19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 EKİM 2007 PAZARTESİ 10 DİZİ DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Araştırmacıyazar Yıldırım: Amerikan yönetimi dini ulus devlete karşı bir silah olarak kullanıyor ABD, yöntem değiştirdi mperyalizmin küreselleşme diyerek yeni “sivil ve askeri” işgal yöntemlerini “Project Democracy Sivil Örümceğin Ağında, Azerbaycan’da Proje Demokratiya Adım Adım Teslimiyet, Savaşmadan Yenilmek” gibi kitaplarıyla gündeme getiren araştırmacıyazar Mustafa Yıldırım, günümüzde ABD’nin dinsel inançları, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmadığını; yöntemini değiştirerek “insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak” kullanmaya çalıştığını ifade etti. Yıldırım, “Kutsal inançlarla örülmüş örgütler şebekesini yönetmek; denetim altında tutmak istiyor. Dünyadaki bütün dinlere ve mezheplere sahip çıktığını ileri sürüyor Washington. Bu çok ciddi bir projedir” dedi. Mustafa Yıldırım, dünya ve Türkiye’deki son gelişmelere ilişkin sorularımıza şu yanıtları verdi: Hem ülkemizde, hem de dünyada yaşanan dinsel kabarmayı bir “gericilik” dalgası olarak mı algılayacağız, yoksa kurgulanmış bir küresel egemenlik tasarımı olarak mı? Ortaçağdan bu yana dinsel egemenliklerin olduğu, din devletlerinin kurulduğu bir gerçek. 20. yüzyılda da, miğfer içinde kalmış, NATO müttefiki olmuş, Amerikan koruması altına girmiş devletlerde de din kullanılmıştı. Örneğin, 1946’da Türk hükümeti ABD ile ilk anlaşma yaptığı günden başlayarak Türkiye’de politika birden değişiyor; din eğitimi ile ilgili ilkeli politika yön değiştiriyor. Bu durum değerlendirilirken “ Yobazlığa prim verildi” deniyor, oysa aslında bu bir siyasi anlaşmanın sonucuydu. ABD sosyalizme, komünizme karşı dini kullanarak örgütlenenleri bir araç olarak kullanmak istiyor. Ve insanları en güzel ve en kolay cepheleştireceği alan; kutsallığı nedeniyle, dokunulmazlığı nedeniyle dindir. Elbette dinin kendisi değil; ama dini kullanarak kendilerine egemenlik ortamları ve tartışmasız bir güç sağlayan, kimi zaman mezhepçilik, tarikatçılık olarak örgütlenenleri destekliyor. Bugün durum biraz değişik. Farklılık nerede? Destekleyen ile desteklenen yine aynı değil mi? Bugünkü durum geçmişin uzantısıdır; ama yöntem farklıdır. Geçmişte, Sovyetler Birliği’ne ve tanım olarak komünizme karşı ideolojik kullanım önde geliyordu. Bu kullanım yalnızca Türkiye’deki tarikatları kullanarak olmamıştı, Latin Amerika’da kiliseler, Hıristiyan mezhepleri, tarikatları, Uzakdoğu’da Budistler kullanılmıştı. Hatta provokasyonlarda, kanlı kışkırtmalarda da din yoğun olarak kullanılmış; kiliselere bomba atılmış, sonra da halka “Kızıllar, komünistler, anarşistler kilise bombaladı” diyerek ayaklan Avrupa Birliği’nde Anayasa Krizi Aşıldı mı? İlk bakışta aşılmışa benziyor. Cumhuriyet gazetesi, Avrupa Birliği liderlerinin 19 Ekim Cuma sabaha karşı, 2005’te Fransa ve Hollanda halkları tarafından reddedilen anayasanın yerine geçecek ‘basitleştirilmiş’ yeni metni kabul etmeleriyle ilgili habere, ‘AB Anayasa Krizini Atlattı’ başlığı atmış. Gerçekten de Portekiz’in başkenti Lizbon’da benimsenen ‘basitleştirilmiş’ metin, ilk bakışta Birliği krizden çıkarmış görünüyor. Konuyla ilgili haberin ‘Herkes istediğini aldı’ ara başlığı ise varılan noktayı çok iyi özetliyor. Gerçekten de emekçilerin, dar gelirli kitlelerin, işsizlerin, evsiz barksızların sorunları dışında Birliği oluşturan 27 ülkenin her birinin, bazen tam olmasa da istekleri yerine getirilmiş durumda. Ayrıca Birliğin karar mekanizmalarını tıkayan engellerin de aşıldığına bakılırsa başarıdan söz etmek bile mümkün. Buna karşılık Birliğin kuruluş amacı yönünde ilerleme kaydettiği söylenemez. Sol Birlik grubunun başkanı AB Parlamentosu üyesi Francis Wurtz, bir söyleşide ‘basitleştirilmiş’ anlaşma metninin olumsuz yanlarını şöylece özetliyor: “2005’te reddedilen tasarının özüne, özellikle de Avrupa’nın liberal yapılanmasıyla ilgili sorunlara dokunulmamıştır. Avrupa savunmasıyla ilgili yaklaşımların militarist riskleri es geçilmiştir. Liberal model, serbest yapılanma, ekonomik ilke olarak bütünüyle korunmuştur. 15 numaralı deklarasyon, kamu harcamalarının kısıtlanmasını ve ücretlerde itidali öngörmektedir. Sermayenin serbest dolaşımıyla ilgili 7 numaralı madde ise liberal Avrupa yönündeki gelişmeleri ve serbest piyasanın önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmaktadır.’’ Cumhuriyetçi Yurttaş Hareketi fahri başkanı JeanPierre Chevenement, 256 sayfalık yeni anayasa metnini ürküntü verecek ölçüde karmaşık ve anlaşılması olanaksız olarak nitelemiş, ‘basitleştirilmiş metni’ bir kez daha reddedileceği korkusuyla halkoyundan kaçırmak için mecliste onaylanması seçeneğini dayatan Başkan Sarkozy’yi ‘darbe’ yapmakla suçlamıştır. Yeni anayasayı ‘sosyal kazanımları öğüten bir değirmen’ olarak niteleyen Francis Wurtz’a göre ise bu konuda henüz zarlar atılmış değildir. Her ülkenin önünde, özellikle de Fransa’nın, anlaşmayı onaylamadan önce metin konusunda kamuoyunu bilgilendirmek için yeterli zaman vardır. Ve bu bilgilendirme salt metnin içeriği açısından değil, sonuçları itibarıyla da yapılmalıdır. Dahası.. anayasanın, Başkan Sarkozy’nin dayatmalarına karşın referanduma sunulması yönünde çaba gösterilmelidir. ??? Ciddi Le Monde konuyla ilgili başyazısında, “AB on beş yılda büyük adımlar atmıştır. Parlamentosu gerçek bir yasama erkine sahiptir. Ancak bütün bunlar güç kaybeden bir Avrupa’nın yetersizliklerini maskelemeye yetmemektedir. Birleşik Krallığın Tony Blair tarafından on yıl önce dayatılan ayrıcalıkları bugün de korunmuştur. Yetersizlikler siyasal alanda daha da belirgindir. Avrupa halkları ve yöneticileri Birliğin ‘Kurucu Babalarının’ düşledikleri birleşmeyi gerçekleştirmeye hazır görünmemektedir. Başkanlık yeni anayasayı 2008 sonunda ele alacak. Yürürlüğe 2014 yılında girecek olan Lizbon anlaşması sadece bir evredir. Gerekli, ama yetersiz’’ demektedir.(19.10.07) Aslında Sosyal ve Dayanışmanın Avrupa’sına elveda demek için 2014 yılını beklemek gerekmiyor. AB’de serbest piyasacılığın taşları çoktan yerine oturmuş durumda. Sarkozy’lerin, Merkel’lerin sosyal dayanışmaya ters bakışları, Atlantik ötesine olduğu gibi büyük sermaye çevreleriyle yakın ilişkileri göz önüne alındığında, AB’nin içte ve dışta küresel sömürünün bir parçasına dönüşmesi, eğer anayasa 2014 yılına kadar 2005’teki gibi bir ‘yol kazasına’ uğramazsa, daha da hızlanacaktır. Bize gelince, Sarkozy, daha birkaç gün önce Türkiye’ye ‘imtiyazlı ortaklık’ verilmesiyle ilgili görüşünü yinelemiş, bu arada aralık ayına kadar müzakerelerde yeni dosya açılmayacağını öne sürmüştür. Yeni anayasanın, ayrıca, genişlemenin ‘sindirilmesinden’ söz etmesi, Merkel’in de Sarkozy’yle aynı görüşte olması, AB’ye girecek yeni ülkelerin kaderini 12 üyeli bir ‘akil adamlar’ komisyonunun tayin edeceğiyle ilgili yaklaşımları göz önüne alındığında, AKP iktidarıyla hızla açık bir siyasal İslama dönüşme yoluna giren Türkiye’nin AB’ye girme şansı yıldızlar kadar uzak görünmektedir. AKP iktidarının AB’ye girme sevdası ise çoklarının bildiği gibi, takıyyeden ibarettir. Benimsedikleri sosyoekonomik ve siyasal tercihlerine bakıldığında bunu net bir biçimde görmek mümkündür. Birincisi küresel sermaye, Avrupa’sı, Amerika’sıyla ekonomik kalelerimizin büyük bölümünü zaten ele geçirmiştir. Geriye kala kala İslamcı yapılanmayı kolaylaştıracağı umudunu taşıdıkları göstermelik demokratik ‘reformlar’ kalmıştır. Büyük iş çevrelerinin Avrupa sevdaları ise çok daha tutarlıdır. Onların derdi, giderek artan kârlarını katlamaktır. Gerçek bir demokratik düzen özleyenler için ise halihazır ve yakın gelecekteki salt büyük sermayenin borusunun öttüğü bir Avrupa’ya girmeyi istemek anlamsız olduğu kadar, yapılabilecek en büyük hatadır. Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, “Yeni anayasayla AB’nin, artık küreselleşme çağında kendi çıkarlarını (büyük sermayenin çıkarlarını demek istiyor) savunabilecektir’’ diyerek AB’nin yönünü en açık biçimiyle belirlemiştir. Hesapların bu gelişmelerin ışığında yapılması gerekmektedir. Düzeltme: Geçen pazartesi yayımlanan ‘Blackwater ya da W. Bush’un Kiralık Katilleri’ yazısında Irak’ın işgalinden bu yana ölenlerin sayısı yanlışlıkla 600 milyon olarak yazılmıştır. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere doğrusu 600 bindir. Düzeltir, özür dileriz. H.B. E Bush yönetiminin ‘dinlere sahip çıkma’ projesinin altında ulus devleti parçalama amacı yatıyor. ma çağrıları yapılmıştı. Tıpkı bizde camilerin bombalanması ve daha sonra halkı örgütlü bir kalkışmaya, kendi kardeşlerini boğazlamaya sürüklemek gibi. Bir cephe oluşturmaktı o dönemdeki kullanım. Oysa bugün ‘Demokrasi Projesi’ dediğimiz operasyonda, dünyanın 90’a yakın ülkesinin içeriden yeniden yapılandırılması, egemenin ülkelerin iç düzenini kendi amacına göre uydurma projesinde dinin ayrı bir yeri var... Bu kez nasıl bir kullanım söz konusu? Ülkeler, kendi iç birliğini, ulusal birliğini korumak için bazı kayıtlar koyar. Din konusunda, dinsel örgütlenmeler konusunda kayıtlar ve koşullar koyar; her şeye izin vermez; örneğin ulusal birliği, toplumsal dayanışmayı geliştirici bir eğitim düzeni oluşturur. Ama o ülkelerde kimi dinsel öbeklerin, mezheplerin çevresinde örgütlenen marjinal oluşumlar vardır. İşte ABD, peşine Avrupa Birliği’ni de takarak, bu ülkelerde kayıtlı, koşullu yaşayan insanlara “din hürriyeti” adı aldaki insanlar dinsel inançları nedeniyle birlik olabilirler, kenetlenebilirler ve direnebilirler. İşte bunu önlemek istiyor ve dine bu yüzden sahip çıkıyorlar. Özetle, din hürriyeti kisvesi altında dinleri de kendi içerisinde bölmeyi amaçlayan ABD bir yandan da etnik ayrıcalıkları fitilleyerek üniter devlet yapılarını yerle bir ederek zayıf federatif devletler oluşturma politikası güdüyor. Bu sahiplenişinin araç ve gereçlerine örnek verebilir misiniz? 1980’li yıllardan başlayarak “demokrasi projesi” içinde “uluslararası din hürriyeti projesi” geliştiriyorlar. Bütün dünya dinlerine sahip çıkmak için bir komite kuruyorlar Washington’da. Komiteye çeşitli dinlerden temsilciler katılıyor. Aralarına ABD ideallerini benimsemiş Müslüman temsilciler de alıyorlar. Uluslararası din hürriyetinin kıstaslarını hazırlıyor bu komite. Sonra bunu 1996’da “Uluslararası Din Hürriyeti Yasası” adıyla yasallaştırıyorlar. Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda da özellikle işgal edilecek, ele geçirilecek ülkelerde “din hürriyetini” denetleyecek bir “Uluslararası Din Hürriyeti Kurulu” oluşturdular. Ülkeler için “Din Hürriyeti Raporu” hazırlatıyorlar. Raporları ABD elçilikleri ve ülkelerdeki dinci öbeklerin, sivil toplum örgütü şebekesinin katkılarıyla hazırlıyorlar. Kurul, raporları görüşüp yaptırımlar ve baskılar konusunda ABD yönetimine önerilerde bulunuyor. Yani yalnızca eleştirmekle yetinmiyor ve yaptırımlara da karar veriyorlar yani... Çıkardıkları yasanın gereği yaptırımlara karar veriliyor. ABD yönetimi, müdahalelerine bu sonuç raporunu gerekçe yapıyor. Yaptırımlar ticari ambargodan başlıyor, siyasal ambargodan askeri müdahaleye değin genişliyor. ? İnsanların dinsel inançlarını, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmıyor; o insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve onları ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak kullanmaya çalışıyor. Bu kez dini ideoloji olarak kullanmıyor... İnsanların dinsel inançlarını, geçmişte olduğu gibi, bir silah gibi, bir karşı ideoloji gibi kullanmıyor; o insanların inanç çevresinde örgütlenmelerinden yararlanmaya ve onları ulusal devlet düzenlerine karşı bir silah olarak kullanmaya çalışıyor. Kutsal inançlarla örülmüş örgütler şebekesini yönetmek; denetim altında tutmak istiyor. Dünyadaki bütün dinlere ve mezheplere sahip çıktığını ileri sürüyor Washington. Bu çok ciddi bir projedir. Nasıl bir proje bu? Tek din yaratma gibi bir şey mi? Dinin kendisini kullanmıyor aslında, o dine bağlı olan insanları bir şekilde değerlendirip onların kendi ülkelerindeki kuralları, yasaları yok etmelerini sağlarken, kutsal inançların koruyuculuğuna soyunuyor. Ne yapıyor örneğin? tında sahip çıkmaya ve onların özgürlüğünü savunmaya başladı. Dikkat edin burada dinin kendisini kullanmıyor, din ile ilgili oluşumları kullanıyor. Projenin amacı ne? Amaç, o ülkelerde ulusal birliği parçalamak. Dünyayı yeniden biçimlendirirken, yeni bir dünya düzeni kurulurken, dünya yeniden kolonileştirilirken, yeniden işgal edilirken, bu yayılmaya, işgale direnen ülkeler, insanlar, uluslar, topluluklar, hatta aşiretler elbette olacaktır. Ulusal devletler ve uluslar, ABD ve ortaklarının dünya egemenliğine muhalefet etmesinler diye dinsel oluşumlara sahip çıkıyor; onlara özgürlük vaat ederek bir müdahale aracı elde ediyor. Örneğin, petrol nedeniyle işgal operasyonunun odak noktası Ortadoğu’daki toplumlarda dinin birleştirici etkisi çok yüksek. İşgale karşı buralar Dinsel merkez olma çabası ABD yönetimi bir anlamda kendisini bir dinsel merkez yerine mi koyuyor? ABD kendisini gerçekten dünya dinlerinin merkezi ve yönlendirme odağı olarak görüyor. Hakkı nereden aldığına gelince; bunu ABD’nin Uluslararası Din Hürriyeti Yasası’na gösterdiği gerekçe apaçık ortaya koyuyor: “Din hürriyetinin yaygınlaştırılması ve (bu hürriyetin) baskı altına alınmasına karşı çıkma görevi temel Amerikan değerini içerir ve Birleşik Devletler’in uygun, önemli ve gerekli bir dış politika hedefidir.” Kendi kendine çıkardığı yasa bir hak sayılabilir mi hiç? Elbette bu hakkı dünya ülkelerine sorarak alacak değildi. Hemen her konuda olduğu gibi; biz yaptık, kim ne karışır anlayışı egemen. Aynı Din Hürriyeti Yasası’nın gerekçesinde “Birleşik Devletler, evrensel insan haklarına bağlı bir dünya lideri olarak ve değişik dinsel nüfusa sahip bir ülke olduğundan bütün dinlerin haklarından sorumludur” diyorlar ve ekliyorlar: “Çağımız dinler çağıdır.” Demek ki, konu Vatikan merkezli bir Haçlı girişimini aşıyor ve Washington tüm dinlerin; daha doğrusu ABD’nin yayılma siyasetine destek olacak tüm dinsel yapılanmaların buluştuğu, yönetildiği bir merkez oluyor. Hillary Clinton. Çalışmalarınızda, BM çatısı altında kurulan benzer bir örgütlenmeyi de gündeme getirmiştiniz... Dünya Dinleri Parlamentosu... Çeşitli ülkelerde toplanıyor. Merve Kavakçı da Amerikan delegesi olarak bu parlamentoda yer almaktadır. Birleşmiş Milletler’i alet ederek ‘Dini ve Ruhani Liderler Binyıl Toplantısı’ düzenlediler. Ayrıca New York Interfaith Center (İnançlararası Merkez) ve ICRD (Uluslararası Din ve Diplomasi Merkezi) kuruldu. Merkezlerin başına eski askerlerden, nükleer denizaltı uzmanlarından birini getirdiler. Bu parlamentonun işlevi ne? Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen din temsilcilerini, şeyhleri, şıhları, hoca ve hoca efendileri, rahipleri yan yana getiriyor, kendi kanatları altına alıyor, konferanslar düzenliyor, onlarla ilişki kuruyor. Bu konferanslardan sonra bu din adamlarının geldikleri ülkelerdeki kendi devletlerinin rejimlerine karşı çıktıklarını görüyoruz. En son BM’nin şemsiyesi altında Amerika’da yapılan Ruhani Liderler Konferansı’nda Amerikan delegasyonunda Hillary Clinton ve Merve Kavakçı’yı görüyoruz. Ancak Din ve Diplomasi Merkezi’nin önemi de az değil. Ülkemizde laikliğin korunması için ABD ve İsrail’e yaslanmaya çalışanlar az değil. Oysa ABD kendi memurlarıyla kurduğu Din ve Diplomasi Merkezi’nin ağzından laik düzenlerin yıkılması gerektiğini “Laik hükümetler vatandaşlarının meşru taleplerini karşılayamamaktadırlar” diyerek açıklıyordu. ABD Kongresi’nin Lozan raporu daha da açık: “Laikliğin kurumsallaştırılması Kemalistler ve çoğunlukla İslamcılar olarak adlandırılan muhafazakâr Sünni Müslümanlar arasında, günümüzde de sürmekte olan bir gerilim yaratmıştır.” Yarın: Merve Kavakçı operasyonu ile ne yapılmak istendi? TÜRK KALP VAKFI ‘Sigara içenler, Bugün kendinize bir fırsat yaratın Sigarayı bırakın’ Merve Kavakçı. 19 Mayıs Cad. No:8 Şişli / İSTANBUL Tel: 0212.212 07 07 Pbx http://www.tkv.org.tr CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle