11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 31 OCAK 2006 SALI 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Denizlerde Masallaşanlar.. Teknolojinin hiç duraksamayan ve hızı artarak süren sonsuz koşusu gemilerde, limanlarda ve deniz endüstrisinin diğer dallarındaki bu tür değişimlerinin bile geldiğimiz ‘‘gemici’’, ‘‘denizci’’ kişiliğinde de yansımaları oldu. Limanlardaki yükleme, boşaltma süreleri teknolojinin ürettiği yeni kolaylıklar ve ekonomik olma zorunluluğu ile gittikçe kısaldı. PENCERE ‘Dostum Mozart’ın 250’nci Yılı.. Ahmet Say’ın birkaç gün önce bu sayfada ‘Nadir Nadi’nin anısına bir yazısı yayımlandı. Yazarımız ne diyordu: ‘‘Tarihin tanıdığı en büyük sanatçılardan olan Avusturyalı besteci Wolfgang Amadeus Mozart (27 Ocak 17565 Aralık 1791), doğumunun 250’nci yılı dolayısıyla uygar dünyada binlerce etkinlikle anılıyor. 2006’nın ‘Mozart Yılı’ ilan edilmesinin kaynağındaki değerbilirlik, bestecinin kişiliğinde yaratıcı insanlığın değerini vurgulamaktır.’’ ‘‘Mozart ‘Aydınlanma’ felsefesinin müzik sanatındaki temsilcisidir.’’ (Cumhuriyet, 27 Ocak 2006) ? Başyazarımız Nadir Nadi’nin ‘Dostum Mozart’ adlı ve pek ünlü bir kitabı vardır. Daha 1960’lı yıllarda, Nadir Bey, çevresine sık sık Mozart’tan söz açar, bu eşsiz besteciye tutkunluğunu dile getirirdi... Bir gün eksik gedik müzik kültürümle ta o yıllarda sormuştum: Peki, demiştim, Mozart’a kadar iyi kötü, gürültüsüz patırtısız gelen müzik neden Beethoven’le birlikte gümbürdemeye başlıyor?.. Hiç unutmuyorum, Nadir Bey hiç alışık olmadığımız biçimde elini ağzına götürüp gülmeye başlamıştı: ‘‘ Dur bakalım’’ demişti, ‘‘bu soruda iş var!..’’ Sonra sorunun yanıtını açıklamıştı. İlerde 1985’te ilk baskısı çıkacak kitabında Mozart ile 18’inci yüzyıl arasındaki bağıntıyı özenle sergileyecekti. ? Cumhuriyet gazetesinin kimliğini ve tarihini iyice algılamak isteyenler ister istemez Mozart’la tanışacaklardır... Yunus Nadi oğlu Nadir’i elinden tutmuş, Milli Kurtuluş Savaşı süresinde Ankara’da Sovyet Sefareti Kâtibi’ne götürmüş ve: ‘‘ Buna’’ demiş ‘‘keman öğret!..’’ Küçük Nadir’in kulağına cepheden gelen top sesleriyle birlikte Batı’dan yansıyan keman sesleri karışmıştı... ? Çağdaş insan uygarsa, geçmiş ve gelecekten yoksun düşünemez; zamanı bütünselliğinden soyutlamadan yaşadığı sürecin mantığını kurar; anlamın gerçekliğini tarihsel derinliğinden koparmaz; Mozart’ın Nadir Nadi’yle ilişkisi Cumhuriyet başyazarının kimliğince doğaldır... Nitekim Nadir Bey kitabının ilk baskısını bana şöyle imzalamıştı: ‘‘Dostum Mozart’tan.. Dostum İlhan’a.. Nadir Nadi’’ 20 yıl önce yazılan bu satırlar, insandan insana dostluğun sınırsızlığındaki anlamı geleceğe yansıtan bir deniz feneri gibi önümüzü aydınlatıyor. İnönüGürkan Örneği... İki genel başkanın bir parti kongresinde el ele dolaşarak halkı selamladığını gördünüz mü hiç? Ben gördüm! Erdal İnönü ile Aydın Güven Gürkan, başkanı oldukları iki partiyi, SHP adı altında bir araya getirdikten sonra, ilk kurultayda birlikte kürsüye çıkmış, önemli bir gelişmenin haberini vermişlerdi. Bir daha böyle bir şey olmadı, olamadı! Bu güzel örnek de boşa gitti! Yine boşa giden bir başka güzel olay da, SHP lideri Murat Karayalçın’ın partisini kapatıp Baykal’ın o günkü ‘‘küçük’’ CHP’sine katılışı! İki liderin sosyal demokrasi yolunda birlikteliği idi! İlk örnek az çok olumlu sonuç vermişti. Gürkan’la İnönü’nün öncülük ederek oluşturdukları SHP, ilk yerel seçimde önemli üstünlük kazanmıştı. Ama ikinci örnek ters sonuç verdi. SHP ile CHP’nin birleşmesi iki parti için de iyi olmadı. O günlerde umutlanmıştık! İnönüGürkan’ın sunduğu özveri, Ecevit için, Baykal için de güzel bir örnek olacak diye!.. İlk genel seçimde güçlenmiş CHP ya da Birleşik Sol büyük başarı kazanacaktı. O da olmadı. Olmuyor. Erdal İnönü ‘‘Cumhuriyet’’te çıkan yazısında: ‘‘Aydın Güven Gürkan’ın kişisel çıkar peşinde koşmayan, sosyal demokrat politikalarını yalnız halkına hizmet yoluyla yürütmeye çalışan siyaset anlayışından’’ överek söz ediyor. Aydın Güven Gürkan epeydir siyaset sahnesinden çekilmişti. Kırılganlık mı, umutsuzluk mu, yoksa sağlık bozukluğu muydu? Aydınlanma yaratmak, halkçı bir tutumda birleşmek çabasının bir işe yaramadığını gördüğü için miydi? Ölümler, yenilgiler, bozgunlar zaman zaman karamsarlığa iter toplumları.. Bir kurtuluş, bir çıkar yol yoktur der, yalnızlığımıza kapanırız.. Ama bir bakarsın, bir insan çıkar, bir görüş, bir umut doğar. Nasıl 12 Eylül’ün yarattığı umutsuzluğu Gürkanİnönü dostça birlikteliği yenmişse! Aydın Güven Gürkan, benim de güven duyarak desteklediğim bir politikacıydı. Politikacıdan çok, bir toplum öncüsü, bir halk sevdalısıydı. Gücü yettiğinde çabaladı, bir şeyleri anlatmak, duyurmak istedi... Ama Ecevit’lerin, Baykal’ların anlamsız direnişleri mi, yoksa her şeyin önünde yalnız kendilerinin olması direnci, tutkusu mu, demokrasimizin kolunu kanadını kırdı. Bugün iktidar İslamcı bir çağdışı kadroya kaptırılmışsa bunun sorumlusunun kimler olduğu bellidir. Tarih güzel bir örnek veren İnönü’yü, Gürkan’ı nasıl iyilikle anacaksa ötekileri de birer bölücü, parçalayıcı olarak yazacaktır. Kaç yıl geçti? Biz hâlâ solda bir bütünleşme sorununu tartışmaktayız! Bunun ayıbı, hepimizde... Daha da çok, bencil duygularını yenemeyenlerde... Belki bir gün bir Gürkan daha çıkar, bir İnönü daha çıkar diye umutlansak mı? SODEP’le Halkçı Parti’nin birleşmesiyle ortaya çıkan SHP örneği, tarihsel bir olay olmuştu. Günümüzde de CHP’si, DSP’si, SHP’si, İşçi Partisi ve tüm sosyal demokrat kurumları ve kuruluşları bir araya getirip gerçek bir güç oluşturmak saati gelmedi mi? Oktay SÖNMEZ Denizci Yazar İ nsanlık, Hititlerin iki tekerlekli savaş arabasından otomobile binyıllar sonra ulaşabildi. En ilkel gemi olan saldan yelkenli teknelere, oradan da Fulton’un ilk buharlı gemisine gelebilmek için çağlar geçti. Ama teknoloji denilen o büyülü, akıl almaz koşu ile akıp giden yılların her biri bir öncekinin nerde ise karesi olan hızı ile Stevenson’un buharlı lokomotifinden patlarlı motora geçmek için sadece birkaç on yıl belki de daha az bir süre yeterli oldu. Denizde türbin makineler, havada jet motorlarının yürütücü güç olarak kullanılması derken bizim kuşak olarak nükleer gücün denizde uygulanması ile ‘‘ilk atom gemisi’’ diye anılan ticaret gemisi ‘‘Savannah’’ın denize açıldığına tanık olduk. Sonra isimleri birtakım bilimsel sırlara bürünmüş atom denizaltıları türlü savaş yetenekleri ile donanımlı olarak denize açıldılar. En küçük kent devletlerden uzun ömürlü büyük imparatorluklara kadar her ülkenin yaşamı demek olan ekonomilerin önemini hiç yitirmemiş deniz ticaret filoları da teknolojik evrimin bütün aşamalarından geçerek kürek, yelken buharlı gemilerden bugünlere ulaştı. Denizcilik ve onun yan kuruluşları dev bir endüstri oldu. Bundan kırk, elli yıl öncesinin her yorgun gemiciye kucağını açmış sıcak, ışıklarda yüzen cennetleri olan limanlar artık eski dergilerde, solmuş fotoğraflarda kaldı. Bağrına bastığı irili ufaklı gemilerin ambarlarına gece gündüz hüzünlü vınlamalarla hiç durmaksızın dalıp çıkan yüzlerce sahil kreyni donatılmış, yaşam dolu, demir çelikten yapılmış bir ormanın türlü görüntüleri ile o eski limanlar yok artık. Her biri anılarımızda çok uzak masallardaki gibi görünüp görünüp kaybolan hayaller şimdi. Bu süreç içinde elli yıl öncesinin limanları da konteynır terminalleri oldular. Binyıllar öncesinin Mısır Piramitleri hemen denizden başlayarak yükselecekmiş gibi o dev kutular üst üste ürkütücü duvarlar olmuş göklere uzanıyor sanki günümüzün limanlarında. Gemiler, bizim denizlerde dolaştığımız, bizim evimiz yaşadığımız, gülüp ağladığımız, acılarımızın, en çılgın mutluluklarımızın yuvası, günlük çalışmanın ya da henüz bitirilmiş bir vardiyanın o tatlı, mutlu yorgunluğu ile kamaramızdaki yatağa uzanıp başımızı yastığa koyardık. Kar tipi, gece gündüz durmadan denizi yarıp geçen geminin ta içinde bir yerlerdeki ana makinenin sesi de yok artık. O ses artık bize ninnilik eden ses değil. Teknoloji ge milere yeni kalp, böbrek, ciğerler ve daha nice bilmediğimiz yeni organlar taktı. Sesleri başka, gemi dediğimiz o dev balinanın gövdesindeki titreşimleri başka. Rüzgâra hafiften baş eğmiş hüzünlü bir duman tüterdi bacalarından bizim gemilerin. Başkaydılar. O gemiler başkaydı. Direkleri donanımları başka. Denizde bir sevda türküsüydüler. Bazen de henüz ayrıldığımız bir sevgilinin gözyaşları gibiydiler gecenin içinde, eriyip kaybolduğumuz o uzak denizlerde. Yaşam, teknolojinin o inanılmaz hızına kendini kaptırmış olarak sürüp gidiyor. Gemiler geçiyor Boğaz’dan boy boy, bayrak bayrak. Ama aşırı bir duygusallık ya da nostalji mi, ne derseniz deyin, hiçbiri ‘‘gemi’’ değil artık o yaratıkların. Ben ‘‘yaratık’’ diyorum, başka ülkelerde de bu değişimi benimkisi gibi duygularla izleyenler onlardan ‘‘monster’’ öcü, çirkin canavar diye söz ediyorlar. Tüfek icad oldu.. Dilimizdeki güzel deyimlerden biri geliyor aklıma ‘‘Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu’’. Evet denizlerde de aynı şey oldu. Konteynır denilen o dev kutular icat oldu, denizlerin çiçekleri bildiğimiz gerçekten ‘‘gemi’’ olan, denizi deniz yapan gemilerin soyları tükendi. O bizim ‘‘gemi’’ler neredeyse ufkun ötelerinde bir yerlerde kaybolmak üzereler. Onların yerine her gün o konteynır denilen yüzlerce kutuyu sırtlamış dev tabutlar geçiyor Boğaz’dan. Onlar da denizde, makineleri pervaneleri var. Ama bir şeyleri hiç mi hiç yok. Çağlar boyu kendilerinden söz edilirken kullanılan o küçük sözcük, ‘‘gemi’’ yok. Şiiri, hüznü, mutluluğu, gemici denilen kişide deniz, gemi sevgisini uçurması, insanları alıp götürmek yok bu ‘‘dev yüzer tabut’’larda. Ürkütücü yaratıklar Dünya ekonomisindeki gelişimler, devrimler, değişimler, savaşlar, gemilerin boyutlarını da değiştirdi. Artık yüzyıllar boyu Avrupa/Uzakdoğu yolundaki gemilerin hepsi Süveyş Kanalı’ndan geçemiyor. Başta akaryakıt olmak üzere, madenler, tahıl gibi dökme yüklerin çok daha büyük miktarlarda ulaşımı bir zorunluluk olarak ortaya çıkınca ‘‘Cape Size’’ yani Ümit Burnu’ndan dolaşarak Uzakdoğu’ya gidip gelen gemiler yapıldı. Onlar da bir başka ürkütücü yaratıklar. İki yakasında yirmi milyonu aşkın insanımızın yaşadığı Türk Boğazları’ndan her gün 200220 gemi geçiyor. Bunların her dördünden en az biri tanker. İçlerinde nafta, LPG, çeşitli patlayıcı, zehirleyici kimyasal yük taşıyorlar. Her biri yüzen bir ada. Türlü ölümcül felaket potansiyeli ile yüklü yüzer adalar. Teknolojinin hiç duraksamayan ve hızı artarak süren sonsuz koşusu gemilerde, limanlarda ve deniz endüstrisinin diğer dallarındaki bu tür değişimlerinin bile geldiğimiz ‘‘gemici’’, ‘‘denizci’’ kişiliğinde de yansımaları oldu. Limanlardaki yükleme, boşaltma süreleri teknolojinin ürettiği yeni kolaylıklar ve ekonomik olma zorunluluğu ile gittikçe kısaldı. Türkiye’den bir doğu Amerika limanına varan gemi en çok yirmi dört saatte işini bitirip kalkıyor. Gemicinin liman yaşantısı yok oldu. Gemi adamı artık denizciliği benimsediği bir yaşam şekli olarak kabullenmiş bir kişilik taşımıyor. Denizle ilgili şiirsel tatlardan, denizin büyüsünden, gizemlerinden habersiz bir tip olup çıktı. Vizyonu başka, amaçları başka, dünyası başka. Örneğin birkaç yıl denizde çalışıp hızla biriktirdiği para ile mahallesinde kuru temizleme dükkânı açmak en büyük rüyası olmuş kimilerinin. Artık seksenini geçmiş yüzündeki çizgileri derinleşmiş, yaşadıkları ile kişiliği de türlü zenginlikler kazanmış uzak yol kaptanları (Beybabalar) da çizmeye çalıştığımız değişimin hüzün heykelleri gibi evlerinden denizi seyrediyorlar. O yaşlarda hâlâ denizde gezen ihtiyar delikanlılar yok artık. Çok daha ileri bir fantezi gibi görülebilir ama yine de gerçekten çok uzak denilemeyecek birtakım oluşumların rotasında ilerliyoruz. Irak Savaşı, Afganistan, Filistin/İsrail, İran, BOD ile ilgili temelinde ne olduğunu artık sokaktaki simitçinin bile bildiği projeler, yeni olayların içindeyiz. Bu arada ne tür felaketlerin kaynağı olacağı henüz yeterince ilgi alanımıza girmeyen küresel ısınma problemi de güncelliğini gözümüze sokarken bakıyoruz Türkiye’nin de tam ortasında yer aldığı coğrafyadaki ülkelerin hepsi nükleer silahlanma yarışındalar. Bu nedenle fantezi, duygusallık ve nostaljinin biraz fazla kaçtığının ayırdında olduğum yazımı şöyle bitirmek istiyorum; Bilimin üretken dinamiği olan teknolojiye hiçbir şekilde karşı oluşum söz konusu bile değil. Ama yeri gelince insan yaşamını kurtaran, uzatan ve hatta mutlu kılan teknolojinin nice yan etkilerine ve sonuçlarına bir başka açıdan bakmaktan da alıkoyamıyorum kendimi. Bir gün insanlığın, kendi yarattığı bu gelişmiş teknolojiyi de, ürettiklerini de sıfırlayacak yine kendinin olan bir yanlışı ile denizlerde sal, kürek, yelken diye başlayıp atom denizaltısına ulaşacak süreç yeniden başlarsa bu denizlerde yine gemiler bütün şiiri ile yer alacaklar. Buna inanıyorum. Bir şey daha, dünyada aşk denilen şey, yine doğaya denizlere sevdalanmakla başlayacak yine en yaratıcı, en üretici ve bütün güzelliklerin kaynağı olacak. Belki de milyon yıllar beklemek gerekse bile... Devlet Dinden Desteğini Çekmeli Ercan YEŞİLYURT L aiklik, devletin resmi bir dini olmadığını açıklamasıdır. Laiklikte, dinin devlet içindeki imtiyazlı durumuna son verme arzusu vardır. Batı’da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte yüzyıllarca süren iktidar savaşı sonunda, kiliseye devletten zorla el çektirilmiştir. Yani laiklik kapitalizmin ürünüdür. Laik devletin dini olmadığı için, devletçe din eğitimi yapılamaz; din görevlileri devlet bütçesinden maaş alamaz. Batı’da durum aynen böyle. Devlet yönetimi kurallara bağlıdır; kurallar zamana ve şartlara göre değiştirilir. Dinse tartışılmaz ve değiştirilemez bir inanç sistemidir. Laik bir ülkede herkes istediği dine ya da inanca sahip olabilir, ama din devlet ve toplum işlerine karıştırılamaz. Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı’dan devraldığı geri bir toplumda, dini kontral atına almak için, hiçbir Batı toplumunda olmayan bir yöntemle bütün imamları devlet memuru yapıp maaşa bağlamıştır. Din, ülkemizde bir iş koludur, işvereni devlettir. Devletin dini kontrol altına alma niyeti tersine dönmüş, dinciler devleti kontrol altına almış, hatta bugün ülkemizi yönetiyorlar. Her yıl devletin okulu olan imamhatiplerden on binlerce profesyonel dinci yetişmektedir. Devlet bunlara imam olarak iş vermekte ya da diğer kadrolarda istihdam etmektedir. Yani iş garantili bir duruma gelmişlerdir. Bir de Kenan Evren, imamların istediği üniversiteye girme yolunu açınca, Demirel’in dediği olmuş, ‘‘dinini bilen, Allah’tan korkan’’ bu gençler, devletin tüm yönetim kademelerine yerleşmişlerdir. 1961 Anayasası döneminde kurulan ve din ders lerinin zorunlu hale getirilmesini isteyen Milli Nizam Partisi ve 1982 Anayasası döneminde ise din derslerinin zorunluluk kapsamının genişletilmesini isteyen Huzur Partisi’nin bu talepleri laikliğe aykırı bulunarak her iki parti de Anayasa Mahkemesi’nce temelli kapatılmıştır. Ülkenin toplumsal yapısı gereği sürekli iktidarda olan sağ partilerin ellerinde olan en büyük sermaye dindir. Yapılması gereken dinle devletin ilişkisini kesip bu kozun ellerinden alınmasıdır. Avrupa’da devlet bütçesinden maaş alan din adamı yoktur. Kaderin cilvesi denir ya, Türkiye’de de AKP hükümeti Diyanet’i kapatıp imamları işten atacak. Ama bunu Avrupalıların zoruyla yapacak. Bu operasyonla her yıl yaklaşık 2 milyar dolarlık bir kaynak ülke kalkınmasında kullanılacaktır. Dinin ya da dinci hareketlerin denetimini devlet yapacaktır. Bu konudaki 1971/76 sayılı Anayasa Mahkemesi kararında, ‘‘Manevi hayatın dışına taşan, toplumsal alanı etkisi altına alan dinsellik türleri sınırlama ve denetime tabidir’’ denilmektedir. Bütün bu değişiklikler yapılmaz, devlet dine teşvik vermeye devam eder, dincilere sponsorluk yaparsa, şehrin ortasında Kurban bayramlarında, boğalar silahlı çatışma ile ele geçirilip katledilmeye devam eder. Cumhuriyet döneminde yetişmiş, bir kısmı üniversiteli, her yıl yaklaşık yüz bin kişi cennete gitmek için hacca gidip şeytan taşlamaya devam eder. Ülke kaynakları da Araplara aktarılır. Ülkenin bu durumundan rahatsız olan herkesin, ‘‘Biz nerede yanlış yaptık’’ diye düşünmesi gerekir. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle