22 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 16 ŞUBAT 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Hüseyin Çelik, Papa XII. Pius ve Türkiye Cumhuriyeti Vecihi TİMUROĞLU PENCERE İktidar ve Muhalefet Koltukları... İki koltuk.. Bunlardan birincisi iktidar koltuğudur.. İkincisi muhalefet koltuğu.. Demokrasilerde bu ikisinden birisi olmadan olmaz.. İkisinden birisi olmadan zaten demokrasi olmaz.. Birinin meşruiyeti ötekine bağlıdır.. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi’nde ikisi de var.. Ancak iktidar koltuğu şaibeli... ? İktidar ve muhalefet bir bütünün iki parçası gibidir, devlet protokolündedirler, ikisi de törenlerde yerlerini alırlar, bayramlarda koltuklarına kurulurlar, parlamento çatısı altında toplanıp bütünleşirler... Meclis’te bugün iktidar AKP.. Ana muhalefet CHP.. ? Ana muhalefetin sorumluluğu bu devletin çatısı altında en aşağı iktidar kadardır.. Hele Türkiye Cumhuriyeti bir tehlike ortamındaysa ve dış ve iç tehditler kavşağında yaşıyorsa.. Hele iktidar maazallah dinci ise.. Ya da en azından takıyyeci ise.. Bu durumda laik muhalefetin omuzlarındaki sorumluluk sıradan, normal, doğal bir dönemdeki gibi değildir.. Muhalefet koltuğu bu sürede iktidar koltuğundan bile daha ötede sorumluluk taşıyan bir ağırlığı sahiplenir.. Türkiye’nin bu vaktinde tüm yurtseverlerin gözleri muhalefet koltuğuna dikilmiştir.. İktidar koltuğundan tedirginleşip korkmaya başlayanlar laik Cumhuriyetin ve ülke bölünmezliğinin güvencesini muhalefet koltuğunda görmek istiyorlar... Görebiliyorlar mı?.. ? Medyada yayımlanan tüm anketlere göre, 2002 seçimlerinde sandığa gidenlerin yüzde 34’üyle Meclis çoğunluğunun yüzde 65’ini ele geçiren iktidar partisi oy oranını koruyor.. 2002 seçimlerinde yüzde 19 oy toplayan muhalefet partisinin oy oranı ise düşüyor.. Bugün bir seçim yapılsa söz konusu anketlere göre iktidar partisi yüzde 35’le yapısını koruyacak.. Ama karşısındaki yüzde 6570’lik seçmen kitlesi darmadağın, bölük pörçük... Neden?.. ? İktidar koltuğunda oturanlar, dincilik ya da takıyyecilik şaibesini sırtlarında taşımasalardı, muhalefetin sorunu bu kadar ağır olmazdı... Türkiye dinciliğe doğru alternatifsiz bir siyasetin içinde sürüklenmektedir... Devlet de tümüyle bu iktidarın eline geçti mi, iş biter... Peki, gittikçe oy yitiren CHP yönetiminin bu sürüklenişte rolü ne olacak?.. ‘‘Tatlı’’ muhalefet koltuğunda oturup oy yitirmek ve bu gidişatı seyretmek mi?.. Her Şeyi Bilmek, Yazmak... Toplum nereye götürülmek isteniyor? Birbirimize sorduğumuz bir soru bu! Nereye, hangi çıkmaza, hangi bozguna, hangi uçuruma? Yakın tarihimizde böyle durumlar yaşamadık mı? Yaşadık. Ama hep bir çare bulundu... Belki de o bozgun havası, o içinden çıkılmaz durumlar, bile bile yaşanmış, yaşatılmıştı... Ama kişi, içinde yaşadığı olayları çözümleyemiyor, gereği gibi değerlendiremiyor... Gelsin bir kurtarıcı, kim olursa olsun, deyiveriyor! Sonra gelen o kurtarıcıdan kurtulmak için çekmediği çile kalmıyor!.. Yaşınız uygun mu? Değilse bu dediğimi kolayca anlayamazsınız. Görüyorum, duyuyorum, okuyorum, yaşı kırklarda olanlar bile son yirmi yılın dökümünü, hesaplaşmasını yapamıyorlar! İnsan ya gün gün yaşayacak ya da kitaplar kitaplar okuyacak... Bunlar olmazsa bütün yorumlar, düşünceler temelinden yanlış olur, toplumu ters yönlere sürükler. ??? Benim kuşağım ‘‘demokrasi’’ adı verilen bir döneme girdik gireli çıkmazlardan çıkmazlara koştu, koşturuldu. Bugün dönek dediğimiz, dönek saydığımız insanlar, bir zamanlar toplumun en hızlı öncüleriydi. Bir bir saymalı mıyız adları? ‘‘Sizler toplumun gerisindesiniz, biz yeni ufuklara koşuyoruz, aydınlık yarınları yaratıyoruz, bu yüzden hapisler, acılar içindeyiz’’ diyenlere bir bakın! Şimdi hangi çizgideler... Toplumu kurtarmanın yolları hep arandı, hep aranacak! Ama toplumun niye kurtarılma zorunda bırakıldığı ise bir türlü anlaşılmayacak!.. Saklanan bir şeyler var! Bulunması istenmeyen bir giz var! Sislerinin içinde, düşünenleri, düşünmeyenleri şaşkına çevirten... ??? İnsanlar öldürüldü. Bu toplumun yetiştirdiği en aydınlık kafaları!.. Katiller kimdi? Bilinmedi, arandı ya da aranmadı! Şimdi şimdi birileri çıkıyor, ‘‘Bizdik, biz yaptık, vatan millet adına yaptık’’ diyebiliyor. Suçlarının sorumluluğundan sıyrılmışlar nasıl olsa! Bu güvenle, otuz kırk yıl sonra korkusuz konuşabiliyorlar! Bizler de, bir serüven filmi anlatıyorlarmış gibi dinliyoruz, okuyoruz. ‘‘Herkes malını mülkünü açıklasın. Bu büyük serveti nerden, nasıl elde ettiğini millet öğrensin’’ diyoruz. Oysa hepimiz biliyoruz hangi yollardan zenginleştiklerini!.. Halkın gözünden hiçbir şey kaçmaz. Suskunluğumuz eski bir hastalığımızdır. Korkudan mı? ‘‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’’ atasözünden mi? Kandırılmaya alıştırılmışız... Zaman her şeyi unutturur diye kendimizi aldatmışız, aldatılmışız. Zaman diye bir şey yok! Günler, aylar, yıllar geçse de kötülükler, soygunlar unutulmaz... ??? Bıkkınlıktır, usançtır bir toplumda yaşatılan, yaygınlaştırılan en korkunç duygu... Duyarsız kılmak yığınları, bambaşka hedefler göstererek aldatmak!.. O zaman bir kurtarıcı beklenir. Asker, sivil, içten, dıştan bir kurtarıcı... Her şeyi açık açık yazmak, söylemek gerekir. Bu bir görev olur. Karşınızda yasalar vardır; savcı, yargıç, bakan, başbakan vardır... Yazılar susturulmak istense de, harf harf yaşarlar kendi başlarına... Dağlarca bir şiirinde kendini herkesten üstün, yenilmez sananlara seslenir: ‘‘Savcı nedir düşündün mü / Yazıları suçlu kılan / Usla, yürekle büyümüş, gündüzler geceye karşı / Ama nedir çağlar üzre/ Beni senden güçlü kılan?’’ O suç sayılan, suçlu bilinen sözcükler, birikip birikip günü gelir tepesine iner, kendilerini çok, ama çok güçlü görenlerin başına!.. S evgili meslektaşım ve dostum Mustafa Gazalcı’nın, geçenlerde Cumhuriyet’te yayımlanan yazısından öğrendiğime göre, Milli Eğitim Bakanı Bay Hüseyin Çelik, 2006 yılı bütçe görüşmelerinde, ‘‘Dinsel düşünce olmadan bilim yapılamaz. Ben, salt bilimsel düşünceyle eğitim yapılacağına inanmıyorum’’ anlamında sözler söylemiş. Devrim yapmış bir Meclis’in önünde söylenen bu sözlerin gerekçesini çok derinlerde aramak gerekir. Üniversite öğretim üyeliğinden gelmiş bir bakanın böyle düşünceler ileri sürmesi, sıradan bir olay değildir. Bay Çelik, böyle bir düşünceyi bireysel olarak üretmiş olamaz. Bu düşünce, bir siyasal iktidarın eğitim siyasası ise, çok, ama çok düşünmeliyiz. Bu düşünce, Türkiye Cumhuriyeti’nin var oluşuna karşı sürdürülen evrensel bir siyasanın ürünüdür. Bu siyasa da, ulus devletleri yeryüzünden silme amacını taşıyan, özellikle Türk düşmanlığını içeren sömürgeciliğin (emperyalizmin) siyasasıdır. XX. yüzyılın ilk çeyreğinde, iki büyük devrim olmuştur: 1917 Sovyet Devrimi ve 1919 Atatürk Devrimi. Birinci devrim, mülkiyetin özüne ilişkin toplumsal ikinci devrim, bağımsızlık kavramını içeren ulusal devrimdir. Her iki devrim de, sömürgeciliğin yaşamına son vermeyi amaçlıyordu. Yazık ki, birincisi, sömürgeci dünya gücünün ekonomi ve teknikbilim saldırısıyla, ikincisi, ekinsel yozlaştırma siyasasıyla, aynı yüzyılın ikinci yarısının sonlarında tarihe gömüldü. Her iki devrimi çökerten siyasa ise ortaktır: Din ve sermaye. Sömürgeci güç, elindeki sermaye gücünü kullanarak halkların ekinsel varlıklarını yozlaştırmada inancı öne çıkarmıştır. İnancı kullanırken sömürülen halkların çağdaşlaşma çabalarının tek kaynağı olan bilimsel düşünceyi geliştirmelerine engel olmuştur. Vatikan, bu konuda, dünya gücü Amerika Birleşik Devletleri’nin en etkin bağlaşığıdır. 1951’de Vatikan Bilimler Kurulu’nu toplayan Papa XII. Pius, gerçek bilimin, her yeni buluşuyla birlikte ‘‘Tanrı’yı yeniden bulmakla yükümlüyüm’’ diyor. Bilimsel düşünceyle ve bilimin buluşlarıyla çatışmayacağını söyleyen Pius, bir şeyi önemli buluyor: ‘‘Evrim kuramının dillendirilmesine bir diyeceğim yok, ama insanın ilk atasının Âdem, ve Havva’nın da onun kaburgasından yaratılmış karısı olduğu kesinlikle kabul edilmelidir.’’ Katolik kilisesinin, bilimi hangi koşullarla dışlamayacağı anlaşılıyor. Bay Çelik de, Papa XII. Pius gibi düşünüyor. Kaynağında, bu eğitim siyasası, sömürgeci gücün temel ilkesini belirliyor. Bush Irak’a ve Afganistan’a saldırmasını, uzayın derinliklerinden kendisine buyurulduğunu söylemedi mi? Burjuva sınıfı, sömürüsünü küreselleştirme yolunda, din kurumuyla işbirliği yapıyor. Bir zamanlar, savaşarak yıktığı feodal düzenin tüm gerici kurumlarını korumakla, yeniden kiliseyi görevlendiriyor. Ne ki, küreselleşirken Vatikan’ın gücünü de hesaplıyor. Vatikan, tek başına küreselleşmeye yardımcı olamaz, dünyanın önemli bir gücünü oluşturan İslamı, bu güce yardımcı yapmak gerekir. Fethullah Gülen Hoca Efendi’yi de, İslamı ehlileştirmek için, Vatikan’la işbirliğine çağırdı. Bay Hüseyin Çelik’in işlevi, yeni dünya düzeninin şimdilik benimsediği ‘‘uygarlıklar bağlaşıklığı’’nı, Cumhuriyetin eğitim siyasasına özümsetmek olarak görünüyor. Sömürgeci güçlerin ağız birliğiyle, ‘‘Kemalist Devrim’’e karşı çıkmaları, derin bir anlam taşır. Çin’de bile, temel eğitimin sekizinci ve dokuzuncu sınıflarında, ‘‘Atatürk ve Kurtuluş Savaşları Devrimi’’nin toplumbilim derslerinde konu olarak işlenmesi sömürgeciyi korkutuyor. 1935’te, Mao, ünlü ‘‘Uzun Yürüyüşü’’nü yaparken Batı basını, onu, ‘‘Çin’in Mustafa Kemal’i’’ diye tanımlamıştı. Kısası, Mustafa Kemal, tüm kurtuluş savaşlarının babası olmuştur. Atatürk’ü çürütmek, Türk’ü tarih sahnesinden silmek anlamına geliyor. Mustafa Kemal’i tarihe gömmenin tek yolu da, Anadolu’yu Türk ülkesi olmaktan çıkarmaktır. Yöntemi de, laik düzeni ‘‘İslam şeriatı’’ ile yıkmaktır. Emperyalizm (sömürgecilik), Anadolu’yu Türk ülkesi saymıyor. Churchill, Kurtuluş Savaşı’nı yapan Türkiye’yi hedef alarak, ‘‘Çok eskiden bu yana, orada olsalar bile, yemeyip de yanında yatanın malının, sonsuza değin onun sahibi olmasını kabul etmiyorum’’ demişti. (Arudhati Roy, The Ordinary Person’s Guide to Empire.) Anadolu’da söylenen ayrılıkçı şarkıların kökeninde bu felsefe yatıyor. İslamcılar, ırkçılar, ikinci cumhuriyetçiler, bu şarkılarla Türk’e saldırıyorlar. Doğrusu, Türkiye Cumhuriyeti’nde ‘‘Türk olma’’nın suç sayılması, insanı kahrediyor. Osmanlı’nın viran mülkünü bayındır yurt yapmanın suç sayıldığı bir tarihsel dönemi yaşıyoruz. Anadolu toprağında doğanın, bu toprakta beslenip büyüyenin soyunun bu toprakta süreceğinin ayırdında olmayanın tarihsel bilincinden söz etmek olanaksızdır. Genç kuşakların bilincini dinselleştirmenin tek amacı, anayurdu, sömürgecinin mülkü yapmaktır. İslamcılık, ırkçılık ve Avrupa Birlikçilik, ulus bilincini, yurt sevgisini yok etmek anlamını taşıyor. Tek yolu da, genç kuşakları, bilimsel düşünceden uzaklaştırmaktır. Din eğitiminde direnmenin tek nedeni, bağımsızlık bilincini ‘‘mit’’ bataklığına gömmektir. Ağca Olayından Alınacak Çok Dersler Var Av. Turgut İNAL ğca olayını gündemden sildik bile. Oysa Ağca olayından ülke hukukçularının, yargı sorumlularının ve ülke siyasetçilerinin alacağı çok dersler vardır. Üzerinden zaman geçmesine karşın biz Ağca olayı konusunda görüşlerimizi dile getirmek istiyoruz. Çeyrek asrı aşan, ülke ve dünya kamuoyunu yakından ilgilendiren ve zaman zaman flaş haber olan, yüzlerce, binlerce gazetecinin, medya kuruluşunun takip ettiği Ağca’nın tahliye edil A mesi ve çeşitli evrelerden sonra tahliyenin kaldırılarak tutuklanması olayı bitmiş midir ve Ağca olayı kapanmış mıdır? Bizce, Ağca olayı bazı konu ve sorunların su yüzüne çıkması açısından yeniden açılmalı ve başlatılmalıdır. 26 yıllık mahkumiyetten sonra Türkiye’de Ağca tahliye edilmiştir. Bu tahliyeyi Üsküdar’ın veya Kartal’ın bilmem kaçıncı ağır cezaları vermiştir, Kartal Cumhuriyet Savcısı vermiştir veya Kartal Cezaevi infaz savcısı vermiştir veya şu yargıç ver miştir, şu heyet vermiştir, şu hatayı yapmıştır veya bu hatayı yapmıştır yahut ortada ciddi vahim skandal ölçüsünde suikast vardır. Bunların detayını, hatanın veya kastın nereden kaynaklandığını burada inceleyecek doküman ve bilgiye sahip değiliz. Ağca için yaşanan olayların sorumlu veya sorumlularını saptayacak konumda da değiliz. Bu adli tahkikatlarla, idari tahkikatlarla, gerekirse bilimsel araştırmalarla incelenmeli, araştırılmalı ve kesinkes Türk kamuoyuna, dünya kamuoyuna duyurulmalıdır. Türk adaletine, Türk devletine ve Türk demokrasisine bu yaraşır. Önce Türk halkını açıklıkla tatmin etmek, anlatmak ve tahkikat sonucunu ve yapılmışsa bilimsel raporları duyurmak zorundayız. Adli olaylarda her zaman yaptığımız ve faydalandığımız gibi, ‘‘konu üzerine adli tahkikat açılmıştır, adli tahkikat üzerinde bilgi vermek ve yorum yapmak durumunda değiliz, iş adalete intikal etmiştir, adaletin sonunu beklemeliyiz, biz görüş bildiremeyiz, bizde adalete müdahale, karışma, etki etme yoktur, bizim anayasamız ve yasalarımız böyle emrediyor, böyle buyuruyor, yasa ve anayasayı çiğneyemeyiz’’ gerekçelerinin arkasına sığınmanın ve susmanın, açıklık getirmemenin anlamı ve gereği yoktur. Kimsenin Türk halkını ve dünya kamuoyunu böyle safsatalarla yanıtlamaya, sorunu kapatmaya hakkı yoktur. Başta Türk halkı ve dünya kamuoyu o kadar hafife alınamaz, alınmamalıdır. İstanbul’da veya Ankara’da hangi adli makam, hangi yargıç, hangi yargıçlar heyeti, hangi cumhuriyet savcısı veya başsavcısı, bu konuda tek başlarına veya heyet halinde sorumlularsa, önce bu ülkenin halkı ve dünya kamuoyu bilmelidir ki, Türkiye’de bu konuda karar veren veya varsa onaylayan kişi ve heyetlerde görev yapan hukukçular adli dokunulmazlığa kavuşmuş, meslek tecrübelerini en azından 25 yıl geride bırakmış, bu konularda çok deneyimli olan ve meslek yaşamlarında birinci sınıf yargıç ve savcı makamına erişmiş, yargı dokunulmazlıklarına kavuşmuş, deneyimli ve bilgili hukukçulardır. Bu hukukçuların verdikleri karar için; ‘‘böyle düşünmüşler, böyle değerlendirmişler, böyle takdir etmişler’’ demeye ve bunların arkasına sığınmaya kimsenin hakkı yoktur. Ortada maddi bir olayın hukuki kisveye, hukuki hüviyete bürünmesi gibi, devam eden bir dava, yargılanması süren bir maddi olay yoktur. Maddi olayı aydınlanmış, davası bitmiş, kesinleşmiş mahkeme kararı veya mahkeme kararları vardır. Şimdi olayımızda tartışılamayacak durumda olan mahkeme kararları ortadadır. Maddi olay aydınlanmıştır. Verilmiş ceza belirlenmiştir. Suçun vasfı ve cezanın miktarı açıklanmıştır. Burada artık tartışılacak bir şey yoktur. Mahkumiyetin başladığı tarih ve çekilen ceza süresi de bellidir, kesindir. Şimdi çözülecek olay, mahkumiyetle, çekilen ceza ile Ağca mahkumiyeti sonuçlanmış mıdır? Burada önünüze mahkeme kararı konulur, gasplar, cinayetler, cezaevinden kaçmalar ile ilgili kararlar için verilmiş mahkumiyet kararlarının toplamı dikkate alınarak, suçların işlenmesinden itibaren çıkmış, adı Süleyman Demirel affı mıdır? Mesut’un, Tansu’nun affı mıdır? Yoksa çok ciddiyetsiz olarak yazılıp çizilmekte olan Rahşan affı mıdır? Bu afları ve getirdiği hükümleri önünüze koyarsanız, infazın doğup doğmadığını hesaplarsınız. İstanbul’un göbeğinde, arkasında 25 yılını bırakmış yargıç ve savcılar bu konuyu, daha önce verilmiş kararları da dikkate alarak, kırk defa doğruyu çözerler, doğruyu bulurlar. Ağca daha tahliye edilmeden önce, filanca ve feşmekân günü tahliye edileceği duyurulmuş ve haber olarak yayımlanmıştır! Olay alelade bir adli olay değildir! Konu Ağca’nın infazının bitip bitmediği ile ilgili karar veren adli görevlilerin kararlarını Adalet Bakanlığı görevli il ve ilçe cumhuriyet başsavcılığı bekleyen durumda olamaz. Tahliye edileceği duyulduğuna göre, görevli hukukçular, sorumlular, Bakanlık seyirci olarak, bekleyici olarak duramaz, ‘‘Çıksın da, şikâyet ve itiraz olursa inceleriz, tahkikat açtırırız, üst makamlara başvururuz’’ demekle yetinemezler. Olayları seyreden duruma geçemezler. Öyle olursa, işte böyle skandal tablolarla karşılaşırız. Türk kamuoyu ve dünya kamuoyunu, Türk adaletinin içine düştüğü bu sıkıntılı tabloyla karşı karşıya bırakmaya ve Türk kamuoyunu mahcup etmeye adaleti, aldığı bu notla adeta terzil etmeye hiçbir makamın, hiçbir görevlinin, hiçbir hükümetin, hele hele hiçbir adalet bakanının hakkı yoktur. Batı’da böylesine uluslararası düzeydeki bir hukuk olayı, böyle bir tabloyla karşılaşırsa, orada ne adalet bakanı kalır, ne hükümet kalır. Konu, sadece fiilen veya feşmekân savcıya, yargıca veya yargıç heyetine bırakıp sıyrılmayla bitecek, kapanacak olay değildir. Bu olay nedeniyle de, yargının da, yaşanan mekanizmanın da ameliyat masasına yatırılıp, ciddi operasyonların, ciddi reformların, ciddi zihniyet değişikliğinin yapılması lazım geldiğini ve bunun bıçağın kemiğe dayanması gibi elzem durumda bulunduğunu cümle âleme duyurmak isteriz. ŞİŞLİ SULH 3. HUKUK HAKİMLİĞİ’NDEN 2005/1521 Davacı Ali Alparslan Kurugöl tarafından açılan vasi tayini davasında verilen karar gereğince; İstanbul, Şişli, Esentepe Mah. Cilt 6, hane 414’te nüfusa kayıtlı Mevlüt Muzafferettin’den olma Şükran kızı, 21.09.1959 d.lu FATMA GÜLİN KURUGÖL’ün hastalığı sebebi ile M.K.’ın 405. maddesi uyarınca Kısıtlanmasına, kendisine aynı yerde nüfusa kayıtlı Mevlüt Muzafferettin’den olma Şükran’dan olma 95.01.1963 d.lu kardeşi ALİ ALPARSLAN KURUGÖL’ün vasi tayin edilmesine, itirazı olanların 10 gün içerisinde Mahkememize müracaat etmeleri, müracaat etmedikleri takdirde kararın kesinleşeceği, 27.01.2006 tarih, 2005/1521 esas, 2006/ karar sayılı ilamı ile karar verilmiş olup, Keyfiyet İLAN olunur. 27.01.2006 (Basın: 5512) CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle