19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 EYLÜL 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL YÖK’ün Strateji Raporu Üzerine Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Genel Baş. anımca, günümüzde yükseköğrenimin en önemli sorunu, vakıf üniversiteleri adı altında başlatılmış bulunan özelleştirmedir. YÖK’ün söz konusu raporu, bu konuda belli bir ideolojik eğilimin etkisi altında biçimlenmiştir. Rapor, içerdiği geniş bir bilgi yığını arasında yükseköğrenimin özelleştirilmesi sürecini kaçınılmaz ve bu nedenle de haklı gösterecek açıklamalar içermektedir. Raporda bu ideolojik eğilim, ‘‘refah devleti krizinin ortaya çıkmasıyla birlikte’’ beliren ‘‘refah devletinden uzaklaşma eğilimleri’’ gibi ifadeler çerçevesinde dile getirilmiştir (s.40). Bu gerçek, raporu hazırlayan heyetin üyelerinden Prof. Dr. Fikret Şenses’in yakın tarihte günlük basında yayımlanan bir yazısında biraz daha açık bir ifadeye kavuşturulmuştur. Şenses bu yazısında, hazırladıkları raporda ‘‘neoliberal bakış açısının (...) sınırlı’’ da olsa yansımalarının bulunduğunu gizlememektedir. (Şenses, ‘‘Yükseköğrenim Strateji Raporu’’, Cumhuriyet, 14.09.2006) Kaldı ki adı konulsun veya konulmasın, YÖK raporuna hâkim olan eğilim ortadadır. Raporda, kapsadıkları öğrenci sayısı itibarıyla vakıf üniversitelerinin yükseköğrenimdeki payının yüzde 7’den yüzde 16’ya çıkması öngörülmüştür. Bu üniversitelere kamudan ayrılacak payın çok daha hızlı bir artış göstereceği bugüne kadarki gözlemler nazara alındığında yanlış görünmemektedir (s.16). Şenses, anılan makalesinde amaçlanan bu hedefin ‘‘sistemin özelleştirilmesi yönündeki önyargılı bir tercihten değil, yükseköğretimde okullaşma oranının arttırılması için gerekli kaynakların kamu kesimi tarafından karşılan(a)mayacağı kaygısından’’ kaynaklandığını savunmaktadır. Öte yandan, YÖK raporunda da ‘‘1980’li yıllardan başlayarak refah devleti krizinin ortaya çıkmasıyla birlikte yükseköğretim kurumlarının sayısının arttırılmasında özel biri PENCERE Devenin Pabucu... Deve üstüne laflamanın kendine göre hiç eksilmeyen bir değeri vardır... Neden?.. Çünkü deve yaşamımızdan uzaklaşsa da dilimizde, deyişlerimizde, söyleyişlerimizde, atasözlerimizde, mizahımızda yaşıyor... Nasıl?.. ‘Devede kulak’ deyişini günlük yaşamdan kim dışlayabilir?.. Gelişigüzel birkaç örnek: Yok deve.. Deve yapmak.. Deve kini.. Devenin nalı.. Devenin başı.. Devesiz yapamayız!.. ? Hele takıyyeci iktidarın hortumculuğuna baktıkça şu deyiş nasıl anımsanmaz: Deveyi havuduyla yutmak!.. Bu AKP iktidarı pek yaman çıktı!.. Gazetelerde yayımlanan hortumculuk haberleri bir yana, kulaktan kulağa fısıldananlar da piyasaya sürülüp gerçek çıkarsa, dinci tayfasının yiyiciliği ses duvarını aşacak... Arap şeyhleriyle Türk yurdunu soyup sömürmek için mi oluştu bu iktidar?.. AKP’nin bir ayağı Amerika’da.. Bir ayağı Arap mülkünde.. Ne denir bu ortaklığa?.. ‘‘Yok deve’’ mi denir?.. ? Deveye sormuşlar: Boynun niçin eğri?.. Yanıtlamış: Nerem doğru ki?.. Bu AKP’nin neresi doğru?.. Müslümanlık taslar, tarikatçılık yapar, bir de üstüne İslamcılık siyasetiyle laikliğe karşı çıkıp cemaatçilik tezgâhında bölücülük üreterek İslamı parseller... Sonuç?.. Koskoca deve kervanını bir eşek çekip bilinmeyene doğru sürükler... ? Fıkrayı Saatli Maarif Takvimi’nde okudum: Hayvanat bahçesinde deve yavrusu annesine sormuş: Ana, ayaklarımız neden bu kadar büyük?.. Çölde kuma gömülüp batmayalım diye... Kirpiklerimiz niçin gür?.. Çöldeki fırtınalarda gözümüze kum kaçmasın diye... Deve yavrusu eklemiş: Neden hörgüçlerimiz var?.. Çöl yolculuğunda uzun süre susuz idare edebilmek için... Yavru deve çevrede biraz dolanıp düşündükten sonra yine annesine yaklaşıp sormuş: Peki anne, öyleyse bizim bu hayvanat bahçesinde ne işimiz var?.. ? Biz Türkler kendi kendimize övünmesini severiz... Biraz da düşünmesini bilsek!.. Ve sorsak: Bizim gibi nitelikleri bulunan bir ulusun bugün içinde yaşadığımız koşullarda işi ne?.. Din Savaşında ‘Ateşkes’ POT kıran yalnız Sayın Erdoğan değil ki; ara sıra Papa bile pot kırıyor. Ya da ‘‘pot kırdığı’’ söyleniyor. Aslında, koskoca Katolik Kilisesi’nin ve Vatikan Devleti’nin başında bulunan, dolayısıyla bütün ciddi devlet adamları gibi belirli bir konuda söz söylemeden önce düşünüp taşınan, görevlilerle danışmanlara yol yordam soran, hele milyarlarca insanın yaşamına yön gösteren bir kişi pot kırmaz, söylenmesi gerektiğine inandığını söyler. O halde, Alman asıllı ve yıllarca Vatikan’da bulunmuş bir din adamı, dolaylı yolla da olsa, ‘‘İslamda şiddet vardır’’ demişse, bunu söylemek gereğini duymuş demektir. Ama, bunu ustaca, diplomatça yapmış ve yüzyıllar önce İranlı bir din adamının ettiği sözleri kullanarak konuşmuş. Şimdi, bizim Başbakan’ın deyimiyle, ağzı olan konuşuyor ve konuşacak. Oysa önemli olan, ona laf yetiştirmek yerine niyetinin ne olabileceği üzerine düşünmektir. izdeki çok kişinin ileri sürdüğü gibi, Avrupalıların büyükçe bir bölümüyle birlikte o da ‘‘Türklerin AB’de yeri yoktur’’ demek mi istedi? ‘‘İspanyol Başbakanı ile Türkiye Başbakanı boşuna uğraşmasınlar, günahkârların kefaretini çarmıhta ödemiş mazlum bir peygamberin dini ile kutsal kelâmın irşadını insanlığa duyurmak uğruna gazâ kahramanı olmuş bir başka peygamberin dini arasında diyalog olmaz’’ anlamına mı konuştu? Acaba o sözleri Başkan Bush’un terörist avını desteklemek ya da Büyük Ortadoğu işinde Amerika’yla Avrupa arasına nifak sokmak için mi etti? Papalığın otoritesini sarsmak isteyenlere, ‘‘Küreselleşmeyle dünyaya yeni düzen verilirken tıpkı Hitler’in Bin Yıllık Yeni Düzen tasarımında olduğu gibi bizim de görüşümüz alınmalıdır’’ mesajını vermeye mi çalıştı? Bunlara benzer daha başka bir yığın ‘‘niyet’’ akla gelebilir, sonu gelmez. Dinle ve dinlerle ilgili hiçbir tartışmanın sonu gelmeyeceği gibi. öyle bir tartışma ya da atışmada cephe tutup karşılıklı ateşe katılmak politikacılara çok ‘‘çekici’’ gelebilir. Dinsel inançların savunuculuğuna soyunmak, genellikle halkların gözünde mutlaka saygınlık ve oy getirir. Vatikan Devleti’nde oya gereksinme duyulamayacağına göre, Papa hazretleri, son yılların moda deyimiyle dünya sahnesinin önemli ‘‘aktör’’lerinden biri olduğunu sadece bir kez daha anımsatarak saygınlığını arttırmak istemiştir herhalde. Türkiye artık bir ‘‘hilafet devleti’’ olmadığı için siyasal makamların İslam âlemi adına böyle bir tartışmaya resmen karışması, altından kolay kalkılamayacak birtakım sakıncalar yaratabilir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gereken tepkiyi ölçülü biçimde göstermiş olmasıyla yetinmek ve Papa’nın kasım ziyaretini iptal etme ya da erteletme gibi yanlışlardan uzak durmak daha doğru. Böyle bir uzak duruş kimilerine çok zor gelse de. K kimlerden de yararlanma eğilimi güç kazanmıştır’’ (s.41) denilmektedir. Bu açıklamalardaki iç çelişkiler, her şeyden önce ‘‘refah devleti krizi’’ deyiminin kullanılmış olmasıyla başlamaktadır. Bu deyim, ‘‘kapitalizmin krizi’’ veya ‘‘emperyalist sistemin çöküşü’’ ifadeleri kadar ‘‘önyargılı bir tercih’’e dayanır. Bunlar arasından ‘‘refah devleti krizi’’ deyiminin seçilmiş olması, çözümü sosyal devletin yıkılması veya devletin küçültülmesi gibi önlemlerde aramayı kaçınılmazlaştırır. Kaynak transferi Yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü üzere YÖK raporunda, yükseköğrenimin özelleştirilmesinin başlıca gerekçesi, bu yolla ‘‘özel birikimlerden yararlanma’’nın sağlanacağı savına dayandırılmaktadır. Oysa bugüne kadar ortaya çıkan gerçekler yeterli açıklıkla göstermiş bulunmaktadır ki vakıf üniversiteleri, özel kesimden kamu kesimine değil, kamu kesiminden bazı özel gruplara ve kişilere kaynak transferinin aracı olmuştur (*). Bu kaynak transferi, kamudan sağlanan önemli parasal katkıların yanı sıra, kamu üniversitelerinin yetişmiş akademik kadrolarının bu üniversitelerin içinin boşaltılması pahasına vakıf üniversitelerine taşınması biçiminde gerçekleşmektedir. YÖK raporuna göre, 1980’den bu yana yükseköğretimde özel birikimlerden yararlanılmasını sağlamak üzere, ‘‘Özel kesim tarafından yeni yükseköğretim sunum biçimleri gelişmeye başlamıştır. (...) Söz konusu olan bir kamu malının özel olarak sunumudur (private provision of public goods)’’ (s.41). Oysa, gerçekler böyle söylemiyor. Yükseköğretimin özelleştirilmesi konusunda olup bitenlerin, kamu malının ve kamunun her türlü akademik birikiminin bazı özel gruplara ve kişilere sunumundan ibaret olduğunu gizlemek mümkün görünmüyor. YÖK raporu, kâr amacı gütmeyen vakıf üniversitelerinin bulunabileceği gö B rüşünü benimsemiş bulunmakta ve ‘‘Bilkent Üniversitesi kâr amacı gütmeyen bir vakıf yükseköğretim kurumu olarak ilk örneği oluşturmuştur” ifadesine yer verilmektedir (s.63). Bu konuda olanların gerçek yüzünü görmek bakımından Bilkent, bir başka açıdan isabetle seçilmiş bir örnek oluşturabilir: Bilkent’in, kamudan sağladığı değişik türdeki avantajlara ve kolaylıklara, yakın tarihte bir yenisi daha eklenmiş bulunuyor. 4 Temmuz 2006 tarihinde çıkarılan 5526 sayılı yasayla Bilkent’in tüm personelinden keseceği vergileri 25 yıl süreyle devlete ödememesi, kendisine ait bir hesaba aktarması hükme bağlanmıştır. Kuşkusuz, bir vakıf patronunun üniversite kurmak ve işletmek suretiyle sağlayacağı yarar, her zaman parayla doğrudan doğruya ilişkilendirilebilecek nitelikte olmayabilir. Ancak, unutmamak gerekir ki bu yolla akademik ve bilimsel yaşam üzerinde denetim ve etki sahibi olmak veya üniversite çağında çocuğu olan hemen herkesin muhtaç olduğu birisi olmak gibi olanaklar da sonuçta kâra dönüştürülebilecek birer kazanç ifade eder. Akademik yığılma Yükseköğretim mevzuatında 1.3.2006 tarihinde kabul edilen 5467 sayılı yasayla yapılan değişiklikle, vakıf üniversitelerinde, rektör yerine mütevelli heyet başkanının ita amiri yapılmış olması, bu yöndeki uygulamaları daha da kolaylaştırıcı bir durum oluşturmuştur. Kâr amacı gütmeden yükseköğretime katkıda bulunmak isteyen herhangi bir varlıklı vatandaşın ne yapması gerektiği neredeyse unutulmuştur. Dileyen yurttaşın dilediği yükseköğretim kurumlarından herhangi birisine reklama başvurmaksızın ve başka herhangi bir karşılık gözetmeksizin bağışta bulunmak olanağı her zaman vardır. Bu noktada, YÖK raporunun açıklanmasının ardından TÜMÖD adına kamuoyunun bilgisine sunduğum metinden bazı bölümlere yer vererek değerlendirmemi sonuçlandıracağım: Özel üniversiteler, YÖK’ün kuruluşunun başlıca gerekçesini oluşturmuş bulunan akademik yaşamı ülke sathına dengeli bir biçimde yayma amacıyla çelişen ve başta İstanbul olmak üzere üç büyük kentteki yığılmayı büsbütün çarpıklaştıran sonuçlar doğurmuştur. Üniversitelerin temel ihtiyacı olan bilimsel özgürlük, yalnızca siyasal iktidar karşısında değil, toplumdaki diğer güç odakları karşısında ve özellikle sermayenin egemenliği karşısında da özerk olmayı gerektirir. Vakıf üniversitelerinin kurulması, devletin eğitim alanındaki yükünün bazı hayırsever yurttaşlar tarafından üstlenilmesi değil, devletin bazı varlıklı kişi ya da gruplara gelir transferi amacına hizmet etmektedir. Eğer gerçekte istenen yükseköğrenimin finansmanında varlıklı kişilerin katkılarından yararlanmaksa bunun yolu bellidir. Bunun yolu, adil vergiler ve hayırsever yurttaşların devlet üniversitelerine bugün örnekleri görüldüğü üzere gönüllü katkıda bulunmalarıdır. B Kaçınılmaz değil YÖK raporunda, vakıf yöneticilerinin üniversitelere müdahalesinin mütevelli heyeti seçmekten ibaret olduğu savunulmaktadır. Oysa vakıf üniversiteleri hakkında birazcık bilgi sahibi olan herkes, bunun gerçeklerle ilgisi olmadığını bilir. Bütün bu gerçeklere karşın, YÖK raporu, üniversitelerin özelleştirilmesini kaçınılmazmış gibi gösteren açıklamalar içermektedir. Dünyadan verilen örnekler, üniversitelerinin ağırlıklı bir bölümünü özelleştirmiş olan çoğu sömürge olmaktan yeni kurtulmuş üçüncü dünya ülkelerine aittir. Oysa, bize bu politikaları dayatan AB ülkelerinde ve ABD’de, her şeyerağmenüniversiteöğrencilerinin ağırlıklı bir bölümü kamu üniversitelerinde okumaktadır. Atatürkçü Türkiye, bu açıdan da örnek teşkil etmesi gereken bir istisna oluşturur. Zengin ülkeler safında yer almamamıza karşın, yükseköğrenim olanağını evlatlarına kamusal bir hizmet olarak sunmanın onurunu taşımaktayız. Üniversitelerin özelleştirilmesi, Türkiye’nin bu konudaki onurlu yapısına onulmaz bir darbe teşkil etme tehlikesini taşımaktadır. Sıradışı tatilinizde, kent yorgunluğunuzu atmak için öncelikle tercih edebileceğiniz. Tarih, Dağ, Deniz ve Oksijeni ile Kazdağı eteklerinde sizi karşıladığı otantik mekan. Sevgili Cumhuriyet okurlarına özel indirim. Adatepe Köyü Küçükkuyu Çanakkale Türkiye Rez Tel Faks : +90 286 752 65 81 : +90 286 752 20 66 Çanakkale İrtibat TelFaks : +90 286 217 47 07 1 Oda 2 Kişi Y.P. 175 YTL. www.hunnaphan.com email: Info?hunnaphan.com CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle