27 Aralık 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 24 ARALIK 2007 PAZARTESİ 4 HABERLER Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nı değiştiren tasarı, sağlık sistemini felç ediyor 2000’Lİ YILLARDA ERDAL ATABEK Parası olan hizmet alacak MURAT KIŞLALI Savaş Dinçel... Müjdat Gezen’le tanımıştım onu, MSM’de. İletişim dersi verdiğim zamanlardı. Zevkli öğretmenlik günleri. Hep düşünceliydi Savaş. Hep bir şeyler düşünüyor gibiydi. Sonra anladım, hep bir şeyler düşünüyordu. “Neyi düşünüyordu” diye sorarsanız, “her şeyi düşünüyordu” derim. Dünyanın derdini omuzlarında duyan insanlardandı. Aramızda yaşayanların içinde de var öyle insanlar. Her şeyi birden düşünenler. Her şeyi kendine dert edinenler. Az konuşup çok düşünenler. Var hâlâ öyle insanlar. Dünyadan alacaklı insanlardandı Savaş Dinçel. Severim öyle insanları. Çoğu borçludur insanların. Dünyaya borçludur, yaşama borçludur, havaya, suya borçludur. Kimileri de hep aldıklarından çok verir. Öyleleri alacaklı kalmayı sever. Gizli bir gururdur böylesi, kibir değil ama gurur. Severim yaşamdan alacağı olanları. Üstü kalsın diyenleri. Oyuncuları da severim. Yaşamları oynarlar, kişileri oynarlar, rol yaparlar, oymuş gibi yaparlar. Belki de “o”durlar, belki de bin bir yaşamları vardır, kim bilir? Sanatın her alanı başka yaşamlar, başka insanlar değil midir? Viyolonsel çalan kim bilir kimdir ki biz bilemeyiz. O resmi yapan ressam acaba gördüğümüz kişi midir? Oyuncular, yazarlar, şairler, müzisyenler, mimarlar, dansçılar, çizerler. Kaç yaşamları vardır? Kaç kişidirler? Hangileridirler? Bilemeyiz. Aliye Uzunatağan “ilkeli yaşadı” diyordu. Yakın arkadaşıdır. Müjdat Gezen ile bir bütünün yarıları gibiydiler. Müjdat için çok zor olacak, biliyorum. “İlkeli yaşamak.” Dürüstçe. Dik bir duruşla. Yaşamı göğüsleyerek. Bildiğini söylemek. İnandığını yapmak. Cesaretle yaşamak. Sahneyse sahne. Hapisse hapis. Neşeyse neşe. Acıysa acı. Dik durmak yaşamın içinde. Eğilip bükülmeden. Zorbalığın önünde eğilmeden. Yıllar önce, “Yaşam bir yükleme testidir” demiştim. Doğru çıkıyor. Ölmek mi? Ölmek nedir peki? Ölmek, yaşarken kendini inkâr etmektir. Ölüm odur. Ne kadar soluk alıp veren ölü var, görmekle bitmez. Ya soluk almadan yaşayanlar? İşte, onlardan olmak güzel. Yaşamın alacaklıları. “Üstü kalsın” diyenler. “Gerisi sizin olsun” diyenler. Cemal Süreya’nın sözüdür. Yaşayan bir ustanın. Bir şairin sözü. Savaş Dinçel yaşayanlardandır. Yaptıklarıyla değil, yaşamıyla yaşayacak olanlardan. Güzelliği doğruluğunda olanlardan. Şöyle bir bakın çevrenize. Dizeleriyle yaşayanlara. Sesleriyle yaşayanlara. Hâlâ yaşayanlara. Daha da yaşayacak olanlara. Hepsine bakın. Ve eğer onlar için konuşacaksanız, “yaşamın anlamı”nı anlatın dinleyenlere. Çocuklara, gençlere, arkadan gelenlere. “Yaşamın anlamı işte budur” deyin. Yaşamın anlamı işte budur... email:erdalatak@gmail.com erdalatak@superonline.com www.erdalatabek.com ANKARA Hükümetin Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nı değiştirmek üzere Meclis’e gönderdiği yeni tasarı ile kamuoyunda “bıçak parası” olarak bilinen açıktan alınan masraflar “ilave ücret” adı altında meşrulaştırılıyor. Önceden sadece ayakta tedavi göreceklerden alınacak olan katılım payları, yatan hastaları da kapsayacak şekilde genişletiliyor. Tasarıya göre prim borcu olanlar hastanelere kabul edilmeyecek. Türk Tabipleri Birliği, kamuoyunda Sosyal Güvenlik Reformu olarak bilinen “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası’nda yapılan değişikliklerin sağlık hakkına etkileri”ni Meclis’teki son tasarıyı da dikkate alarak hazırladığı bir raporla şöyle değerlendirdi: ? Türk Tabipleri Birliği tarafından hazırlanan raporda AKP hükümetinin sosyal güvenlik reformu adı altında gerçekleştirmeyi planladığı değişikliklerle, kamuoyunda büyük şikâyetlere neden olan “bıçak parası”nın, özel sağlık kurumlarında “ilave ücret” adı altında yasal hale getirildiği belirtildi. Önceden yasada açıkça yasaklanırken tasarı ile özel sağlık hizmeti sunucularının genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerden “ilave ücret” alması serbest bırakılıyor. Tasarıda buna yüzde 20’lik bir tavan konulmasına karşın bu tavan da “standartların üstündeki talepleri karşılayan otelcilik hizmetleri ile hayati öneme sahip olmama ve alternatif tedavilerin bulunması gibi hususlar göz önüne alınarak” belirlenen hizmet fiyatlarının 3 katına çıkarılıyor. Böylece tasarı ile kamuoyunda büyük şikâyetlere neden olan “bıçak parası”, özel sağlık kurumlarında “ilave ücret” adı altında yasal hale getiriliyor. Yasada ve son tasarıda yapılan değişiklikte yoksulluk tanımı “aylık geliri net asgari ücretin üçte birinden az olan kişiler” olarak belirleniyor. Aylık geliri bugün itibarıyla 139.6 YTL ’nin üzerinde olan kişiler yoksul sayılmayacakları için her ay 73 ile 475 YTL arasında genel sağlık sigortası primi ödeyecek. Bu düzenlemelerle toplumun yoksul kesimleri genel sağlık sigortası kapsamı dışında bırakılarak hak kaybına uğratılıyor. Tasarı ile önceden sadece ayakta tedavi görenlerden alınan katılım payları yatarak tedavi hizmetlerini kapsayacak şekilde genişletiliyor. Yasada katılım payı ayakta tedavide 2 YTL olarak belirlenmesine karşın, tasarı ile Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) bu miktarı ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmet sunucularında yapılan muayenelerde beş katına kadar arttırma yetkisi veriliyor. landırmaya” ve sağlık hizmeti bedellerini “her sınıf için tek tek veya gruplandırarak belirlemeye” yetkili kılınıyor. Böylece farklı kalitedeki hizmetin farklı fiyatlandırılmasına olanak tanınıyor. Yardımlar tırpanlanıyor Yasada günlük kazancın üçte ikisi olarak tanımlanan iş kazası, meslek hastalığı, hastalık ve doğum halinde verilecek iş göremezlik ödeneği tasarı ile yatarak tedavilerde günlük kazancın yarısına indiriliyor. Tasarı ile halen emekli maaşı alan ve sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı olan BağKur emeklilerinin 10 yıl süreyle sağlık sigortası primi ödememiş olanlarından, 10 yıl süreyle aylıklarının yüzde 10’u oranında genel sağlık sigortası primi kesilmesi öngörülüyor. Borcu olana hizmet yok Tasarı ile sağlık hizmetinden yararlanma, kişinin prim borcunun bulunmaması şartına bağlanıyor. Prim borcu olana sağlık hizmeti yok. Yasada sağlık hizmeti bedelleri SGK tarafından standart olarak belirleniyordu. Tasarı ile SGK sağlık hizmeti sunucularını “ayrı ayrı sınıf “Misyonerlik” konusu her zaman Türkiye’de sorun oldu. Ben yıllar öncesini hatırlıyorum. İslamcı gazete ve dergilerin manşetlerini “Fener Patrikhanesi’nin İç Yüzü…” gibi başlıklar süslerdi. O yıllarda Türkiye’deki Rum sayısı da diğer Hıristiyan yurttaşlarımızın sayısı da bugünkünden çok fazlaydı. 1950’li yıllarda Millet Meclisi’nde gayrimüslim azınlıkların temsilcileri milletvekili seçilirlerdi. Çünkü özellikle İstanbul’da ciddi bir oy potansiyeline sahiptiler. 67 Eylül 1955 olayları, Kıbrıs sorunu yüzünden çıkan gerginlik ve 1974 Kıbrıs askeri müdahalesinin ardından Rumlar Türkiye’yi terk ettiler. Nüfusları da bugün bin beş yüziki bin civarında. Asıl büyük nüfus İstanbul Rumlarıydı. Aynı şekilde Ermeni ve Süryani yurttaşlarımız da sebepleri farklı da olsa bu dönem içinde azaldılar. ??? Türkiye’yi gayrimüslim nüfus açısından bölge ülkeleriyle karşılaştıran birçok yazı yazdım. Suriye, İran, Mısır, Lübnan, Ürdün gibi Müslüman ülkelerdeki Hıristiyan nüfus, Türkiye ile karşılaştırıldığında oran olarak çok yüksek. Hatta, ABD işgalinden önce Irak’ta bile yüzde 4 Hıristiyan yaşıyordu. Dinci bir yönetime sahip İran’da bi ‘Misyonerlik’ Konusu Neyin Nesidir? le Hıristiyanların oranı yüzde 2. Lübnan, Suriye ve Mısır’da ise oran yüzde 10’ların üzerinde. Türkiye’deki oranı da biliyoruz. Binde 1.5 civarında. Yani İran’dakinin onda birinden az Hıristiyan yaşıyor Türkiye’de. ??? Ne var ki Türkiye’de “misyonerlik” konusu bir korku, bir propaganda aracı olarak etkisini sürdürüyor. Geçenlerde ortaya çıkan bazı raporlarla gördük ki, bu korkular bazı siyasi grupların yaydığı korkunun çok ötesinde. Devletin bazı güvenlik ve istihbarat kuruluşları, “Türkiye’deki Hıristiyanlaştırma” tehlikesini(!!!) ciddiye almışlar ve bu konuda raporlar hazırlamışlar. Örneğin Milli İstihbarat Teşkilatı bu “tehlike”ye, 2001 yılında Milli Güvenlik Kurulu’na sunduğu bir raporda dikkat çekmiş. MİT raporunda, 1800’lerin başından itibaren bazı vakıf ve okulların Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yürüttüğünden söz edilmişti. Bu vakıf ve okulların bölücü amaçları olduğu da belirtilmişti. MİT raporu Ermenilerin, Keldanilerin, Rumların Türkiye’nin değişik yörelerini “eski toprakları” olarak görerek bir Hıristiyanlaştırma peşinde olduklarını yazmıştı. ??? MİT raporu misyonerlerin milyonlarca İncil dağıtmalarını, yayınevleri kurmalarını, kiliseleri canlandırmaya çalışmalarını ciddi bir tehlike olarak ifade ediyor ve ekonomik sıkıntı yaşayan yurttaşların, öğrencilerin, Kürtlerin bu faaliyetin pençesine düşerek Hıristiyanlaştırılabileceklerinden söz ediyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2005 yılında MGK’ye sunulan bir raporunda da “apartmanaltı kilise” olarak tanımlanan korsan kiliselerden söz ediliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2006 yılındaki misyonerlik tehlikesini konu alan bir rapor hazırladığını öğreniyoruz. Güvenlik ve istihbarat kuruluşları misyonerlik faaliyetlerinin önlenmesi için yasal düzenleme öneriyorlar. ??? Nüfusları binde 1 civarında olan Hıristiyanların bir tehlike olarak görülmesini anlamak mümkün değil. Bu kadar az olan ve giderek azalan Hıristiyanlar, propaganda yoluyla çoğunluğu oluşturacak bir nüfusa ulaşabilirler mi? Diyelim ki, bu propaganda yoluyla bir kısım yurttaş Hıristiyanlaştı. Bu sayı ne kadar olabilir? Nüfusunun yüzde 99’undan fazlası Müslüman olan bir ülkede bu sayı nasıl bir “tehdit” haline dönüşebilir? Daha da önemlisi, bu raporları hazırlayan güvenlik ve istihbarat kuruluşları, laiklik konusunda da duyarlı olduklarını belirtiyorlar. Laik bir ülkede nüfusun yüzde 99’undan fazlasını oluşturan Müslüman yurttaşlar günün her saati her türlü olanağı kullanarak Müslümanlık propagandası yaparken bu ülkenin Hıristiyan yurttaşları neden kendi inançlarının propagandasını yapamasınlar? Nüfusun bir bölümünün Hıristiyanlaşması neden bir tehdit olarak algılanıyor? Almanya’da Türkler binlerce cami kurarlarken bu ülkedeki Almanlar neden bir kilise açınca bu tehlike olarak kabul ediliyor? Üstelik bu “tehlike”ye dikkat çeken kurumlar hangi laiklik anlayışı içinde bunu bir tehlike olarak görüyorlar? ??? Matematiksel olarak da yasal olarak da “misyonerlik tehlikesi”nin bir mantığı olduğunu söylemek zor. O za man bu “tedirginlik” nereden kaynaklanıyor? Bazı kesimlerin “ideolojik” propaganda amaçları, yükselen “yabancı düşmanlığı”nı kendi siyasi hanelerine yazma niyeti doğru görülmese bile açıklanabilir. Devlet kurumlarınınkini nasıl açıklamalı: Sanırım burada da Osmanlı’dan bu yana sürekli toprak kaybeden ve “bölünme” riskiyle karşı karşıya yaşayan bir devletin “savunma refleksi” bazı kurumlar içinde etkisini sürdürüyor. Belki de güvenlik güçleri, kendi varlık nedenlerinden birisi olarak bu tehditleri üretmeyi bir görev olarak biliyorlar. ??? Bu tablo bir siyasi tartışma olarak sürse yine de kabul edilebilir. Ancak bu anlayış ve propaganda; gayrimüslim yurttaşlarımıza, “tehdit”, “cinayet”, “mallarına el koyma” biçiminde yansıyınca vahamet ortaya çıkıyor. Türkiye, gerçekten bir misyonerlik tehdidiyle yüz yüze mi? Türkiye bu yolla bölünebilir mi? Kapalı kapılar ardında değil, bu konuyu açıkça ve akıl ve bilim temelinde tartışsak, belki de sağlıklı sonuçlar elde edilebilir… Ne dersiniz? H AK KAYIPLARI İSYAN ETTİRDİ Üniversite hastanelerinde beyin göçü ? AKP hükümetinin sağlık politikaları, üniversite hastanelerinin içinin boşalması sürecini beraberinde getirdi. Üniversite hastanelerinden AKP iktidarının ardından 206 profesör ve doçent ayrılarak özel sektöre ya da bakanlık bünyesindeki başka görevlere geçti. ZEYNEP ŞAHİN ANKARA AKP’nin 2002 yılından bu yana sağlık alanında izlediği çizgi, yurttaşlar açısından çeşitli hak kayıplarını beraberinde getirirken kamuya ait sağlık kuruluşlarını neredeyse “iş yapamaz” kıldı. Recep Akdağ yönetimindeki Sağlık Bakanlığı ve Kemal Unakıtan yönetimindeki Maliye Bakanlığı’nın aldığı kararlar, özellikle çıkarılan Sağlıkta Uygulama Tebliğleri, ayrıca üniversite hastanelerinin tüm hastalara açılması ancak bakılan hastaların ücretlerinin sosyal güvenlik kuruluşlarından alınmasının aylarca gecikmesi, tıp fakültesi hastanelerinin bir süredir “isyan noktasında” çalışmasına yol açtı. Yurdun dört bir yanındaki tıp fakültesi hastaneleri “batıyoruz” çığlığını yükseltirken asıl görevleri olan “eğitim ve araştırma” faaliyetlerini gerektiği şekilde yerine getiremediklerinin altını çiziyor. Tüm bunlara ek olarak, veriler üniversite hastanelerinin personel anlamında giderek içinin boşaldığını da gösteriyor. YÖK’ün 20032007 arasını kapsayan istatistiklerine göre, uygulanan ücret politikaları profesör ve doçentlerin tıp fakültesi hastanelerindeki görevlerini bırakmasına yol açtı. Halen kıdemli bir profesör 2785.62 YTL maaş alırken kıdemsiz profesör 2370.68 YTL aylıkla geçiniyor. Doçent maaşı ise kıdemliler için 1897,91, kıdemsizler için 1483.31 YTL. Araştırma görevlilerinin maaşı ise 1080.20 YTL. Bilim insanlarının aldıkları maaşlarla ancak geçindiği ve kendilerini mesleki anlamda geliştirmek adına yapmaları gerekenler için maddi güçleri bulunmadığı defalarca AKP’ye iletildi, ancak hükümet sorunları görmezden gelmeyi tercih etti. Bu durum, AKP iktidarı döneminde 206 profesör ve doçentin üniversite hastanelerinden ayrılmasına yol açtı. Kamu hastanelerinde “performansa dayalı ücretlendirme” yöntemi uygulanmasına karşın üniversite hastanelerinin bu uygulamadan muaf tutulması ise yardımcı sağlık personelinin tıp fakültesi hastanelerini terk etmesini beraberinde getirdi. Üniversite hastanelerinden istifa eden hemşireler, bakanlığa bağlı hastanelere geçiyor. A LANYA İLÇE BAŞKANINA TEPKİ CHP’de ‘Baykal’a dava’ tartışması ANTALYA (Cumhuriyet Bürosu) CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Birilerine yalakalık yapma. Sen Alanya’yı yönet’’ çıkışmasına karşı 1 YTL ’lik tazminat davası açacağını söyleyen CHP Alanya İlçe Başkanı Bülent Kandemir’e parti örgütü tepki gösterdi. Baykal, bayramın ikinci günü partisinin Antalya il örgütünde bayramlaşma töreninde Parti Meclisi’nin yüzde 25’inin tabandan oluşturulmasını isteyen Bülent Kandemir’e, “Olur mu yani? Olur mu al gülüm ver gülüm? Biz birbirimizi biliyoruz. Ben senin kim için bunu söylediğini biliyorum. Böyle siyaset olmaz. Neyse şimdi bırak bunları. Biz birbirimizi biliyoruz. Sen işine bak. Birilerine yalakalık yapma. Sen Alanya’yı yönet’’ diye karşılık verdi. Baykal daha sonra gazetecilere yaptığı açıklamada ise olayı “Kendi aramızda böyle konuşuruz. Değerlendirmeler yaparız. Bu çok doğal’’ diye değerlendirdi. Deniz Baykal’ın sözlerine alınan Bülent Kandemir ise 1 YTL ’lik sembolik tazminat davası açacağını açıkladı. Konuyla ilgili olarak bugün basın toplantısı yapması beklenen Kandemir’in açıklamalarına CHP İl Başkanı Ömer Melli tepki gösterdi. Melli, Baykal’ın Kandemir’e yönelik sözlerinin “parti içinde sıkça yaşanabilecek diyaloglardan birisi olduğunu’’ söyledi. Baykal’ın daha sonra Kandemir’i onore edecek sözler kullandığını belirten Melli şöyle devam etti: “İlçe Başkanı’nın Alanya’ya dönüşünde yaptığı açıklama, parti disiplinine uymamaktadır. Bu açıklama, kendisinin ilçe başkanı olma sorumluluğuna henüz ulaşamadığını göstermektedir. Kendisinin bundan sonraki davranışlarını ciddi olarak irdeleyeceğim. Şimdilik Disiplin Kurulu’na sevkini düşünmüyorum, ama kendisi gereğini yapacaktır.” CUMHURİYET 04 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle