkanı kurmasına karşı çıkıyorlardı. Dahası, hafta sonunda Alman Şansölyesi Merkel de, bağımsız bir Avrupa ordusunun gereğini vurguluyordu (Bild Zeitung, 23/03). Diğer taraftan AB/Brüksel, neoconların “çağın en önemli sorunu”, “Batı uygarlığına yönelik en büyük tehdit” olarak sundukları, Bernard Lewis’in mart başında American Enterprise Institute’de, insanın tüylerini ürperten bir önyargıyla hatta nefretle dolu konuşmasında vurguladığı, “İslamcılığın yükselişi”, Batı’ya yönelik büyük bir Daha önceki yazılarımızda (19/04/2005; 01/06/05; 06/06/05) vurguladığımız gibi neoliberal AB projesinin mimarı ve sürücüsü, transAvrupa (AB mekânında oluşan) sermaye blokunun, AB halklarıyla (yerel, sermaye gruplarının, çifçilerin, işçilerin, küçük işletme sahiplerinin) ciddi sorunları var. Bugüne kadar sürece “pasif onay” veren (Financial Times) bu kesimlerin tutumu değişti: Artık neoliberalizme, genişleme sürecine, Brüksel bürokrasisine (karşısında kendilerini tümden iktidarsız hissettikleri ve tümüyle Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası’nın etkisindekiyönetim merkezine) tepki gösteriyorlar. Bu tepki de giderek ulusal devletin, yerel ekonominin, sektörlerin çıkarlarının savunulması talebi, yabancı düşmanlığı olarak şekilleniyor. Diğer bir deyişle karsımızda Avrupa projesi açısından “vahim” bir hegemonya/meşruiyet krizi var. Anayasa krizinin aşılabilmesi, “Avrupa’nın özgüvenini kazanması”, AB sürecinin ilerleyebilmesi için, işte bu krizin aşılması gerekiyor. Bunun önünde,her şeyden önce, “zamanın değişmesinden”, kaynaklanan bir engel var. AB halkları birlik sürecini, bir önceki kuşaktan farklı biçimde anlamlandırıyorlar: “Benim somut çıkarım ne?” diye soruyorlar her aşamada. İkincisi, AB sürecini yöneten transAvrupa fraksiyonunun, AB halkının yaşam koşullarını iyileştirmeyi başaramayan projesi, daha önce de vurgulamıştık, sert havalara uygun değil. Dünya ekonomisinde rekabet yoğunlaştıkça, hem küresel çapta (20 Mart tarihli, Oxfam raporunun örneklediği gibi Dünya Ticaret Örgütü’nün yerini ikili anlaşmalar alıyor) hem de Avrupa ülkeleri arasında, ekonomik ulusalcılık güçleniyor. Birlik süreci ulusal politikacıların ‘günah keçisine’ dönüşüyor (Financial Times 22/03). Bu nedenlerle, artık sürecin yükünün giderek ulus devletlerin hükümetlerine devredilmesi eğilimi güçleniyor, Merkel önümüzdeki dönemde parlamentoda oyların nüfusa oranla dağılması kuralını yerleştirmek istiyor (bu da Türkiye’nin üyeliğinin önünün kapandığını gösteriyor). AB, henüz bir resesyon yaşamadı. Resesyonun (bir de olası bir dolar kriziyle aşırı değerlenmiş Avro düşünün), etkileri, işsizlik, iflaslar, ülke bütçelerine (özellikle İtalya’yı düşünerek) gelecek ek yükler karşısında birlik süreci nasıl etkilenecek? Nihayet, AB’nin çok kutuplu döneme uyum sağlamaya çalışırken, bir ABDRusya kutuplaşmasının, ABD’nin Irana yönelik bir saldırısının Avrupa’daki Müslüman nüfusta yaratacağı etkilere ne tepki göstereceği de belirsiz. AB’nin ikinci 50 yıla “kriz içinde” giriyor olması doğal değil mi? yakupkepenek06@hotmail.com CHP: Şoförlerin önü kesiliyor CAN HACIOĞLU ESKİŞEHİR CHP Genel Başkan Yardımcısı Cevdet Selvi, ‘’Hükümetin amacı, taşımacılığı birkaç ilde toplayıp yabancı şirketlere veya bunlara ortak olanlara vermektir’’ dedi. CHP’li Selvi, CHP Eskişehir milletvekilleri Vedat Yücesan ve Mehmet Ali Arıkan ile Eskişehir Taşıyıcılar Kooperatifi’ni ziyaret etti. Selvi, hükümetin diğer sektörlerde olduğu gibi taşımacılık sektörünü de tekelleştirmeye çalıştığını vurguladı. Filistin İsrail’e banka açma peşinde KUDÜS (AA) Filistin Yönetimi’ndeki önemli mali kurumlardan biri olan El Refah Mikrofinans Bank, İsrailli bankalarla işbirliğine gitmek ve İsrail’de şube açmak istiyor. Yedioth Ahronot gazetesinin haberine göre, bankanın hissedarları, geçen günlerde avukat Eitan Liraz’ı, İsrail temsilcisi olarak atadı. CUMHURİYET 13 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle