25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
24 NİSAN 2006 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA DIŞ BASIN San Francisco depreminin üzerinden bir asır geçti, doğru olmayan söylentilerin sonu gelmedi (1) (2) 9 DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Ateş Bacayı Sarmadan... İlkbaharla birlikte içinde yer aldığımız bölgedeki gerilim son kerteye doğru artarak güçleniyor. Birleşik Devletler’le İran arasındaki nükleer kol güreşi, zaten yeteri kadar karışık durumda olan bölgeyi bir kez daha sıcak bir savaşın eşiğine getirmiş görünüyor. ABD ve genel olarak Batılı ülkeler, İran’ın molla rejiminin, ona konuyla ilgili teknolojinin kimler tarafından sağlandığını sorgulamaya yanaşmadan, nükleer silaha sahip olmasına karşı çıkıyor. İran’ın atom bombasına sahip olma sürecinde önemli bir adım sayılan uranyum zenginleştirme evresine ulaşması, başta ABD olmak üzere çok sayıda Batılı ülkenin konuyla ilgili endişelerini arttırıyor. İran Cumhurbaşkanı’nın sürekli tehditlerle yangına adeta körükle gitmesi ise sıcak çatışma heveslerine çanak tutuyor. Öte yanda İran Cumhurbaşkanı’nın nükleer seçeneğin barışçı amaçlarla kullanılacağıyla ilgili savlarının inandırıcılığına gölge düşürürken ABD’nin çok önceden hazırlayıp geliştirdiği ‘‘İran’ı vurma’’ planlarının gerçekleşmesi için fırsat kollayan W. Bush ve savaşçılarının ellerini güçlenderiyor. Rusya, Çin ve bir ölçüde Fransa’nın da karşı çıktığı savaş seçeneğine, Şaron’un halefi Olmert yönetimi de tam kadro destek veriyor. ??? Açıklanan amaç, diplomatik seçeneğin sonuç vermemesi durumunda, gerektiğinde taktik nükleer silahların da devreye sokularak İran’ın nükleer tesislerini vurmak, yaratılacak istikrarsızlıkla da molla rejiminin sonunu getirmek. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, hele sonuçlarını şimdiden kestirmek olanaksız. Ancak en azından şimdilik, gerilimden kârlı çıkanın molla rejimi olduğunu söylemek mümkün. ABD’nin savaş tehditleri, ülkede vatanseverlik duygularını arttırmış, halkın rejimle olan sorunlarını ikinci plana atarak mollaların iktidarını pekiştirmiştir. Gerilim nedeniyle 74 doları aşan petrol fiyatları ise rejimin kasalarını doldurmasının yanı sıra İran’a uluslararası arenada yeni ve güçlü bir baskı olanağı sunmuştur. Ama asıl sorgulanması gereken, böylesi bir sıcak savaşın, bölgeyi, giderek Ortadoğu’nun tümünü ne ölçüde etkileyeceğidir. Savaşın yan etkilerinin son derecede olumsuz olacağını söylemek kehanet sayılmaz. Bölgede işlerin daha da karışması, petrol fiyatlarının tavana vurarak dünya ekonomisini ciddi ölçülerde sarsması, Irak’ta Şii direnişinin yeniden ivme kazanması, terörün tırmanması, İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarının iç edilmesi sürecini hızlandırması, İran’ın komşularıyla geleneksel barışçı ilişkilerinin olumsuz yönde etkilenmesi ilk akla gelen olası gelişmeler arasında sayılabilir. ??? Üstelik bu olumsuz gelişmelere karşın böylesi bir savaşın getirisi de son derecede kuşkuludur. Bir kez İran’ın yerüstü ve yeraltındaki 300’ü aşan nükleer tesislerinin tümünü, ne denli gelişmiş silahlar kullanılmış olsa da salt hava saldırılarıyla yok etmek pek kolay görünmemektedir. Çok sayıda uzmanın söylediklerine bakılırsa burada önemli olan, İran’ın artık ‘‘atom bombası’’ yapımı için gerekli bilgi ve teknolojiye sahip olmasıdır. Bu yüzden tesisleri bombalamak, işi geciktirmekten öte işe yaramaz. Sorun bombaya sahip olmasını geciktirmekse, zaten şu andan itibaren İran’ın bomba yapım evresine ulaşması için, yine uzmanların ifadelerine göre, beş ila on yıla ihtiyacı vardır. Bu da molla rejiminin uluslararası ölçekte gerçekleştirilecek çeşitli diplomatik ve ekonomik yaptırımlarla köşeye sıkıştırılarak, savaş seçeneğine başvurmadan geri adım atmasının sağlanması pekâlâ mümkündür. Bütün bunlar ‘‘sıcak bir savaşın’’ getirisi ve götürüsü hesaplandığında, ‘‘astarının yüzünden pahalı’’ olacağını ortaya koymaktadır. İran’ın komşularının, özellikle de Türkiye’nin, dolaylı da olsa, bu beyhude savaştan uzak durmasında yarar var. Ancak Amerikan Dışişleri Bakanı Rice’ın ülkemizi ziyareti öncesi Ankara’nın tavrı, ABD’nin her fırsatta başımıza kaktığı ünlü ‘‘tezkere’’ ve Hamas ziyaretinin ezikliği içinde, artık güçlü müttefikinin her istediğini yerine getirmeye hazır olduğu izlenimi vermektedir. Umarız, ekonomiyi IMF’ye teslim etmekte sakınca görmeyen AKP iktidarı, bu fırsatla ülkenin dış politikasını Washington’a ihale etmeye kalkışmaz! (3) Valencia Oteli (1) ve belediye binasının görüntüsünün (2) kenti ne hale getirdiğinin somut kanıtı olduğu depremden sağ kurtulan 109 yaşındaki Chrisse Martinstein ve 103 yaşındaki Herbert Hamrol (3) anma törenine katıldı. (AP) 100 yıllık deprem efsaneleri CARL NOLTE eprem sonrası işlenen büyük suçlar mı? Deprem efsaneleri, üzerlerinden 100 yıl geçtiği zaman bile varlığını sürdürür... San Francisco artık yıkıntılardan ibaretti ve kent semalarındaki duman uzun süre ortadan kaybolmadı. Ve depremden kurtulanlar ölmediklerini, ölmeyeceklerini anladıklarında efsane ve mitlerin öyküleri yayılmaya başladı. 1906’da San Francisco’da ve 2005’te New Orleans’ta yaşanan acı gerçekler vardı. Ama insanoğlu geçmişini anımsamaya başladığından beri efsane ve mitler felaketlerin doğal bir parçası olmuştur. Büyük olasılıkla Truvalı Helen’in yüzüyle binlerce gemiyi kızaktan suya indirebilecek kadar güzel olduğu, Aşil’in topuğuna isabet eden bir ok yüzünden öldüğü ve Truva’yı fethetmek için tahtadan bir at kullanıldığı doğru değil. Ancak şair Homeros olup biteni böyle kaleme almış ve efsanevi bir epik yapıt üretmiş. İşte 1906’daki büyük depremin sonrasında, kentteki küllerden mitler yükseldi. Deprem sonrasında kulaktan kulağa yayılan ve yüz yıldır varlığını koruyarak en kalıcı efsane olan şey, kent şiddetle sarsıldıktan sonra başta yağmacılık olmak üzere bir dizi suç işlendiğine ilişkin olandır. Anlatılanlara D ? 1906’nın 18 Nisanı’nda San Francisco’yu yerle bir eden depremin ardından birçok felaketten sonra olduğu gibi türlü söylentiler yayıldı. Yağmacılık kol geziyordu, her tür suç oranında artış vardı. İnsanların yüzükleri için elleri kesiliyordu. Sıkıyönetin ilan edilmiş, ordu birçok kişiyi öldürmüştü.. aslında bunların hepsi doğruyu yansıtmayan ya da yüzde yüz yansıtmayan deprem efsaneleri... göre yağmacılık ve işlenen diğer suçlar o kadar ciddiydi ki sıkıyönetim ilan edildi. Ve ABD ordusu yüzlerce yurttaşını vurarak öldürdü. Ölenlerin cesetleri ise deprem sonrasında çıkan yangınlarda yanmaları için ateşe atıldı. Aslında gerçekte hiçbir zaman sıkıyönetim ilan edilmemişti ve yağmalama olduysa bile asgari seviyedeydi. İşlenen başka bir suç da olmamıştı. Aynı yağmalama öyküleri New Orleans depreminden sonra da dolaştı ortalarda. Sıkıyönetim söylentisi 1906’daki yağmalama söylentileri o kadar güçlüydü ki Belediye Başkanı Eugene Schmitz, yasaya aykırı da olsa yağmalama işine girdiğinden veya herhangi başka bir suç işlediğinden şüphelenilen herkesin vurulması emrini verdi. Deprem ve yangından bir süre sonra tarihçi Henry Morse Stephens, doğal felaketle ilgili derinlemesine bir araştırma yaptı. O yıl, ‘‘suç karnavalı’’ şeklinde yansıtılan haberleri inceledi ve söylentilerin bir mit, bir efsa neden öte şeyler olmadığı kanısına vardı. Stephens, daha eski dönemlerdeki depremlerden sonra da özellikle de 1755 Lizbon depremi sonrasında bu tarz söylentilerin yayıldığına dikkat çekti ve şu ifadeleri kullandı: ‘‘Tarih komitesinin elindeki, 1906 yılı Nisan ve Mayıs aylarına ilişkin dokümanlar açıkça bu dönemde San Francisco’da olağandışı suç işlenmediğine işaret ediyor.’’ Korkunç suçların işlendiği, dehşet sahnelerine ilişkin haberlere o dönemde ve sonrasında inananlar çoktu. San Francisco Polisi’nden Thomas Duke da 1910 yılında anılarını kaleme alırken şu satırlara yer verdi: ‘‘Polis merkezine çok sayıda harap olmuş ev ve dükkânın soyulduğuna dair haberler geliyordu. Elindeki yüzükleri almak isteyen hırsızların kolunu kestiği bir kadın ölü bulundu.’’ Stephens ise bu satırlara ‘‘Tabii San Francisco’da asla böyle bir şey olmadı’’ diye yanıt veriyor. Ve, yüzük için kol ve parmak kesilmesini ‘‘bir ortaçağ hikâyesi’’ olarak nitelendiriyor. Yağmalama ve suç oranının yükselmesine ilişkin öyküler kendi efsane lerini yarattı. Bazı yazarlar yüzlerce San Franciscolunun vurularak öldürüldüğünü yazdı. Bu konularda kulaktan dolma söylenen çok şey var ama somut kanıt yok. Resmi verilere göre polis veya ordu tarafından sadece üç kişi öldürüldü. Gerçek sayıyı hiçbir zaman bilemeyiz. Ama bu sayının 10’a yüzden daha yakın olduğu kesin. Deprem sonrasındaki başka bir söylenti de her yerde büyük çapta yıkımın olduğuna, San Francisco’nun bir bölümünün okyanusa karıştığına, depremin kenti silip süpürdüğüne ilişkin. San Francisco’da yayımlanan gazeteler, binlerce kişinin açlıktan öldüğünden, salgın hastalığın başgösterdiğinden de eminlermiş o dönemde. Çıkar çevrelerinin oyunu Geçen hafta yerel televizyon kanallarında bahsedilen başka bir teori de var. O da iş çevrelerinin, özellikle de müteahhitlik firmalarının depremin verdiği zararı ‘‘ne olduysa yangın nedeniyle oldu’’ diye örtbas etme çabası gösterdikleriydi. Aynı haberlerde fotoğrafların üzerinde, zararın dep remden çok yangından kaynaklandığı imajını vermek için oynandığı da iddia edildi. Tabii bu haberlerde 1906 depreminin fotoğraf gazeteciliğinin başlangıcına denk düştüğünden bahsedilmiyordu. Belediye binasının yıkık halinin yangından kaynaklandığını iddia etmek ve bir fotoğrafı hileyle bu hale getirmeyi düşünmek çok zor. Berkeley’deki Bancroft Kütüphanesi’nde deprem ve yangının 10 bini aşkın fotoğrafı var. Bunların çok azı, üzerinde oynanmış fotoğraflar gibi görünüyor. Aslında o depremi yaşamış olan San Franciscolular da yıllarca depremden değil, yangından bahsettiler. Sanki binaların dayanıksızlığını kamufle etmek isteyenlerin öyküsüne destek çıkmak istercesine... Yangının zararı büyüttüğü doğru. Ama deprem olmasaydı yangın da olmayacaktı. Depreme ilişkin birçok belge ve fotoğrafa sahip olan tarihçi Stephens da mitlerin bir parçası oldu. Bancroft Kütüphanesi’ndeki koleksiyonu yok oldu. Bu koleksiyonun çalınması, Dennis Smith’in 2005’te yazdığı kitapta, deprem ve yangına ilişkin doğruları saptırmak isteyen çıkar çevrelerinin işi olarak yorumlanıyor. Anlaşılan tarih bile efsane ve mitlerin bir parçası olmuş... (San Francisco Chronicle, ABD, 16 Nisan) İsrail devleti tek taraflılıktan vazgeçmek zorunda MANUEL HASSASYAN* P azartesi günü Tel Aviv’de düzenlenen intihar saldırısı uluslararası toplum tarafından lanetlendi. Ama İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki sivilleri bombalamasını eleştiren karar da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ABD tarafından bloke edildi. Bu ay İsrail emniyet güçleri 30’u aşkın Filistinliyi öldürdüler. Gazze Şeridi’ne her gün 200 bomba fırlatıyor İsrailli emniyet güçleri. Uluslararası toplumun önde gelenleri sık sık Hamas’ın iki devletli çözümü kabul ettiğine ilişkin açıklama yapmasını istiyor. Ancak bunu yaparken güttükleri politika, bu seçeneğin önünü kesiyor. Hamas’ın Filistin yönetimini ele geçirmesinden sonra ABD ve Avrupa Birliği, seçim sonuçları nedeniyle İsrail’i barış ve güvenliğin siyasi yöntemler ve görüşmelerle sağlanabileceği konusunda ikna etmekten çok Filistinlileri cezalandırma yoluna gittiler. ABD önderliğinde, Filistin yönetimine yapılan insani yardımın kesilmesine neden olarak Hamas’ın şiddetten vazgeçmemesi, İsrail’in var olma hakkını kabul etmemesi ve geçmişte imzalanan anlaşmalara bağlı kalmaması gösterildi. İşgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan 3.8 milyon kişinin 1 milyonu, yaşamak için Filistin yönetiminin ödediği maaşlara bağlı. Bizim insanlarımızı olduklarından daha da yoksul hale getirmek sadece var olan insani sorunları arttırmaz, Filistin ve İsrailliler için söz konusu olan güvenlik krizini de daha kötü hale getirir. Gerçek tehdit, Filistin yönetiminin teoride takındığı tavırda değil İsrail’in vazgeçmemecesine kendini adadığı tek taraflılıkta yatıyor. Şimdi Başbakan Ehud Olmert’in ‘‘birleşme planı’’ adı altında yürüttüğü tek taraflılık politikası Filistin topraklarının hâlâ işgal atında olduğu ve sömürüldüğünün somut göstergesidir. Olmert’in Batı Şeria’daki bazı yerleşim birimlerini dağıtma fikrinde olduğu doğrudur. Bu, çekilme planının devamı gibi görülebilir. Ancak stratejik açıdan büyük önemi olan birimleri ko ruma planı da var. Bu, sorunu çözmez, daha da büyütür. Çünkü bu, çekilme planı sürüyor gibi gösterilse de İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki yasadışı varlığı ve inşaatı sürüyor demektir. Kalıcı bir Filistin devletinin kurulmasının da engellenmesi demektir. Devlet olmadan barış olmaz İsrail, duvarın doğusunda, Ürdün Vadisi’nin kontrolünü elinde tutmak istiyor. Bu bölge Batı Şeria’nın dörtte biri kadar büyüklükte. Duvarın batısında ise Filistinliler için verimli toprakları, su kaynakları ve ekonomik potansiyeli açısından hayati önem taşıyan bölgeleri ilhak etmeyi planlıyor. Bu bölgeler, Doğu Kudüs’teki ve etrafındaki bölgeler. İsrail’in Batı Şeria’nın yüzde 9.5’ini kontrolü altında tutmasına izin verilmesi bile Filistin devleti projesinin uygulanabilirliğini tehdit ediyor. Filistin devleti olmadan da barış olamaz. İsrail’in ortaklık hakkını inkâr etmesine rağmen son aşamadaki görüşmelerde Filistinlileri temsil eden, Filistin yönetimi değil Filistin Kurtuluş Örgütü’dür (FKÖ). Ocaktaki seçimin sonucu ne FKÖ’nün ilkelerini değiştirir ne de İsrail’le görüşmelerin hemen başlaması isteğini. Zaten Hamas da kamuoyu önünde açık açık görüşmelerin yeniden başlamasını istediğini açıklıyor. Ve, Gazze Şeridi’ndeki ofisine yağan İsrail bombalarına rağmen Filistin Devlet Başkanı ve FKÖ lideri Mahmut Abbas da barış sözünü tutmaya devam ediyor. Dünya gerçekten barış istiyorsa son fırsatı iyi değerlendirmeli. Olmert koalisyon hükümetini kurarken, uluslararası toplum ki buna İsrail’in en yakın dostları da dahil bu ülkeyi tek taraflılığın çıkarlarını düşünmekten görüşmelerin yeniden başlamasına doğru yönlendirmelidir. Likud milletvekili Uzi Landau’nun bile kabul ettiği bir gerçek var: Kalıcı sınırlar tek taraf tarafından çizilemez. (The Guardian, İngiltere, 19 Nisan) * FKÖ’nün İngiltere temsilcisi Kraliçe 80 yaşında İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth 21 Nisan’da 80’inci yaşgününü kutladı. 1949’da prenses olarak objektiflere poz verdikten dört yıl sonra tahta çıkan kraliçe ömrünü halka adadı. Üç çocuğu, beş torunu olan 2. Elizabeth’e doğum gününde yurdun dört bir yanından tebrik kartı ve çiçek yağdı. Saygınlığı ve sevecenliğiyle halkının gönlünde taht kuran 2. Elizabeth Buckingham Sarayı’ndaki çalışma odasında kartları açıp okudu. (AP) Hintlilerin çevre karnesi zayıf indistan gibi hızla kentleşen bir ülkede otomobillerden kaynaklanan kirlilik sessiz sedasız işini yapan bir katili andırıyor. Çünkü hava kirliliği solunum yolu hastalıkları ve erken doğum ölümlerin birincil nedenleri arasında yerini alıyor. Başkent Yeni Delhi dünyada en çok çevre kirliliğine sahne olan 10 kentten biri arasında. Başka deyişle kirlilik rekortmenlerinin listesine adını yazdırmayı başarmış duumda. Ne başarı ama! Nedeni de hükümetin uygulanacak politika değişimleri konusunda siyasi istekliliğinin olmaması. Delhi’deki yerel yönetim de, diğer eyaletlerdeki yerel yönetimler de çevre kirliliğinin önüne geçmek için atılması gereken adımları atamadılar. Ortalama gelirin yükselmesi, toplu taşımacılığın iyi olmaması ve otomotiv sanayiinin pazarlama taktiğini geliştirmesi trafikte araçların art H masına, insanların kendilerine otomobil almasına neden oldu. Raipur, Kanpur gibi küçük kentlerde bile hava kirliliği insan sağlığını tehdit eden boyutlara ulaştı. Hükümet metro hatlarının yanı sıra diğer toplu taşıma araçlarının sunduğu hizmetleri geliştirmeyi de bir kenara bırak mamalı. En başta da otobüs ve trenleri... Tabii toplu taşıma araçlarında kaliteyi arttırmak ve halkın can ve mal güvenliğini koruma altına almayı da unutmamalı yetkililer. Alternatif enerjilere odaklanmalı Kirliliğin önüne geçmek için bir seçenek de elektrikle çalışan motorların kullanıldığı araçlara yönelmenin yolunu aramak olabilir. Tabii en önemlisi de egzozu patlak araçların trafikte dolaşmalarını engellemek. Düzenli kontrol yapılmasını sağlamak. Eğer temiz bir hava solumak istiyorsak sadece Yeni Delhi’de değil Hindistan’ın dört bir yanında çevre projelerine önem verilmesi ve çevreyi kirletenlere ağır yaptırımların uygulanmasına başlanılması şart. (Hindustan Times, Hindistan, 21 Nisan) Hindistan’ın çevre konusundaki tek sorunu hava kirliliği değil. Birçok alanda daha başı ağrıyor yetkililerin. Bunlardan biri de kaplumbağa ölümleri. Yeşil barış Orissa Eyaleti’ndeki kaplumbağaların yasalara aykırı yapılan balıkçılık nedeniyle öldüğü gerekçesiyle başkent Yeni Delhi’de eylem yaptı ve yetkililerin önlem almasını istedi. (AFP) CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle