19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
25 MAYIS 2006 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr İstanbul’un 2010 yılı ‘Avrupa Kültür Başkenti’ sorumluluğunu herkesin paylaşması gerekiyor 15 ODAK NOKTASI AHMET CEMAL ‘Kültür başkenti’ne doğru... aklaşık 3.5 yıl sonra 2010 yılına girdiğimizde, İstanbul için de ‘Avrupa Kültür Başkenti’ (AKB) günleri başlamış olacak. Bir kentin AKB olması demek, adı üzerinde özellikle ‘kültür’ alanındaki etkinliklere tüm ‘Avrupa kültürü’ adına yıl boyu en yoğun şekilde ‘ev sahipliği’ yapması anlamına geliyor. Böylesine ‘evrensel’ bir sorumluluğun yerine getirilebilmesi için de elbette ki başta ‘devlet desteği’ olmak üzere hem ulusal hem uluslararası ilginin güçlü olması gerekiyor. Nitekim Bakanlar Kurulu’nun 23 Kasım 2005 tarih ve 2005/9706 sayılı kararıyla ‘devlet adına’ oluşturulan ‘Girişim Kurulu’ bu önemli ev sahipliğini ülkemize kazandırdıktan sonra, şimdi de hızla geçen zamana karşı yarışarak hazırlıklarını sürdürüyor. Kurulun öncelikli görev ve yetkileri, 11 Aralık 2005 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan kararnamede şöyle be Zaman, Bu Dünyada da Geçebilirdi? Ayrı dünyalarda yaşamaya başlayalı pek uzun zaman olmadı. Ama yine de sana bir yazayım dedim? Bu tarafta değişen hiçbir şey yok. Yaşamayı sürdürüyoruz. Bazen yaşayarak, bazen de yaşadığımız yanılsamasıyla. Hep aynı. Kimi olaylar bağlamında örneğin, seninkisi gibi cenaze törenlerinde bir kenara çekilip, hayata o zamana kadar ayak basmadığımız bir kıyıdan bakar gibi bakıyoruz. Böyle zamanlarda: ‘‘Yahu ne boş şeymiş!’’ dediğimiz oluyor pek çok şey için. Birbirimize, ama belki de asıl kendimize söylüyoruz buna benzer şeyleri. Camilerde ya da mezarlıklarda, artık bu kadar boş ve anlamsız yaşamamaya karar veriyoruz. ??? Ama akşamı bulmuyor. Akşam saatleri için, bir sonraki gün için, sonraki bütün günler ve zamanlar için sanki o kadar zamanımız varmışçasına, sanki daha birkaç saat önce zamanın pek sinsi kısaldığından yakınanlar bizler değilmişçesine!, aynı boşlukların ve anlamsızlıkların başı çektiği bir akışı planlamaya koyuluyoruz. Bu ülkede temelde bir şeyler, biliyorsun, yıllardır değişmedi. Sen ayrılalı ise henüz bir ay bile olmadı. Ne değişecekti ki? Senden hemen sonra yine ölümler oldu. Ölmeyip yaralananlar oldu. Yaşamaktan bıkanlar oldu. Anlamlı, anlamsız, tüm koşuşturmaları yaşamak sayanlar oldu hep de olacaklar. Bana gelince, şu satırları yazdığım güne kadar daha yayınevine ayağımı basmış değilim. Gücüm, sadece birkaç kez telefon etmeye yetti. İlki çok, ama çok zordu. Telefonda çıkan sese ilk defa : ‘‘Erdal geldi mi?’’ diye sormayacaktım. Yine ilk defa: ‘‘Erdal’ı bağlar mısınız’’ demeyecektim. Sonraki telefonlar ise gerçek anlamda kolay olmamakla birlikte, yine de idare etti. (Öyle olmak zorunda; ölmediğimize göre yoksa, daha yaşarken de birkaç kez ölebilir mi insan, diye sormamız mı gerek?) Şu anda evdeyim, yarım kalanları, yarım bırakılanları, yarım bıraktıklarımızı düşünüyorum. Yaşanmışlar ne olursa olsun, bize ne kadar tamamlanmış gibi gelirse gelsin, ölüm, galiba üstünde ‘‘tamamdır’ gibisinden bir şeyler yazan bütün dosyaların mühürlerini söküyor. Öyle ki, en tamamlanmışlar, en derinliğine yaşanmışlar bile ansızın ‘daha yeni başlanmış’, ‘tamamlanmasına epey vardı’, ‘gerisi de yaşanabilirdi’ kabilinden bir şeylere dönüşüyor. ??? Zamanın geneli içersinde, bizim zamanımız kıldığımızı, kılmaya çalıştığımızı tamamlayamadık Erdal, bilmem anlatabiliyor muyum? Bunun içinde bizim kıldıklarımız da var, bizim kılabileceğimiz halde ihmalkâr davranarak yanımızdan bizsiz geçip gitmesini umursamadığımız zamanlar da. Hep böyle olmaz mı? ‘Bir gün’ sözcüklerinin arkasına dizdiğimiz niyetlerimiz, isteklerimiz, hepsinden önemlisi de o hep acımasızca ertelediklerimiz. ‘Elbette yapacağız’dır; ya da ‘Bir gün mutlaka yapmalıyız’dır. Düşünüyorum da, yaşamlarımızda ne kadar çok ‘bir gün’ varmış meğer! Gerçekte hiçbir yaşama sığamayacak kadar sayısı kabarık ‘bir gün’ler. Bir yaşamın sınırlarını çok aştığının hemen hiç farkına varmadığımız sayıda ‘bir gün’ler. Kesin hesaplar ise genellikle cami avlularında, ‘Bir namazlık saltanat’lar için toplanılan musalla taşlarının başında çıkar. Daha çıkışta unutulup, bir sonraki cami buluşmalarına ertelenen hesaplaşmalar. Bunu hep yapıyoruz. Bunu biz de yapmadık mı, sevgili Erdal Öz? Oralarda durum nedir bilemiyorum. Ama buralarda bütün bunlar, senden bu yana içime bu kez ağır oturdu! Çünkü zaman, bu dünyada da geçebilirdi, ve biz, onu daha çok bizim kılabilirdik, sevgili dostum! eposta: acem20?hotmail.com ahmetcemal?superonline.com Y AVRUPA’YI DOĞU’YLA BULUŞTURAN KENT... İstanbul’un 2010 yılı Avrupa kültür başkenti seçilmesindeki önemli etmenlerden biri de şu gerçeğin anımsatılması oldu: “Tarih boyunca Doğu’yla Batı’nın etkileşimini yaşayan İstanbul, kültürel dokusunda da Avrupa’nın Asya’yla buluşmasını simgeliyor... lirleniyor: ‘‘İstanbul’un 2010 yılı Avrupa Kültür Başkentliği için, adaylık başvuru dosyasını hazırlamak, gerekli girişimlerde bulunmak, projeler hazırlamak, hazırlanan projelerin uygulanmasını takip etmek, kamu kurum ve kuruluşları ve sivil toplum örgütleri arasında koordinasyonu sağlamak, adaylık sürecinde ortaya çıkabilecek aksaklıkları tespit ederek çözüm bulmak...’’ (Madde 3) Aynı kararnameye göre Girişim Grubu; ‘‘Danışma Kurulu, Yürütme Kurulu ve Bütçe Komisyonu’’ndan oluşuyor. Danışma Kurulu’nda, ‘‘Dışişleri Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri temsilcileri’’ yer alıyor... (Madde 4) Yürütme Kurulu’nda da ‘‘Danışma Kurulu’nu oluşturan kamu kurum ve kuruluşlarının temsilcileri ile Danışma Kurulu’nca uygun görülen sivil toplum örgütü temsilcileri’’ bulunuyor... (Madde 5) İşte böylesine ‘katılımcı’ bir örgütlenmeyle sürdürülmesi öngörülen çalışmalardaki ilk zorlu aşama olan ‘‘İstanbul’un 2010 AKB Adaylığı’’nın gerekçeleri ve ‘tema’sı, geçen mart ayında Brüksel’de toplanan ‘‘Avrupa Birliği AKB Seçici Kurulu’’na sunulmuştu. Kurulun, diğer aday Rusya’nın Kiev kenti karşısında, ‘oybirliği’ ile İstanbul’u seçmesindeki en önemli neden de ‘‘organizasyonda hükümet dışı kuruluşlarla ortaklık’’ ve AKB etkinlikleri için belirlenen ‘Dört Elementin Kenti: İstanbul’ kavramının çekiciliğiydi... Sunumdaki ‘toprak’, ‘hava’, ‘su’ ve ‘ateş’ten oluşan, yaşamın kaynakları ‘dört element’ kavramıyla savunulan temaya göre de İstanbul, yüzyıllar boyunca Avrupa medeniyetlerinin kesişme noktasında yer aldığından, ‘farklılıkları yaşama’yı bilen ve öğrenen bir kent olarak AKB kimliğiyle de Avrupa’yı doğusuna bağlayan bir köprü olacak... Bu anlamda ‘toprak’, gelenek ve dönüşüme işaret ederken ‘hava’ yerli ve yabancı müzisyenleri bir araya getire cek; ‘su’ kent ve deniz ilişkisi içinde Boğaziçi etkinliklerine esin kaynağı olurken ‘ateş’ de geleceği yaratmanın heyecanını modern sanatlara taşıyacak... İşte bu temaya bağlı olarak dört elementin ‘zengin çağrışımları’yla yıl boyu sürmesi tasarlanan etkinliklerin çeşitliliğini de değerlendiren Seçici Kurul, İstanbul önerisinin yenilikçi niteliği ve ‘kentin kökleri’ne dayanan bir görüntü sergilemesi açısından, AKB amaç ve içeriğine uygun ve özenli bir hazırlığın sonucu olduğunu belirledi... ‘Müellifi’ M. Mercouri Avrupa Birliği kapsamında AKB projesinin müellifi eski Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri... Bu nedenle ilk AKB de 1985’te Atina olmuş; ardından diğer kentlerle süren uygulamaya 2000 yılından bu yana ‘‘AB’ye aday ülkeler’’e de olanak sağlanmıştı. Bunun üzerine İstanbul’un 2010 AKB’liği için ilk resmi girişim de hemen 2000 yılında yapılmıştı... Şimdi kolların, artık daha da sıvandığı 2010 ev sahipliğimizin hazırlıkları için Girişim Gurubu’nun başkanlığını Nuri Çolakoğlu yürütüyor ve kurulda ‘13 sivil toplum örgütü’ temsil ediliyor. Başarıya ulaşılabilmesi için artık en önemli aşama ise ‘özel yasa’nın bir an önce çıkması. Girişim Kurulu ne kadar katılımcı olursa olsun, özellikle ‘kaynak’ temini, ‘mali’ ilişkiler ve çalışmaların ‘bürokratik yavaşlama’lardan etkilenmeden hızla sürdürülebilmesi için, bunları aşmayı kolaylaştıracak yasal yetkilendirmeler ve görevlendirmeler gerekiyor... Çalışmalara valilik adına katılan Vali Yardımcısı Cumhur Güven Taşbaşı’ndan öğrendiğimize göre, taslağı hazır olan yasada merkezi ve yerel yönetimlerin kaynak ve olanak seferberliğine geçmeleri öngörülmekte. Ayrıca yine yasada ‘‘film, tiyatro, görsel sanatlar’’ gibi ‘alt komisyonlar’ın oluşması; bunlar için geniş ekipmanlara sahip özel bir büronun kurulmasına yönelik düzenlemeler de yer alacak... İstanbul’un 2010 AKB sorumluluğu için gerek Girişim Kurulu’nun ‘öncelikler’ine, gerekse ilgili tüm kurumların sorumluluklarına ilişkin ‘değerlendirmeler’i ise gelecek yazılarda sürdüreceğiz... Pulitzer ödüllü ilk Türk foto muhabiri ALPER SARVANLARDAN Associated Press Ajansı’nda çalışan, Türkiye’nin ilk Pulitzer ödüllü fotoğrafçısı Murat Sezer’in ödüllü fotoğrafının ilk kez sergilendiği ‘Irak Fotoğrafları’ sergisi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin, Nişantaşı kampusundaki gazetecilik bölümü koridorlarında açıldı. Bağdat, Kerkük, Tikrit, Felluce, Mahavel ve İran sınırında çekilmiş 53 fotoğrafın yer aldığı sergi 28 Mayıs’a kadar gezilebilecek. Sezer’le fotoğraf ve özellikle de ‘savaş fotoğrafçılığı’ üzerine konuştuk. Fotoğraf çekerken etik olarak nelere dikkat ediyorsunuz? MURAT SEZER Ajans olarak zaten bizim belirli etik kurallarımız var. Bilgisayarda fotoğrafın sadece renk tonlarını iyileştirmeye izin var. Ama fotoğrafta bir şeyi silmek veya eklemek kesinlikle yasak. Kişilere, röportajlar dışında poz verdirmek, kurmaca, mizansen yapmak, yaptırmak hoş karşılanmıyor. Mümkün oldukça olayın akışına, insanların duruşlarına ve tavırlarına müdahale etmeden, doğal kareler yakalamak gerekiyor. Savaş alanlarına giden fotoğrafçılar ve muhabirler zaman zaman ‘Benim burada ne işim var’ sorusunu sorarlar, sizde böyle bir şey oldu mu? SEZER Savaşın tarafları var, gazeteci tarafsız olduğu için ortada kalıyor. Mesela şu an Irak’taki gazeteci hiçbir tarafa yakın değil. Sokağa çıksa ya asker vuracak ya direnişçi. O yüzden hemen hemen herkes aynı soruyu soruyordur. Ben bu işin tarafı değilim, neden buraya geldim, ölsem ne olacak? Pulitzer ödülüne nasıl katıldınız? Kısaca anlatır mısınız? SEZER Aslında baştan haberim yoktu. 2004 yılı için Associated Press, Irak fotoğraflarıyla yarışmaya girmeye karar vermiş ve Irak’tan son dakika haberleriyle ilgili 20 fotoğraflık bir seri hazırlanmış. Bu seriye benim de fotoğrafım konmuş. Sonuçlar açıklanınca New York’tan aradılar, o zaman haberim oldu. Siz iliştirilmiş bir gazetecisiniz. İliştirilmiş gazetecilere yönelik eleştiriler için ne düşünüyorsunuz? SEZER Öncelikle bir noktaya açıklık getirmek istiyorum. Ben sadece ‘iliştirilmiş gazeteci’ değilim. Haber fotoğrafçısıyım, gazeteciyim. Irak’a birçok kez gittim. Hepsinde de iliştirilmiş değildim. Her yerde her zaman söylüyorum, iliştirilmiş gazeteciliği savunmuyorum, ama şöyle bir tespitim var: Eğer iliştirilmiş gazeteciler olmasa ordular, daha büyük katliamları ve vahşeti gizleyebilirler. Günümüzde, iliştirilmiş gazeteciler her şeye rağmen ordulardan bize haber sızdırabilecek elimizdeki tek kaynak. Fotoğraflarınızın bir şeyi değiştirdiğini düşünüyor musunuz? SEZER Tabii ki anlık değil veya bire bir bir şeyi değiştirmiyorlar, ama zaman içinde farklı etkiler bıraktıklarını, bir şeyi değiştirmeseler bile insanları düşünmeye yönlendirdiğini sanıyorum. Bu mesleğe ilgi duyan gençlere etkili fotoğraf çekebilmek için neler önerirsiniz? SEZER Çok okumak, fotoğraf bakmak, fotoğraf çekmek, iyi düşünmek, çekeyim de hemen gideyim diye düşünmemek, en basit bir işi bile ciddiye alıp özenle yapmak gerekir. CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle