27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 EKİM 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yurt Milliyetçiliği Milliyetçiliği, bir ırk milliyetçiliği olarak görmek ve sol ile arasına aşılması imkânsız bir mesafe koymak, konuyu saptırmaktan başka bir şey değildir. ‘‘Üniter devlette ‘milliyetçilik’, asla bir ‘ırk milliyetçiliği’ olamaz; mutlaka bir ‘yurt milliyetçiliği’ olur.’’ PENCERE Bu bakımdan ülkemizin çıkarları ile Avrupa Birliği çıkarlarının örtüşüp örtüşmediği, bir başka deyişle, Avrupa Birliği çıkarları doğrultusunda yapılan bu tür çalışmaların aynı zamanda ülkemizin, yurttaşlarımızın bütününün çıkarları doğrultusunda yapılmış çalışmalar anlamına gelip gelmediği hususu henüz kesinlik kazanmamış, tartışılması gereken bir düşüncedir. Tartışmasız ve hüzün verici olan; aydınlarımızın önemli bir bölümünün, içlerinde sosyalizm alanında büyük hizmetleri olanlar dahil, ülkemiz çıkarları ile AB çıkarları arasında bir fark görmemesi, Avrupa’yı İnsan Hak ve Özgürlüklerinin yurdu olarak savunması, bunda direnmesidir. Bu, ülkemiz emekçilerinin AB’den dışlanması ön şartına rağmen, maalesef böyledir. Böyle bir ayrımcılığı kabul etmek bir yana, görmezden gelmek bile aydın sorumluluğu ile bağdaşmaz. Böyle bir ayrımcılık ile İnsan Hak ve Özgürlükleri çelişir; böyle bir ayrımcılığı ileri süren, kabul eden, görmezden gelen hiçbir ülke, kuruluş veya kişiler, insan hak ve özgürlüklerinin, yurdun savunucusu, savaşçısı vb. olduklarını ileri süremezler. ??? Milliyetçiliği, bir ırk milliyetçiliği olarak görmek ve sol ile arasına aşılması imkânsız bir mesafe koymak, konuyu saptırmaktan başka bir şey değildir. ‘‘Üniter devlette ‘milliyetçilik’, asla bir ‘ırk milliyetçiliği’ olamaz; mutlaka bir ‘yurt milliyetçiliği’ olur.’’ (1) Amerikalıların söylediği gibi; ‘‘Benim ülkem, doğru ya da yanlış.’’(2) Nâzım Hikmet aynı fikri, ‘‘Bu cennet bu cehennem bizim’’ mısraı ile çok güzel ifade etmiştir. Ağabeyim Attilâ İlhan, bütün ömrünce, sosyalizm ile milliyetçiliğin birbirine karşıt değil birbirini tamamlayan kavramlar olduğunu savundu, bunun mücadelesini verdi. Zaman, olaylar, her defasında bu düşünce, tutum ve eylemini onaylamıştır. Doğru ve yanlış, cennet ve cehennem, iyi veya kötü bu ülke bizim ülkemiz. (1) Attilâ İlhan. ‘‘Cumhuriyet’’ 17.05.2004 (2) Edward Hallett CARR. ‘‘Milliyetçilik ve Sonrası’’ İletişim Yayınları. 1993. S. 34, S. 15. Masadan Kalkmak ÖNERİLERİN bini bir para. ‘‘Fransa’ya ne yapmalı’’ diye sorulur sorulmaz, ‘‘harika’’ düşünceler sıralayan sıralayana. ‘‘Diplomatik ilişkiler kesilmeli.’’ ‘‘Fransız mallarına boykot konmalı.’’ ‘‘Fransa ihale verilebilecek ülkeler listesinden silinmeli.’’ ‘‘Askeri ilişkiler asgariye indirilip o alanda da kırmızı çizgiler çekilmeli.’’ ‘‘Ünlüleri Paris’e yollayıp ‘Soykırım yok!’ dedirterek olaylar yaratılmalı.’’ ‘‘Cezayir soykırımını yadsıyanlara ceza getiren yasa çıkarılmalı.’’ Vesaire vesaire. eki ama, niçin yalnız Fransa? Neredeyse AB’nin bütünü aynı düşüncede değil mi? Avrupa Konseyi’nin Parlamenterler Meclisi ve Avrupa Birliği’nin Parlamentosu her fırsatta ‘‘Türkiye tarihiyle yüzleşip soykırımı kabul etmelidir’’ diye karar çıkarmıyorlar mı? ‘‘Bu sorun AB’ye tam üyelik için önkoşul değil’’ denmesi, konunun her vesileyle önümüze konmayacağı anlamına geldi mi? Ayrıca, yalnız bu konu değil, Kopenhag Kriterleri’nde bulunmayan buna benzer bir yığın başka sorun da resmî ya da yarıresmî yollardan gündeme getirilip onlarda da teslim olunmadıkça tam üyeliğin verilmeyeceği hep ima edilmiyor mu? Daha kötüsü, soykırım kabul edilse de tam üyelik olacak mı? Kabul edilmeyeceğini onlar bilmez mi? O halde niçin isteyip duruyorlar? Soykırımın, koşul olmasa da, kâh Hollanda’da kâh Fransa’da, kâh şurada kâh burada gündeme getirilmesi, ‘‘İstenmiyorsunuz!’’ mesajını Türklere en duyarlı oldukları yoldan, yani onurlarıyla oynayarak vermenin bir yolu olmuyor mu? Bu ‘‘genel’’ mesajı almayıp soykırım gibi tek bir bahaneyle niçin uğraşıp duruyoruz? En son, Alman Şansölyesi Frau Angela Menkel de sürecin nereye varacağını en kibar şekilde açıklamış oldu: Dönem Başkanı sıfatıyla konuşurken ne şiş yansın ne kebap yaklaşımıyla, ‘‘Türkiye’ye verilen sözler tutulmalıdır; ama ben tam üyeliğin değil, ayrıcalıklı ortaklığın doğru olacağına inanıyorum’’ diyerek, kendi başkanlık dönemi bitince yine tam üyeliğe karşı çıkacağını söylemiş olmadı mı? oykırım sorununa takılı kalıp her ülke için ayrı çareler düşünmek yerine o konudaki zorlamaları tam üyelik konusundaki genel isteksizlikle birleştirip daha etkili ve herkesi sadede getirici bir yol belirlenemez mi? Masadan kalkmak ve birbiri ardınca ödün isteyişlerle soykırım gibi gündem dışı sıkıştırmalara son verilmedikçe masaya dönmemek gibi. AB’ye girmek için can atanlar bile bilmelidirler ki, masadan kalkış, hem karşı tarafın gerçek niyetini anlamak hem de en iyi sonucu elde etmek açısından çoğu zaman başarılı olan bir müzakere yöntemidir. Başbakanlık’taki İrtica Belgesi... Ne diyelim?.. ‘İrtica’ mı diyelim?.. ‘Aşırılık’ mı?.. Var mı?.. Yok mu?.. ? İrtica tehdidi var.. Nerede?.. İrtica, Başbakanlık’ta, en yetkili masanın başına geçmiş, oturuyor... Daha önce de yazdım, yazdık, yazdılar... Ama, bir kez daha yinelemek zorunluğu ortaya çıktı... İrtica, Başbakanlık’ta yan gelmiş, bacak bacak üstüne atmış... Adı: Ömer.. Soyadı: Dinçer.. Görevi: Başbakanlık Müsteşarı.. Başbakanlık Müsteşarı ne demek?.. Yasa şöyle yazıyor: “Müsteşar, Başbakanlık Teşkilatı’nın Başbakan’dan sonra üst amiridir.” Bu da yetmemiş, Ömer Dinçer’in yetkileri AKP iktidarında güçlendirilmiştir. Peki, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Başbakanı Recep Tayyip’in sağ kolu ve devlet bürokrasisinin başı Ömer Dinçer’in programı nedir?.. ? Daha önce de bu köşede yayımlanmış ilkeleri ve koşulları bu kez madde madde sıralıyorum: “1) İslam bir hayat tarzıdır ve hayatın bütün yönlerini kapsayan bir ‘sistem’dir...” “2) Modern devletin bizlere birtakım dayatmaları olmuştur...” “3) Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün TEMEL İLKELERİN.. Laiklik.. Cumhuriyetçilik.. Milliyetçilik gibi birçok temel ilkenin yerini daha MÜSLÜMAN BİR YAPIYA DEVRETMESİ zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum.” “4) Türkiye’deki KÜLTÜREL öncelikli İSLAMİ HAREKETLERLE SİYASİ ÖNCELİKLİ İSLAMİ HAREKETLERİN karşılıklı ilişkileri yeniden TANZİM edilmelidir.” “5) Eğer bu iki hareket bütünleşmiş bir halde devam ettirilebilirse Türkiye’de İslamın hiçbir ülkede görülmemiş bir temel üzerinde gelecek vaat ettiğini ifade edebiliriz.” “6) Ancak iktidara gelmek yolun sonu değildir...” “7) Yeni bir başlangıçtır...” “8) İktidara gelince, tüm dünya Müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, Müslümanın kavgası münkire, harama, kötüye karşı devam eder.” İmza: TC Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer ? İrtica belgesi bu!.. Açık ve seçik bir belge.. Başbakanlık Müsteşarı Dinçer bu belgeye sadık kaldığını koltuğa oturduktan sonra yinelemiştir... Peki, ne oluyor?.. Başbakan Recep Tayyip, Müsteşarını sağına almış, Hükümetin başına geçmiş, diyor ki: “ İrtica yoktur!..” ? Yüzde 25 seçmen oyuyla Meclis’in yüzde 65’ini ele geçirmek bir sivil darbe değilse nedir?.. Hele bu eylem bir irtica hareketinin darbesi niteliğini taşıyorsa vah laik Türkiye Cumhuriyeti’ne!.. Cengiz İLHAN S P ol ile milliyetçilik arasında bir ilişki var mıdır? Daha özel; bu iki kavram birbirinin karşıtı mı, yoksa tamamlayıcısı mıdır? Sorunun, ülkemizde, etraflı olarak tartışıldığı söylenemez. Genel kanı, sağda ve solda, olumsuzdur; İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana dünyadaki milliyetçi hareketlerin, kurtuluş savaşlarının tamamı sol içerikli olmasına rağmen, bu iki dünya görüşünün, bağdaşması bir yana, birbirinin karşıtı olduğu düşüncesi hâkimdir. Şüphesiz bunda, ülkemize özgü koşulların, Turancı düşüncelerin, soğuk savaş döneminde milliyetçi partilerin sola karşı yürüttükleri siyasi mücadelede kullandıkları aşağılayıcı yöntemlerin payı vardır. Ülkemizde geçen zaman içerisinde, biraz da olayların zoru ile bazı konular açıklık kazanmaya başlamıştır; bunlardan birisi ve önde geleni de bu konudur. Ulusçuluk, ulus devletin çıkarlarının korunması solun, sosyalist düşüncenin dışında ve ona karşı bir olgu değildir; aksine sosyalist düşüncenin, sol dünya görüşünün bir gereği, bir şartıdır. Şüphesiz; hümanist, insancıl bakış, sol düşüncenin olmazsa olmaz şartıdır; ırkçılık, her türlü ayrımcılık, zorbalık vb. sol ile bağdaşması mümkün olmayan eylemler ve tutumlardır. Özgürlükler, uygarlıktan bütün insanların yararlanması hakkı gibi değerleri benimsemeyen bir sol düşünce, temelini insana saygıdan almayan solcu bir tutum, bir eylem düşünülemez. Ne var ki, günümüzde solun uzun uğraş ve mücadelelerden sonra insanlığa sunduğu bu temel sol kavramlar, temalar, aynı zamanda, hatta yalnızca, sağcı düşüncenin, kapitalist liberalizmin gereği, bir ‘‘yaşam biçimi’’ olarak sunulmaktadır, toplumlar buna inandırılmaya çalışılmaktadır. Öyle midir? Hayır: İnsancıl değerler, sosyal sınırlandırmalar, özünde paylaşımın maddi, parasal değerler üzerinden, kısaca paylaşımın sadece maddi güce göre yapılması ilkesi üzerine kurulu kapitalist düzenin yapısına aykırıdır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu gibi düşünce ve değerlerin hiçbir etkisinin bulunmadığı çok daha net görülmüştür. Batılı ülkelerde sosyal politikalar, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, giderek reddedilmeye, bu politikalar gereği tanınmış sosyal haklar, henüz, sınırlandırılmasa bile, en azından, yeniden tartışılmaya başlanmıştır. İnsan Hakları Mahkemesi ile yorum ve uygulama tekeli elde tutularak; hukuka veya insan haklarına uygunluk ya da aykırılık adı altında Batı kapitalist düzeni ve bu düzenin insan hakları anlayışı, hukuku, yorumları, üstün ve tartışılmaz bir hukuk normu, bir hukuki değer haline getirilmek istenmektedir, ülkeler buna zorlanmaktadır. Demokrasi, artık bir yaşam biçimi olmaktan çıkmıştır, sadece bir istila aracıdır. Kapitalist liberal değerler olarak sunulan kavramlara, özgürlüklere, ne kadar çarpıcı ve etkileyici olursa olsun, bir solcunun, bu bakımdan, ihtiyatla yaklaşması gerekir. Aynı kavram, amaç olabildiği gibi araç olarak da kullanılabilir. Sol düşünce asırlardan bu yana gelen deneyimleriyle ikisinin arasındaki farkı bilerek ve değerlendirerek yaklaşmak zorundadır. Bu da doğaldır. Örneğin; ülkemizde Avrupa Birliği’nin, yurttaşlarımızın bütününden çok etnik farklılıklara, dini tarikatlara önem ve öncelik verdiği, insan haklarından genelin değil, etkin farklılıkların haklarını anladığı, bir bakıma bunları teşvik ettiği, farklılıklar yararına siyasi ayrımcılık yapıldığı kanaati yaygındır. S 11 Ekim 1922, Mudanya Ateşkesi M. Metin SEZGİN Ekim 1922 Mudanya Konferansı, üzerinden asırlar geçse de ulusal tarihimizdeki anlam ve önemini hiçbir zaman yitirmeyecek, emperyalistlere karşı verilen bu kutsal savaşımızdan her zaman 11 Hukukçu ve her dönemde Türk ulusu olarak hep büyük dersler alacağız. Gazi Mustafa Kemal, 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı’ndan sonra 1 Eylül 1922 günü Türk ordularına “Anadolu’da daha başka meydan mu harebeleri verileceğini nazarı dikkate almalarını” emretmişti. İşte o eşsiz Başkomutan’ın sözünü ettiği 30 Ağustos’tan sonra Anadolu’da verilen başka muharebelerin kanımca en önemlisi 1112 Eylül 1922 günleri Mudanyamızda cereyan eden muharebelerdir. Bu mücadele, Türk birliklerine katılan ve aralarında babam Sait Sezgin’in de bulunduğu Mudanyalı gençlerden oluşan 125 kişilik bir milis gücü desteğindeki 1. Tümen’e bağlı kahraman birliklerimizce Yunanlıların 11.000 mevcutlu 11. Tümeni’ne karşı Mudanya tepelerinde verilmiş ve bu önemli savaş 11. Yunan Tümeni’nin önemli bir bölümünün imhası ve artıklarının da esir edilmesiyle sonuçlanmıştır. Babamın Mudanya’daki işgal acılarını ve 1112 Eylül 1922 Mudanya Muharebeleri’ni ayrıntılarıyla anlatan günlüğünde, 1112 Eylül günleri gerçekleşen bu büyük direnişin 25 Haziran 1920 günü Mudanya’ya çıkan İngiliz çıkarma birliklerine, o gün Mudanya’da Tepederbent’e çekilen bölüğüne katılmayıp tek başına karşı koyup onlara ağır kayıplar verdirdikten sonra şehit düşen Mudanyalı Şükrü Çavuş’tan ilham alarak gerçekleştirdiklerini yazmıştır. Şükrü Çavuş’un emperyalsit İngiliz çıkarma birliklerine 25 Haziran 1920’de sıktığı kurşunlar, Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da İzmir’de yaktığı Kuvayi Milliye ateşinin Marmara kıyılarına ulaşan yankılarıdır. 84 yıl önce bugün, Mudanya’da sonuçlanan barış konferansı, büyük devlet adamı İsmet Paşa’nın başkanlığı altında, İngiliz Delegesi General Harrington, Fransız Delegesi General Charpy, İtalyan Delegesi General Monbelli’nin katılımıyla gerçekleşti. Konferansın ilk günü Mudanya iskelesine çıkan generaller kendilerini hiç kimsenin karşılamadığını görünce konferansın yapılacağı yalıya kadar yürüyerek gitmek zorunda kalmışlardı. İngiliz Delegesi General Harrington Mudanya iskelesine çıktığında, orada yatan ve vatanını kahramanca savunurken emperyalist İngilizler tarafından şehit edilen Mudanyalı Şükrü Çavuş’un adeta manevi huzurunda eğiliyor ve ondan özür di liyordu. Bir hafta süren tartışmalı görüşmelerden sonra ateşkes antlaşması 11 Ekim 1922 sabahı imzalandı. Mudanya Ateşkesi ile (bu barış sözleşmesiyle) Edirne dahil tüm Trakya savaşsız kazanılmış ve yeni Türk devleti bu ateşkesin imzalanmasıyla ilk kez uluslararası alanda Mudanya’da tanınmış ve Lozan barış yolu açılmıştır. Yunanistan Delegesi General Mazakaris’in yetkili olmadığını bahane ederek müzakerelere katılmadığı halde Mudanya Ateşkesi’nin Bağlaşık Devletler temsilcilerinin imzalarıyla yetinilerek yürürlüğe konulması ulusal bağımsızlık savaşımızın sadece Yunanlılara karşı değil, bu ateşkese imza koyan ve Yunanlıların finansörlüğünü yapan emperyalist devletlere karşı da verilmiş olduğunu kanıtlar. Geçen yıl 24 Temmuz gecesi, Lozan’ın yıldönümünde bir televizyon kanalında açıkoturum programına katılan bir Cumhuriyet düşmanı, “Lozan bir hezimettir’’ diyor, “hani Misakı Milli’nin hedefleri, hani.. Musul nerede? Kerkük nerede? Kıbrıs nerede?” diye bas bas bağırıyordu!.. Lozan bir hezimettir diyen bu zat, bugün bu konudaki kimi tarihçi ve siyaset adamlarının da göz ardı ettikleri şu tarihsel gerçeği unutuyordu. Bu gerçek; son Osmanlı Mebusan Meclisi toplantısında belirlenen Ulusal Ant’ın (Misakı Milli) toprak ile ilgili kimi hükümlerinin ulusal Kurtuluş Savaşımız süresince coğrafi, demografik (nüfus durumu) ve sosyolojik gerçekler nedeniyle değiştirilmiş ve Mustafa Kemal’in eşsiz öngörüsü ile denizaşırı yöreleri ve Türk unsurunun bulunmadığı bölgelerin hedef dışına çıkarılarak hayalcilikten uzak gerçekçi bir ulusal sınır stratejisinin belirlenip, benimsenmiş olmasıdır. İşte Mudanya’da böylesine gerçeklere dayanan bir dış politika ile 84 yıl önce Mudanya’da bugüne kadar hiç bozulmayan bir barış sağlanabilmiştir. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle