21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 17 ŞUBAT 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Bilmediğini Bilmeyen Siyasetçiler... Bir başbakan hukukçu olmayabilir, iktisatçı olmayabilir. Siyasetçilerin hukukçu ya da iktisatçı olacağına dair bir kural yoktur. Ne var ki karşısına bir hukuk sorunu çıktığı zaman onu hukukçulara danışmak, ekonomi sorunu çıktığında ekonomistlere sormak zorundadır. PENCERE ‘Töre’nin Arkasında Ne Var?.. Töre acımasızdır. Örnek mi?.. Diyarbakır’da ‘çok gezdiği’ için ailesince burnu kesilen RG önce bu işi yapanları mahkemeye vermiş... Sonra vazgeçmiş... Cumhuriyet’in dünkü 6’ncı sayfasında haberi vardı; burnu kesilen kadın, her nedendir bilinmez, bu kez mahkemeye dilekçe vermiş: ‘‘Kimseden şikâyetçi değilim, kocamla barıştık...’’ Diyarbakır 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi ne yapsın?.. Tutukluları salıvermiş... Zaten karısının burnunu kesenle burnu kesilen kadının aileleri akraba imişler... Sen sağ, ben selamet!.. ? Dünkü Cumhuriyet’in yine 6’ncı sayfasında Mehmet Faraç’ın haberi vardı: ‘‘Meclis’te oluşturulan ‘Töre Cinayetlerini Araştırma Komisyonu’ üyeleri gerçekleri yazmaktan çekiniyor.’’ Gerçek ne?.. ‘‘İktidar bağnazlığın, şiddetin, geri kalmışlığın kör kuyusu olan feodaliteyi salt siyasi çıkar ve oy beklentisi uğruna ürkütmekten kaçınıyor. Bu çekincede Meclis’in yüzde 70’i aşirete mensup, Doğu’daki 22 kentin 108 milletvekilinin de payı bulunuyor. Üstelik bu milletvekillerinin büyük bölümünün bağlı olduğu aşiretler, genellikle şeyhler aracılığıyla dini bir gelenekten de besleniyor. ? Cemaat ve tarikat şeyhliği.. Aşiret reisliği.. Ağalık.. İç içe geçmiş bu örgütlenme tarım tabanına oturan şeriatçılığın altyapısını oluşturur... Ancak okuması yazması kıt köylü kitleleri Anadolu’daki nüfus patlamasıyla kentlere göç etmek zorunda kalınca ortaya anlatılması güç bir karmaşa çıktı... Şehirlerdeki kimi cami Müslümanın ibadet yeri olmaktan çıkıp filanca tarikat şeyhinin veya falanca cemaat reisinin örgüt şubesine dönüştü. ? Peki, bu iş nereye dek sürecek?.. Bir yandan eski gecekondular apartmanlaşıyor, öte yandan takıyyeci iktidar (dış talimata göre) tarımın köküne kibrit suyu ekiyor... Suudi Arabistan Vahabiliği ya da İran Şiiliği petrol gelirleriyle iktidarını idare ediyor... Türkiye’de dincileri sürgit besleyecek böyle bir kaynak yok... Ancak inanılmaz bir seçim yöntemiyle 2002’de azınlık iktidarını cuk oturtan takıyyeci bu fırsatı değerlendirip devleti de ele geçirirse ülke daha uzun süre tarikat, cemaat, aşiret, şeyh, ağa öyküleriyle al takke ver külâh yaşayacaktır... ? Ve töre cinayetleri de sürecektir... Türban nedir?.. Töre değil mi!.. Türkiye, 21’inci yüzyılda tesettür kavgasını demokratik tartışma sanan bir aldanış içinde... Diyarbakır’da karısının burnunu kesen kocanın zararı da kime?.. Bir kendine.. Bir eşine.. Çünkü zavallı kadıncağız da nasıl olsa tesettüre mahkum değil mi?.. Törenin geçerli olduğu aile düzeninde kadın yalnız aile içinde kendini gösterebilir... Kocası da karısının kesik burnuna bakarak erkekliğinin bilincini duyumsayabilir. Dış Açık HERKES farkında ve telaşta; ama kimse bir şey yapmıyor. Dışsatımla dışalım arasındaki makas son üçdört yıldır gitgide artarak büyüyor: Dışsatım her yıl birazcık artmakta, ama dışalım ondan çok daha büyük bir hızla büyümekte. Nedenler çeşitli. Bir kere, Uzakdoğu’dan denetimsiz, neredeyse çılgınca mal gelmekte. Unutmayın ki, Türkiye’nin üye olmaya çalıştığı Avrupa Birliği bazı mallar için ‘‘üçüncü ülkeler’’le, örneğin Hindistan’la kendi işine gelen birtakım ticaret anlaşmaları yapmış ve elbet karşılığında bazı ödünler kopararak bu malların gümrük vergilerini hayli indirmiş. AB ile Gümrük Birliği olan Türkiye, bu anlaşmalara uymak ve aynı üçüncü ülkelerden mal aldığı zaman, kendisiyle onlar arasında AB’ninkine benzer bir ticaret anlaşması olmadığı halde, AB’nin yaptığını yapmak, yani onlardan gelen mallara düşük gümrük uygulamak zorunda. Çünkü, Türkiye için, AB ile Gümrük Birliği içinde olmak AB’nin dış ticaret politikasına uymak demek. O dış politikanın oluşmasından sorumlu karar organlarında yer almadığı halde. Ama, oralara mal göndermeye başlayınca, AB’nin tam üyesi olmadığı için alıcı ülkeler onu AB’li saymadıklarından ister istemez yüksek gümrük ödemekte. Türkiye, tam üye olmadan Gümrük Birliği’ni tamamlayan tek ülke olmakta acele edişin ve böyle yaparak kendi tam üyeliğinin çabuklaşacağını sanmanın, başka alanlarda olduğu gibi, dış ticaret alanında da bedelini ağır ödüyor: Uzakdoğu’dan gelen mal akımına engel olması çok zor. u, dış ticaretteki açığın nedenlerinden sadece biri. Enerjinin pahalılığı, vergilerin ağırlığı gibi başka nedenler de var ama, en önemlisi Türk lirasının aşırı pahalı tutulup yabancı paranın ucuz tutulması, yani üretilip dıştaki rekabet ortamında dolar ya da Avroy’la ifade edilen mallardan TL olarak elde edilen gelirin çok düşük kalması. Demek ki, dışsatımcı az kazanıyor, dışalımcı çok. Durum, Egeli Eylem Komitesi’nin bildirisine imza koyan üreticilerin de belirttikleri gibi dokuma, hazır giyim, deri türü sektörler açısından daha da kritiktir. Çünkü bunlar dışsatımın yaklaşık dörtte birini oluşturmakta ve ulusal gelirin neredeyse sekizde birini yaratmaktadırlar. Sonuç, enflasyonu düşük göstermek için izlenen bir kur politikasından kaynaklandığına göre, enflasyonu bu gibi önlemlerle dizginlemenin pek büyük marifet olmadığı, enflasyondaki düşüşün ucuzluk ve canlılık bakımından çarşılara yansımamış olmasından belli değil mi? IMF’den ‘‘aferin’’ almak, üreticiyi ve imalatçıyı sevindirmeye yetmiyor. M. İskender ÖZTURANLI ir kişi bir şeyi bilmezse, bilmediğini de bilmez ve bilene danışmazsa ülkeyi yıkar. Bir kişi bilmezse, bilmediğini anlar ve bilene danışırsa ülkeyi yüceltir.’ Bu özdeyişi kimin söylediğini bilmiyorum. Ama kim söylerse söylesin, çok doğru bir yaklaşım olduğunu yadsıyabilir miyiz kolay kolay? Kimi kişiler bazı şeyleri bilmedikleri halde bildiklerini sanırlar. Her şeyi bilmenin olanaksız ve bilmemenin doğal olduğunu düşünemezler. Bu doğallığı hesaba katmazlar, katamazlar. Anlayışlarına göre en büyük siyasetçi kendileridir. Adalet konularını en iyi bilen onlardır. Ekonomi de onlara vergidir. ‘‘Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir’’ diyen Sokrates’in adını bile duymamışlardır. Çok şey bilmesine karşın ‘‘Neyi biliyorum ki’’ diyen Montaigne’in varlığından habersizdirler. Büyük fizik bilgini Newton’ın, ‘‘yıldızların niçin şu yönde değil de bu yönde devindikleri sorulduğunda’’ mertçe bilmediğini söylediğini hiçbir kitapta okumamışlardır. Bu nedenle bilmemek ayıp değildir, sakıncalı olan bilmediğini bilmemektir. Bir başbakan hukukçu olmayabilir, iktisatçı olmayabilir. Siyasetçilerin hukukçu ya da iktisatçı olacağına dair bir kural yoktur. Ne var ki karşısına bir hukuk sorunu çıktığı zaman onu hukukçulara danışmak, ekonomi sorunu çıktığında ekonomistlere sormak zorundadır. Bunu yapmayacak olursa büyük B ‘B yanılgılara düşer ve sonunda işin içinden çıkamaz. İşte Başbakanımız Erdoğan, çeşitli zamanlarda bu yanılgıya düşmüştür ve daha da düşeceğe benzemektedir. Hukukçu olmadığı halde hukuksal konularda da kendini ‘‘ulema’’ sandığı için son zamanlarda büyük gaflara imza atmıştır. Kendisinin anayasanın 138. maddesine aykırı davranışlarını görmezlikten gelerek bu maddeye göre başkaları hakkında suç duyurusunda bulunmak aymazlığını göstermiştir. Sözünü ettiğimiz anayasa maddesi aynen şöyledir: ‘‘Hiçbir organ, makam, merci ve kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge gönderemez, tavsiye ve telkinde bulunamaz.’’ (m. 138/2) Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın uzun süredir tutukluluk halinin sürmesi karşısında üzüntüsünü dile getiren TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Mustafa Koç hakkında Sayın Başbakanımız savcılara şikâyette bulunmuştur. Mustafa Koç’un söyledikleri şöyledir: ‘‘Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a reva görülen muameleyi ve uzun gözaltı süresini tasvip etmek mümkün değil. Bu tür davranışlar adil olacağına inandığımız yargılama sürecine gölge düşürmektedir.’’ Bu sözlerin bir suç değil düşünce açıklaması olduğunu algılayamayan Erdoğan, Mustafa Koç’un bir anayasa suçu işlediğini söylemiş ve şunları eklemiştir sözlerine: ‘‘Bunun hakkında devreye girilmesi lazım. Bu bir anayasa suçudur. Bu suç işlenmiştir. bu suçu ana muhalefet partisi başkanı ve başkaları da işledi. Bunlar hakkında da kovuşturma başlatılmalıdır.’’ Bu açık ihbar karşısında savcılık bir gün bile geçmeden Koç ve daha başka kişiler hakkında soruşturma başlatmıştır. Sayın Başbakan’ın önceki anayasa ihlallerini şimdilik bir yana bırakalım ve son ikisini irdelemeye çalışalım. 24 Mayıs’ta Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılması planlanan konferans, çeşitli kuruluşların başvurusu üzerine İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nce durdurulmuştur. Bunun üzerine Erdoğan, hiç vakit geçirmeden anayasanın 138. maddesine aykırı biçimde ve yargıyı etkileyecek nitelikte sözler sarf etmiş ve şöyle konuşmuştur: ‘‘Ermeni konferansına ilişkin yürütmeyi durdurma kararını tasvip etmiyorum. Daha ileri bir demokrasinin konuşulduğu bir dönemde yapılan bu engelleme özgürlükle bağdaşmaz.’’ İşte yargıya müdahale budur. Sayın Erdoğan’ın Koç hakkındaki son ihbarı ve ihbarın yapılış biçimi de anayasayı ihlal suçunu oluşturmaktadır. Bilindiği gibi XIII. yüzyılda İngiltere’de yürürlüğe konulan Magna Carta’dan beri uygulanagelen ve bizim anayasamıza da giren Habeas Corpus kuralına göre ‘‘Hiç kimse kesinleşmiş mahkeme kararından önce suçlanamaz ve suçlu sayılamaz’’. Bu kural doğrultusunda anayasamızdaki maddeler şunlardır: ‘‘Suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.’’ (m. 15/son) ‘‘Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.’’ (m. 38/4) Evrensel hukuk kuralları da bu doğrultudadır. Türk hukuk sisteminin bir parçası haline gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/2. maddesinde şu yargı vardır: ‘‘Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır.’’ Ne yazık ki Başbakanımız bu kuralları ve bu maddeleri de ayaklar altına almış, adlarını belirttiği kişilerin suç işlediklerini ve suçlu olduklarını söylemiştir. Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu’nun da belirttiği gibi, anayasanın 138/2. maddesinde yazılı suç, herkesin işleyebileceği bir suç değildir. ‘‘Özel kişiler ve işadamlarının bu suçu işleme olasılığı yoktur. Tavsiye ve telkinde bulunacak kişinin bir üst otorite konumunda olması gerekir. Emir ve talimat verme konumunda olan Adalet Bakanı ve Başbakan’dır.’’ Yargı mercilerinin özel kişilerin söz ve düşünce açıklamalarını dikkate almak zorunda olmadıkları da unutulmaması gereken bir gerçektir. Görülüyor ki Sayın Başbakan, son altı ay içinde yaptırımı yasalarımızda gösterilen iki anayasa suçu işlemiştir. Daha öncekileri saymaya kalkışsak, sayfalar dolusu örnekler çıkar karşımıza. Bu nedenle yargı, siyasal iktidarın etkisinde kalmakta, siyasal iktidarın buyruğuna girmektedir. Başbakan, son şikâyetinden pişmanlık duyduğu için Ankara Savcılığı, Mustafa Koç, Deniz Baykal ve Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok hakkında, ortada ‘‘düşünce özgürlüğü’’nü dile getirmekten ve “düşüncenin açıklanmasından’’ başka bir eylem olmadığı gerekçesiyle takipsizlik kararı vermiştir. Ne var ki siyasal iktidarın bu eylemi hukuku zedelemiş, adaleti yıpratmış, bağımsız yargıyı hançerlemiş, yargı bağımsızlığına gölge düşürmüştür. Bu duruma bakarak yargının siyasallaştırılmak istendiğini söyleyenlere hak vermemek olanaksız değil midir? CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle