25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 TEMMUZ 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Ne Umduk Ne Bulduk... Soluğumuz kesildi, neye uğradığımızı şaşırdık. Atatürk devrimleriyle çizilmiş yolumuzda tozumuz atıldı. Kişiliğimizi, dahası kimliğimizi yitirmeye başladık. Yozlaştık ve özümüze, çevremize yabancılaştık. Kimileri sola, kimileri sağa çekti bizi. Dışarıda arandı, unutuldu Rasattepe’deki önder; büyük gözaltındaydık oysa. Ne umduk ne bulduk. PENCERE şuna gideceğimizi düşünür olduk. İnsanlar yataklarında ölmeye hasret... Her işkolunda mafyayla yüz yüze kaldık. Dünyanın en güzel kentlerinden biri cehenneme döndü. Başkentteki ışıksızlıktan ötürü yüreğimiz karanlıklara gömüldü... Üniversite ararken bugün herkes başıboş bir üniversiteli oldu. Zanaat okullarını kapattık; kalkınmayı altyapısız üniversitelerden umduk. Kentsoylu sınıfı oluşturamadık; işçi sınıfının yolunu açmadık ve sanayi devrimini atladık. Bilişim devrimine katkı sağlamadan tüketicisi olduk; şimdi sıra biyoteknoloji devriminde. Tüm bunların sağlam altyapılarla, toplumsal kalkınmayla koşut olabileceğini hiç düşünmedik. Bir kere, insanımızı yetiştiremedik. Çağdaşlık uğruna yeterince savaşım vermedik. Dahası, çağdaş olmak istemedik. Çağdaşlıktan korktuk. Arkamızı döndük çağdaşlığa. Saydamlık fikri rahatsız etti hepimizi. Aydınımızı, halkımızı... Yere göğe sığdıramadığımız değerlerimizi işimize gelmediğinde çamura buladık; gurur duymamamız gerekenlerle gurur duyar olduk çıkarımıza uygun düştüğü için. Bizim kuşak geriye baktığında kırklı yıllara gitmek zorundadır. Belki fukara ama soluklu, aydınlık günlerde ve laik bir ülkenin havasını soluyarak dünyaya geldiğini anımsayacaktır. Ülkemizin o günlere göre bugün geriye gittiğine tanıklık ettiğini; ancak tüm olumsuzluklara karşın gene de çocukları ve torunlarını laik bir ülkede bırakıp gitmesi gerektiğinin sorumluluğunun bilincinde olacaktır. Ve artık o kuşak, bu kuşak demeden toplumdaki herkes, bulduğunu değil umduğunu bularak yaşamak zorunda olması gerektiğine inanarak yaşayacak ve ölecektir... Prof. Dr. Necdet ADABAĞ Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi T arancı’nın daha doğrusu Dante’nin belirlediği yolun yarısını geçenler geçmişin muhasebesini yaparlar sürekli kafalarında. Gerçekte bu geriye dönüş bir tür özeleştiri olduğu gibi anılara yaslanmak anlamına da gelir. Leopardı, Ay’a adlı şiirinde anılara sığınmanın ayakta kalabilmenin başat koşullarından biri olduğunu söyler. Bence de öyle: İnsanı ayakta tutacak olan geçmişindeki içini ısıtan olayların sıcaklığını soğuk bedeninde duyumsamaktan geçer. Ama doğal olarak her zaman böyle olmaz. Dahası, anımsanacak güzellikler varsa geçmişinizde; duyarlılığınızı okşayacak, içinizi ısıtacak yaşanmışlıklar varsa geri dönmek size güç katacak ve sizi diri tutacaktır. Bizim kuşak gerilere bakmakla ne ölçüde mutlu olabilmektedir, gerçekte, çok merak ediyorum. Yolun yarısını çoktan geçenler olarak bireysel ve toplumsal yaşanmışlıkları bir araya getirdiğimizde olumlu ve olumsuz yanlarına baktığımızda ortaya çıkan tablo, benim gözümde, en azından, iç karartan olarak gözükmektedir. Bu benim açımdan gerek bireysel gerekse toplumsal bağlamda böyledir. Çünkü bana göre insanın kendi özünde mutlu olabilmesi çevresindeki mutluluklarla olanaklıdır. Ben kendi payıma çevremle mutlu olan bir insa nım. Bu yaklaşımımda mutlaka ideolojik bir yan aramamak gerek. Toplumcu gerçekliğe hep o pencereden bakmak da gerekmez... Biliyorum, ideolojik olarak koşullanmışlar beni kınayabilir ve ideolojik olmayan çözüm biçimlerinin çözüm sayılmayacağını savlayabilirler ancak insanı yitirdikten sonra hangi ideolojik çözüm kurtarıcı olabilir diye merak ediyorum. Bir başka deyişle, burada, bu işin bir de, insan ilişkileriyle düğümlenmiş insalsal ya da insancı yanı vardır ve göz ardı edilmemelidir. Olaya bu açıdan baktığınızda kendi mutsuzluğunuzu başkalarında görebilirsiniz ya da toplumdaki ya da bireylerdeki mutsuzluğu sahiplenebilir ve uykusuz geceler yaşayabilirsiniz. Tarancı haklı mıydı acaba? Yolun yarısından sonra mı yoksa ‘‘İnsan her doğan günün bir dert olduğunu anlarmış!’’ derken. O yaşa kadar her şey toz pembe miydi ki? Sanmıyorum... Belki doğar doğmaz değil ama bilinç yaşına gelir gelmez. Özellikle duygu akıl dönemecine gelindiğinde kopan bir gelgitler serüveninin fırtınasına kapılmakla başlar mutlu ve mutsuz günleri insanların. Ben ve bizim kuşak o dönemeçte bir darbe ile uyandık. Üniversiteyi, ardından doktorayı henüz bitirmiştik ki yaşama tam adım atacakken bir tane da ha, arkasından bir daha... Soluğumuz kesildi, neye uğradığımızı şaşırdık. Atatürk devrimleriyle çizilmiş yolumuzda tozumuz atıldı. Kişiliğimizi, dahası kimliğimizi yitirmeye başladık. Yozlaştık ve özümüze, çevremize yabancılaştık. Kimileri sola, kimileri sağa çekti bizi. Dışarıda arandı, unutuldu Rasattepe’deki önder; büyük gözaltındaydık oysa. Ne umduk ne bulduk. Makarios’un maketlerini yaktık Dört Ayaklı Minare’nin dibinde, Meryem Ana Kilisesi’nin önünde. Daha yakmayı sürdürüyoruz. Amerikalıları denize atmaya kalktık. Biz atmaya kalktıkça onlar daha çok içimize girdi. Ve kardeş kavgaları yaşadık. Ülkemizi satmaya, parçalamaya kalkanlara karşı direndik. Barış umduk, savaş bulduk. Geleceğe umutla bakmak istiyorduk. Işıklı günler beklerken soluğu demir parmaklıkların ve gömütlerin karanlığında aldık. Başımıza bir çiçek koyanımız oldu ya da olmadı. Devrim şehidi diye bağıranlarımız oldu ve ardından Cumhuriyet şehidi; giderek de çoğaldılar bağıranlar ama paramparça kaldılar; darmadağın... Bu toprakları hak etmeyenlerle övündük... Esenlik aradık, aç karnımızı doyurmaya çalıştık. İş, aş kavgasına düştük. ‘‘Aslanın ağzında’’ dediler. Şimdilerde daha derinlerde diyorlar; ulaşılmaz oldu artık diyorlar. Yılbaşı gecelerinde dansözleri umduk televizyon kanallarında; şimdi her akşam hem de her kuşaktan erkekli kadınlı göbek atanları bulduk. Hızlı trenleri umduk; onun yerine hızlandırılmışları ve günde beş on beş kişinin öldüğü otoyolları bulduk. Trafik canavarı kol gezer oldu aramızda. Ne gün nerede ve nasıl dört tekerlek altında can vereceğimizi; ya da sokaklardaki tabancalı çetelerden ötürü kör bir kur Tavşana Kaç, Tazıya Tut... Töre cinayeti mi?.. Bu acıklı öykü son yıllarda magazin basınının elinde okurlara sunulacak en çekici malzeme sayılıyor... Sözüm ona sosyete dedikoduları.. Ya da töre cinayetleri.. Ardından yorumlar.. Uzar gider... ? Töre cinayeti belli!.. Evin kızının ‘‘bekâretini kaybettiği’’ duyulmuştur. Askerdeki ağabey izin alır, gelir, silahı kızın başına dayar, namus temizlenecektir; ama, önce sorgu yapılacaktır: Söyle karnındaki kimden?.. Kız söylese de söylemese de nafile... İnfaz gerçekleştirilir... Ertesi gün medya ‘‘neoliberal’’ köşelerinde eleştiriler yayınlar... Basındaki bu ‘‘tefrika’’ yıllardan beri sürer gider... Bu gidişle ‘‘tefrika’’ çoğalarak süreceğe benzer.. Neden?.. ? Çünkü töre cinayetlerinin kökeninde dincilik yatıyor... Kadını erkekten aşağı sayan dinci kültür, taşrada erkeklerin iliklerine işliyor; geçmişin yüklediği, geleneğin şartladığı, taassubun yoğurduğu, erkek egemenliğinin kurallaştırdığı, dinciliğin kutsallaştırdığı yaşam biçiminde kadına ne kafasında, ne de bedeninde özgürlük tanınır... Törede akıl yoktur.. İnanç vardır.. Özgürlük yoktur.. Şartlanma vardır.. Dinciliğin töresel yasalarıyla yetişen çocuk, delikanlı, erkek ‘‘namus cinayeti’’nde gerici eğitimin robotlaştırdığı bir zavallıdır... ? İstediğimiz kadar gazetelerin manşetlerine çıkaralım, köşelerde eleştirelim, sahte gözyaşları dökerek hüngür hüngür ağlayalım... Öldürülen kızın fotoğrafına bakarak: Vah vah, diyelim, yavrucak pek de güzelmiş!.. Ülkede dincilik gelişip iktidarlaştıkça; gericiliğin, taassubun, irticanın, softalığın, gelenekçiliğin ve de akıl dışılığın ürünü olan töre cinayetleri çoğalacak... Peki, töre cinayetlerini eleştiren liboş takımı, çağdaş, akılcı, bilimsel, Aydınlıkçı bir eğitimden geçmeyen toplumda ‘Tavşana kaç, tazıya tut’ siyasetinin hiçbir işe yaramayacağını bilmez mi?.. ? Vaktiyle Köy Enstitüleri’ne karşı çıkanlar ve de bugün temel öğretimi imam okullarına şavullamak için ellerinden geleni yapanların töre cinayetlerini eleştirmeleri çelişkinin çukurunda debelenmekten başka şey değildir... Törenin yıllar boyu kişinin kafasına istifleyip inanca dönüştürdüğü kuralları ancak akıl ve bilimle aydınlanmış genç kuşaklar tasfiye edebilirler... Nerede o genç kuşaklar?.. Kuvayı Milliyeci Telgrafçılar... Doç. Dr. B. Işık ÖZKAYA urtuluş Savaşı’nın kazanılmasında, dönemin en ileri haberleşme aracı olan telgrafla yürütülen çok çetin bir kavganın rolü yadsınamaz. Fatsalı Halim Efendi, Telgrafçı Hamdi Bey gibi çok sayıda isimsiz telgrafçı, İstanbul’daki İngiliz haberalma kaynaklarının akıl almaz baskı ve kuşatmasını kırarak Anadolu’ya gizli bilgileri sızdırmıştır. Mustafa Kemal, savaşın seyrini, haberleşmenin başında bulunarak, bilgi akışını izleyerek kontrol altına almış, dönemin en hızlı iletişim olanağını kullanarak zamanın en çağdaş teknolojisinden yararlanmıştır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenmesini, vali ve ordu komutanlarıyla yaptığı eşgüdümü telgrafla gerçekleştirmiş, Saray’a karşı geliştirdiği stratejiyi kendisine bağlı telgrafçılarla yürütmüştür. PostaTelgraf idaresi K nin İngilizlerin elinde olmasına karşın, en olumsuz koşulların aşılmasını isimsiz kahraman telgrafçılarla başarmıştır. Telgraf hatlarının tahrip edildiği, telgrafhanelerin basılıp dağıtıldığı bir ortamda yurtsever telgrafçılar, Mustafa Kemal’in hizmetinde yer almış; O’na bilgi aktarabilmek, iletilerini yerine ulaştırabilmek uğruna canlarını hiçe sayarak çalışmışlardır. Osmanlı Harbiye Bakanı Süleyman Şefik Paşa’nın, kolorduların kendi aralarında şifreli telgraf gönderemeyeceklerine ilişkin yasağına, Kâzım Karabekir Paşa, ‘‘Seferber düşmana karşı askeri sırları açıklamanın kanunlara göre cezası idamken, siz askeri sırların açıklanması emrini veriyorsunuz. Bilcümle kumanda makamlarının da hudutlara varıncaya kadar şifre muhaberatının men edilmesi, ancak Ermenistan’ın ve mevcudiyetimize düşman olanların menfaatına kaydedilebilir’’ şeklinde karşı çıkmıştır. Yine Ali Fuat Paşa, Şefik Paşa’yı telgraf başına çağırtarak kendisine ihtarda bulunmuş ve şifre yasağının 24 saat içinde kaldırılmasını, aksi takdirde bütün postaneleri askeri işgal altına alarak şifre ile haberleşmeye devam edileceğini bildirmiş ve bu uyarıya bütün kolordular destek vermişlerdir. Düşman yandaşlığının ezici baskı ve teslimiyet ortamında az sayıda telgrafçı, savaşın iletişim kanallarının açık kalması için mücadele etmiş, kesilen telleri onarmış, direkleri yenilemiş, postaneleri İngiliz işgaline, kontrolüne karşı canıyla korumuş, Atatürk’ün ‘‘telgraf savaşı’’na cepheden katılmıştır. Ali Kemal’in şahsında mandacılığı savunan İstanbul basını ve uzantıları, bütün kinlerini Mustafa Kemal’e karşı yöneltmişler, her türlü ihaneti haber olarak aktarmışlar, emperyalizmin iliş Şiirle, Müzikle Terapi... Abdullah AKAY İ nternet oyunlarıyla tanışan gençler kitaptan koptular. Şiir, edebiyat ve sanattan uzaklaştılar. Bilgisayar ortamı olan her yerde çocuklar, gençlerimiz ve hatta yetişkinler savaş oyunları oynuyor. Yaş döneminde olanlar veya olmayanlar erotik ve porno sitelerinde gezintiye çıkıyorlar. Çet yaparak haberleşip buluşanlar da çoğu zaman acıları yaşayıp aldatılıyorlar. Günümüz gençliği büyük bir boşluk içinde. Okuma güzelliğinden mahrumlar. Kendilerini taşıdıkları kesici delici aletlerle kanıtlamaya çalışıyorlar. En küçük sorunlarını bilgiyle, görgüyle değil şiddetle çözmeye çalışıyorlar. Böylece de batağa saplanıyorlar. Ailelerin çoğunluğu TV esiri olmuştur. Bu renkli aynalarda gösteri lenler insanları etkilemekte hiçbir TV kanalında ne gerçek sanatçıya, ne şaire ne de yazara yer verilmektedir. Kalça kıvırmaca programları vur patlasın çal oynasın sürmektedir. Bütün kanallar kültür ve sanatı saf dışı bırakıp reytinge yönelmişlerdir. Sabah 6’da kadın programlarında yer kapmaca kuyruğuna giren eğitimsiz kadınların iyi nesiller yetiştireceklerine inanmak mümkün değildir. Giderek edebiyat ve sanat dergileri yayın hayatına son vermekte, belli bir kesimin tekelinde olan holding dergileri de magazine yönelmektedir. Bu bulutlu gecelerde yine de gökyüzünde az da olsa yıldız görülmektedir. İstanbul’un değişik semtlerinde, şiire, sanata, musikiye gönül vermiş gerçek şair, yazar ve sanatseverler şiir ve musiki matineleri düzenlemektedirler. Şiir dinletilerinin yapıldığı yerler, yaşayan şairlerin şiir sevenlerle buluştuğu, tanıştığı, söyleştiği yerlerdir. Olumsuz yaşam koşullarının giderek çekilmez olduğu bu günlerde şiir ve musiki ile nefes almak insanlara mutluluklar yaşatmaktadır. İnsanlık Sanatı Derneği, ırk, din, mezhep ayrımı gözetmeyen, sadece Atatürk’ün çizdiği ve gösterdiği yolu kendine hedef kabul eden, sevgi dolu insanların birliğiyle oluşturulmuş bir topluluktur. Okullarda şiir yarışmaları düzenleyerek gençliği şiire yönlendirmeliyiz. Şiiri seven, insanı ve doğayı sever. İnsanı ve doğayı seven, kimselere kötülük yapamaz... Mutluluğun altın anahtarı kendi elimizdedir. Şiir, müzik ve sanatla depresyonumuzu yenip mutluluğu yakalayabiliriz. tirilmiş (embedded) gazetecilik örneğini vermişlerdir. Mandacı Rauf Ahmet’in gazetesi İstiklâl, gençliğin yayımladığı ‘‘bağımsızlık’’ yanlısı bildirilere karşı çıkmış, onları ‘‘sükunete’’ davet etmiştir. Üniversite gençliğinin, ‘‘Her türlü manda şeklini reddeder ve buna uymayacak barış antlaşması maddelerine boyun eğmeyeceğimizi ilan ederiz’’ şeklinde yayımladıkları bildirileri, heyecanla verilmiş kararlar olarak nitelemiştir. İçişleri Bakanı Ali Kemal, aynı zamanda Harbiye Bakanı gibi davranıp Mustafa Kemal’i azletmiş ve durumu tüm vilayetlere bildirmiştir. Sabah gazetesi de desteğini gecikmeden açıklamış; Ali Kemal’in emirlerine uymanın bir ‘‘vatan borcu’’ olduğunu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, düşmanın oyununa geldiğini yazabilmiştir. Karartılmış ve her türlü psikolojik savaşın yürütüldüğü bir ortamda bir grup yurtsever telgrafçı, Atatürk’ün haber alma kanallarının açık kalması için savaş vermiştir. İşte bunun içindir ki, Kurtuluş Savaşı bir anlamda ‘‘telgraf savaşı’’ olarak da kabul edilebilir. Atatürk, bütün yapmak istediklerini, yaptıklarını, talimatlarını, savaş şifrelerini telgrafla yürütmüş; her an ve her koşulda ona başvurmuş; tarihin sayfalarını, yarı beline kadar eğilmiş, yorgun ve ahşap direkler arasında sarkıp duran tellere aktaran telgrafçılara emanet etmiştir. Bugün, ülkemizin kamusal alanlarıyla birlikte, haber kanalları da ‘‘küreselleşme’’ savlarıyla yabancıların eline geçiyor. Kurtuluş Savaşı’nda mütareke basını, düşmanın haberalma kaynağı gibi çalışmış, ihbarcılık yaparak milli mücadeleye katılanların düşman eline düşmesine neden olmuş ve vatana ihaneti kendilerine yakıştırabilmişlerdir. Lozan görüşmelerinde, iletişimin yeterli olmaması nedeniyle sıkıntı yaşanmıştır. Ankara’dan Lozan’a bilgi ve talimatlar şifreli telgraflarla, önce ‘‘Köstence’’ telgraf merkezine, oradan da Lozan heyetine gönderildiği için, İngilizler tarafından şifreler ele geçirilip çözülmüş ve bu durum onların üstünlük sağlamalarına yol açmıştır. Heyetin yapacağı konuşmalardan haberdar olmuşlar ve önce Kerkük petrollerini ele geçirmişler, daha sonra Musul sorununu erteleyerek siyasal üstünlük sağlamışlardır. Lozan görüşmeleri esnasında sağladıkları haber alma üstünlüğüyle ve Doğu’da, Kürt ayaklanmaları çıkartarak Musul ve Kerkük’ün savunulmasını güçleştirmişlerdir. İşte bütün bu olumsuzluklar dikkate alınarak, PTT’nin ulusal olmasına daima özen gösterilmiş, İngilizlerin elinde olan PostaTelgraf İdaresi’ne karşılık Ankara’da, TBMM Hükümeti Posta Müdürlüğü kurulmuştur (1920). Sonuç: Bugün çok sayıda ülke, haberleşme başta olmak üzere özelleştirmeleri terk etmektedir. Brezilya, Arjantin, Venezüella kamu kaynaklarını yeniden halkın hizmetine iade ediyor. ABD, AB ve İngiltere, haberleşme kanallarının yarıdan fazla hissesini kamuda bırakmaktadır. Ülkeler, haber kanallarını yabancılara devretmemektedir. Bağımsız El Cezire televizyonu olmasa, ABD’nin Irak’taki katliamları öğrenilemeyecek... Ülkemizde, ‘‘TELEKOM’’ satılarak iletişim kanallarımızın dünya çapındaki gücü yabancıların eline geçmiş oldu. Oysa yakın tarihimiz bize, emperyalizme karşı yapılan savaşların, iletişim ve haber alma savaşını da tetiklediğini göstermektedir. Haber kanallarımızı kamu yararı, ülke güvenliği ve stratejik önem açısından ele almak ve özelleştirmekten vazgeçmek zorundayız. Kaynakça: 1 Nutuk. 2 Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman. 3 MİT, Tuncay Özkan. 4 Meydan Larousse, cilt 10. 5 İstiklal Harbi Gazetesi (15.05.191911.10.1919 arası), Hazırlayan: Ömer Sami Coşar, Yeni İstanbul Yayını, Derleyen: Selçuk Belediyesi. ESAS NO : 2005/602 Davacı Serap Genç tarafından açılan Gaiplik davasının yapılan açık yargılamasında verilen ara kararı uyarınca; CUMHURİYET MAH.İZZETPAŞA SOKAK PARS APT.N:44 D.2 ŞİŞLİ/İSTANBUL adresinde ikamet eden Muhteşem Tahir ve Havva’dan olma 02.09.1951 doğumlu İstanbul ili,Beyoğlu ilçesi,Kadımehmet Mah.Cilt 19,Hane 848,BSN: 11,TC.Vatandaşlık N:48499252586 da nüfusa kayıtlı bulunan ve 2000 yılı Haziran ayında evden ayrılan ve bir daha kendisinden haber alınamayan TAHİR YALÇIN ın Gaipliğine karar verilmesi istenilmiştir.Gaipliği istenilen bu kişi hakkında bilgisi bulunan kimselerin ilan tarihinden itibaren 6 aylık süre içerisinde mahkememize bilgi vermeleri hususu T.M.K.nun 33/2 maddesi uyarınca İLANEN DUYURULUR.02.05.2006 Basın: 33582 ŞİŞLİ 3. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ İLAN ŞİŞLİ 3.ASLİYE HUKUK HAKİMLİĞİ’NDEN CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle