25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
20 NİSAN 2006 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 Onlara göre Japon olan her şey ‘bizim’... Öyle olunca da, sorumluluk, saygı ve sevgiyle bütünleniyor Japon mucizesinin bugünü stanbul’dan Tokyo’ya on iki saatlik uçuşun sonuna varmak üzereydik ki uçağın camından onu gördüm. Haşmetliydi. Çok güzeldi. Çok yüksekti (3777 metre). Bembeyazdı. Karla kaplıydı. Çocukların çizdiği dağ resimleri gibiydi. Kusursuzdu. Ona kenetlenmiştim, gözlerimi ondan ayıramıyordum... Karşımda Fuji Yanardağı! Yalnız ben değil, uçaktaki herkes ona kenetlenmişti! THY’nin Japon Havayolları’yla ortak seferi tıklım tıklımdı. Yolcuların tümü Japondu. Yani benim ve birkaç yabancının dışındaki herkes... (Yaşasın ülkemize gelen Japon turistler!) Tüm Japonlar yüzlerinde kocaman bir gülümseme, ‘‘Bakın bakın!’’ diye çocuk gibi seviniyor, biz tek tük yabancıya Fuji’yi işaret ediyordu. O ana dek Kabuki oyuncuları gibi acıklı yüz ifadesi, uykulu halleriyle suskun oturan Japonlar, bir anda çocuklaşıvermişti. İçlerinden biri şöyle dedi: ‘‘Ne kadar şanslısınız bilemezsiniz! Bizim Fujimiz çok ender bunca net, bunca berrak, bunca açık seçik gösterir kendini. Hele ülkeye ilk adım attığınız an onu böyle görmek, hele kirazlar açmadan Fuji’yi böyle görebilmek çok uğurlu sayılır.’’ Şu minicik açıklama bile, Japonya’da geçireceğim on güne ilişkin sonsuz ipuçları veriyordu. (‘‘Bizim Fujimiz’’, ‘‘şans’’, ‘‘uğur’’, ‘‘kirazlar açmadan’’ sözcüklerinin altını şimdiden çiziverin...) Evet, şanslıydım. Tokyo Uluslararası Tiyatro Festivali’nden, ‘‘Türkiye’de tiyatro’’ konusunda konuşma yapmak üzere bir davet almıştım. Bu ilk gidişimdi. Gezgin gönlümün yalnız Tokyo’yla yetinmeyeceğini bildiğimden, onların beş günlük davetine, kendim beş gün ekleyecektim. (Tokyo Tiyatro Festivali’ni 1 Nisan tarihli Cumhuriyet’te yazdım, artık ona geri dönmeyeceğim.) İ sahibi olmak için önce bir park yerine sahip olduğunuzun belgesini sunmak zorundaydınız. Bırakın kaldırımda (park yerleri dışında), sokakta park eden tek arabaya rastlamadım on gün boyunca. Yalnız araç sahiplerinin değil, işyeri, otel, lokanta, her birinin park yeri olması zorunluluğu var. Adamlar kendi otomobillerini üretiyorlar, ama daha çok satayım, kime olursa olsun satayım, trafikten bunalsalar da geberseler de daha çok satayım, yeter ki daha çok, daha çok tüketim olsun demiyor. Sahi, çılgın mı bu Japonlar? Kimi araçların üzerinde yeşil yaprak, kiminde sararmış yaprak fotoğrafı ya da çıkartması var. İlki, yeni ehliyet alan sürücüleri, ikincisi 80 yaş üstü sürücüleri belirlemek ve çevreye ‘‘dikkatli olun’’ demek için. (Japonya’da yüz yaşın üstünde 250 bin insan yaşıyormuş, onlar otomobil kullanıyorlar mı bilemiyorum.) Eh, bu gibi kurallar, Japon disiplini ve ruhlarına işlemiş olan ‘‘Japon olan her şey bizimdir’’ düşüncesiyle (‘‘bizim sokaklarımız’’, ‘‘bizim kentimiz’’, ‘‘bizim metromuz’’, ‘‘bizim ağaçlarımız’’, ‘‘bizim çiçeklerimiz’’, ‘‘bizim görüntümüz’’, ‘‘bizim imajımız’’ söylemiyle) bütünleşince, elbet ortalıkta ne pespayelik, ne çöp ne de trafik sıkışıklığı kalıyor! ENCE ‘MUCİZE’ OLAN Tamam hepimiz duyduk, biliyoruz ‘‘Japon mucizesi’’ni. İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıktan, altı yıl müttefiklerin denetiminde kaldıktan sonra, barış antlaşması, yeni anayasa ve bir dizi yapısal reformla, 15 yılda yeniden uluslararası rekabet gücüne ulaştığını; 1964 Tokyo Olimpiyatları’nın, ülkenin yeniden uluslararası arenaya kabulünün tescili olduğunu; günümüzde ABD’den sonra dünyadaki ikinci büyük ekonomiye sahip olduğunu vb... Ben çocukken, büyüklerin dilinden düşmeyen bu ‘‘Japon mucizesi’’ lafının, İstiklal Caddesi’nden geçen her çocuğun burnunu vitrinine dayadığı, önünden ayrılmak istemediği ‘‘Japon Mağazası’’nı tanımladığını sanırdım. Bu sözün, o muhteşem oyuncakçı dükkânını değil de ekonomik gelişmeyi anlattığını kavramam daha sonra oldu. Bugün bile Tokyo sokaklarında varlıklıyoksul ayrımı gözle görülmüyor, elle tutulmuyor. Bugün bile diyorum, çünkü konuştuğum her Japondan ekonomilerinin eskisi gibi olmadığı, duraklama sürecine girildiği yakınmalarını duyacaktım. İki ayrıntı... İlki: Her şey ateş pahası (Geçelim). İkincisi: Bahşiş diye bir şey bilmiyorlar. Kazaen lokantada, kahvede üç kuruş para üzeri bırakacak olsanız saatlerce arkanızdan koşup geri veriyorlar. Bahşiş almak da bırakmak da en büyük ayıp! Gerçekten çılgın şu Japonlar, ama çılgınlıkları bizimkine pek benzemiyor! On güne sığdırdığım Tokyo, Kyoto, Nara ve Hiroşima gezim sonrasında ise bence mucize olanı şu üç satırbaşında özetliyordum: Bugüne dek gördüğüm ülkeler içinde (ki buna Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika kıtalarındaki birçok ülkeyi katabilirim) Japonya; En temiz olanıydı. Kendimi en güvende hissettiğim yerdi (ki ortalıkta ne asker, ne polis, ne jandarma göze çarpıyordu). Sona sakladım, ama belki de en önemlisi: Estetik bilinci en gelişmiş olanıydı (Bunun ipuçları, önümüzdeki günlerde). TOKYO’DAN DEĞİŞİK İNSAN MANZARALARI B O bir geyşa değil, mezuniyet törenine katılan bir lise öğrencisi... ‘‘Bizim Fujimiz’’ demişlerdi... Çok geçmeden Japonya’da her şeyin, Japonlar için ‘‘bizim’’, yani Japon olduğunu öğrenecektim. ‘‘Bizim Tokyomuz’’, ‘‘Bizim huyumuz suyumuz, bizim âdetimiz’’, ‘‘Bizim sokaklarımız’’, ‘‘Bizim metromuz’’, ‘‘Bizim baharımız’’, ‘‘Bizim ağaçlarımız’’... Her şey ‘‘bizim’’di. Çevirmen aracılığıyla iletişim kurduğunuz zaman bile çeviriye yansıyan bu ‘‘bizim’’ sözcüğü mülkiyetçilikten çok sorumluluğu ortaya koyuyordu. Anlatabilmek için sokak sahnelerine başvurmalıyım... Tokyo’da beni ilk çarpan, yoğunluk ve kalabalık oldu. Yapılar üst üste, iç içe. Sokaklar, altgeçitler, üstgeçitler, viyadüklerle üst üste. Her yer kalabalık. İnsan yoğunluğu, araç yoğunluğu... (Yüzölçümü Türkiye’nin yarısı kadar ülkede, nüfus Türkiye’nin neredeyse iki katı.) Ancak bunca yoğunluk, bunca kalabalık ve bunca kat kat yollar, iç içe yapılara karşın ortalıkta pespayelikten eser yok! Gökdelenlerle geleneksel Japon evleri yan SOKAK SAHNELERİ yana, biri ötekine tecavüz etmiyor, bahçesine gölge etmiyor... 12 milyonluk kentte kimse kimseye çarpmıyor, kimse kimseyi itmiyor, trafik tıkanmıyor... Günün her saatinde metrolar hıncahınç dolu, yüzlerce insan dapdar kapılardan dışarı boşalıyor, yüzlercesi içeri giriyor, yürüyen merdivenlerden çıkıyor, iniyor... Her büyük metro istasyonunda sanki yeraltında başka bir kent, bir kasaba var, dükkânlar, lokantalar, kahveler, butikler, üzerinize üzerinize gelen yığınla insan... Ve... (Yinelemekten kendimi alamıyorum) Kimse kimseye çarpmıyor, kimse kimseyi itmiyor, ezileceğim duygusuna kapılmıyorsunuz! Başka bir sokak sahnesine geçiyorum: Akşam tiyatrodayım. Diyelim 600 kişilik hıncahınç dolu bir tiyatro salonu. Ara oluyor. İzleyicinin yarısı dışarı, sokağa çıkıyor sigara içmek için. Sokakta tabla falan yok. Ara bitiyor, millet içeri giriyor. Aa, bakıyorum yerde tek izmarit yok! İlaç niyetine yerde bir adet izmarit yok! Ne biçim insan bu Japonlar, izmariti de mi yuttular! Hayır, daha sonra çöpe atmak üzere, ya bir kâğıda sardılar, ya bir kutuya koydular ya da sigara paketiyle naylonu arasına sıkıştırdılar. (Japonya’ya gider de yerde bir çöp görecek olursanız, beni yalancı çıkarmaktansa bilin ki o çöpü at mış olan mutlak bir turisttir.) Daha ilk günden, ‘‘Çılgın mı bu Japonlar?’’ diye sormaya başlıyorum. İZİM OLAN’ Sokaklarda değil çöp, izmarit bile yok, ama bol bol ağaç ve çiçek var. Bugüne dek kitaplarda, Japon edebiyatında, Japon şiirinde, Japon resim sanatında, Japon bahçe düzenlemelerinde, Japon mimarisinde, Japon düşünce biçiminde doğaya verilen önemi bilmez değildim, ama ülkenin başkenti, demir, çelik, beton ve cam yığınlarıyla kaplı kentin her köşesinde çiçeğe, ağaca bunca önem verileceğini bilmezdim. İnsanların mevsimlere göre, her mevsim açan çiçeklere göre hareket edeceğini bilmezdim. Tiyatro konferansında, bir tiyatrodan ötekine giderken, koskoca bir oyun yazarının ‘‘O yoldan değil, bu yoldan gidelim, ağaçları daha güzeldir’’ demesine, tiyatro okulu öğrencisi rehberimizin geçtiğimiz her sokakta tek tek çiçekleri gösterip sonra da ‘‘Bakın bakın, gördünüz mü şu krizantemi’’ diye sevinç çığlıkları atmasına kısa sürede alışacaktım... Tokyo’da bu kalabalıkta, bu hengâmede, bu üst üste kentte nasıl olur da trafik tıkanmaz diye şaşkınlığımın yanıtı Japonlara göre çok basitti. 1) Herkes kurallara uyuyordu. 2) Otomobil ‘B Doğa tutkusu, YARIN dinden farksız ? Bir çırpıdaJaponya Yüzölçümü: 377.873 kilometrekare. Üç bin adadan oluşuyor. Nüfusu: 127 milyon (Dünyadaki 9. büyük nüfus). Başkent Tokyo (nüfus: 12 milyon). Ortalama yaş beklentisi: Kadınlarda 85, erkeklerde 78 yıl. Din: Yüzde 85 Şinto ve Budist. Okumayazma oranı: Yüzde 99. Sevgili okurlar, benden on günlük bir gezi sonunda Japonya’nın ekonomik analizini beklemediğinizin farkındayım, ancak izlenimlerimi sizlerle paylaşırken ekonomik gerçeklerin çok aydınlatıcı olacağına inananlardanım. Bu nedenle işte kimi ekonomik göstergeler: Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH): 4301 milyar ABD Doları. (OECD, 2003). Kişi başına GSYH: 34 bin dolar. GSYH sektörel dağılım: Tarım: yüzde 1.4; Endüstri: yüzde 31; Servis: yüzde 67. Toplam Ticaret Değerleriİhracat: 417.822 milyon dolar. İthalat: 383.304 milyon dolar (İthalatının da ihracatının da yüzde 45’ini Asya ülkeleriyle yapıyor). Enflasyon oranı: Eksi yüzde 0.3. İşsizlik oranı: Yüzde 5. Fakirlik düzeyi altındaki nüfus: Yüzde sıfır. izim Tokyo’muz’’, ‘‘Bizim huyumuz suyumuz, bizim âdetimiz’’, ‘‘Bizim sokaklarımız’’, ‘‘Bizim metromuz’’, ‘‘Bizim baharımız’’, ‘‘Bizim ağaçlarımız’’... Her şey ‘‘bizim’’di. Bu ‘‘bizim’’ sözcüğü mülkiyetçilikten çok sorumluluğu ortaya koyuyordu. ugüne dek gördüğüm ülkeler içinde Japonya, en temiz olanıydı, kendimi en güvende hissettiğim yerdi ve belki de en önemlisi estetik bilinci en gelişmiş olanıydı. okaklarda tabla falan yok. İlaç niyetine yerde bir adet izmarit yok! Ne biçim insan bu Japonlar, izmariti de mi yuttular! Hayır, daha sonra çöpe atmak üzere, ya bir kâğıda sardılar, ya bir kutuya koydular, ya da sigara paketiyle naylonu arasına sıkıştırdılar. Daha ilk günden, ‘‘Çılgın mı bu Japonlar?’’ diye sormaya başlıyorum. “B B S Çelişkiler egemenliği eleneksel olanla en G ‘‘modern’’ olanın iç içeliği, yan yanalığı yalnız mimaride değil, insanların kılıkkıyafetinde, davranış biçimlerinde, her yerde her an göze çarpıyor. Akşam oldu mu, inanılmaz bir neon hücumuna, ışıklı panolar istilasına uğruyorsunuz. Her yerde McDonald’s ile suşi barları yan yana... En son heavy metal müzik yayınıyla geleneksel müzik yayını, ‘‘karaoke’’ler, diskotekle çay seremonisi bitişik mekânlarda... Diken gibi kabartılmış sapsarı ya da kırmızı saçları, ellerinde bira şişeleri, kaşında, burnunda, dudağında ve kulağında metal halkalı gençlerle, kimonoları içinde kıkır kıkır gülüşen, gülerken ağızlarını elleriyle örten genç kızlar, aynı köprü başlarını tutmuş... Bir yanda robotlar dünyası (sanayide kullanılan robotların çoğunu Japonlar üretiyor), öte yanda gözünü kırpmadan, açan bir çiçeği saatlerce seyreden Japonlar... Ellerinden cep telefonu ya da ‘‘tamagoçi’’ oyunları düşmeyen motosikletli rahipler, din adamları... En son model bilgisayar dükkânının önüne tezgâh kurmuş falcılar... Biri nerede başlıyor, öteki nerede bitiyor belli değil. Ama bu da kente müthiş bir dinamizm kazandırıyor. CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle