25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 EKİM 2005 PAZAR OLAYLAR VE GORUŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Msulluk Çirkindip ^(f$r öykücük) Hş Şafaçhanebaşı'nda indim. Şimdi- • letde kimse bu adı kullanmıyor. Bele- v*<iiye diyortar. Belediye Sarayı. Otuz yıl * kadar önceburda bir küçük durakvar- CJI, duvarianna dizeler, şarkılar, küfür- leryazılı birdurak. Bulvaryeni açılıyor- du, evler, bahçeleryıkılmış, Aksara/dan Unkapanı'na kadar upuzun, geniş bir cadde oluştuaılmuştu. Benim çocuk- luğumun Saraçhanebaşı'sı ortadan kalkmışt. Bunlan 'BulvardakiDurak' ad- lı bir öykümde anlatmıştım. Yıl 1943. Geçmişe gitmekten sakınmalı! Tır- mandım merdivenden, Belediye Sa- rayi ışte karşımda Yürüyorum Şehza- debaşı'na doğru. Cami avlusu yok ol- muş, ağaçlar, yollar... Eskiden çift ka- le futbol oynardık, askerlik kamplann- da eğitim görürdük. Bir de kücük sand- viççi vardı köşede, beş kuruşa koca- man bir fırancalanın yarısına kosko- ca kaşar peynirler doldurur verirdi. Bir tane yedin mi, akşama kadar acık- mazdın! Şehzadebaşı... 1930'lann, 40'lann ünlü sokağı, Istanbul'un seçkin birye- riydi. Haritadan silinmiş sanki. Nerde Çinıli Fınn, nerede Eczacı Asaf Bey'in dükkânı, nerde bilardo salonlan, dans çılgınhğı yıllanndakı dans yerteri! Ner- de sinemalar Milli, Hilâl, Ferah, nerde Naşit'ın tiyatrosu, nerde pastacılar, dondumnacılar, nerde Ali Bey'in kırta- siye dükkânı, nerde küçük şarapçılarL Nerde o büyük genış vitnnine dalıp git- tiğim fotoğrafçı! Nerde o günlerin ın- sanlan! Uçsuz bucaksız bir minibüs dizisi... Hepsinden ayn birhavafışkınyor. Anı- lan kaçırtan, sabah keyfine limon sıkan bir gürültü. Bu mu müzik? Bu mu ın- sanı 'insan' edecek, güzel duygulara yüceltecek o Tannsal sesleniş? Bun- lara 'Arabesk' diyorlar! Arap şarkılan- na benziyor diye! Bence Hint-Arap- Osmanlı-Çingene, daha bınbir ırk, ulus, beğeni beğenisıziik karmaşımı... Hep acı, ıstırap, gözyaşı, keder... Inandırmı- yor hiçbiri. Yapay, göstermelik, uydur- ma geliyor. Ama niye bu kadar çok ça- lariar, dinlerier. Ne zaman bir minibü- se binsem, hemen koyariar bandı, 'ka- pat' diyen çıkmaz, hele bir çıksın, şo- förie bir olacak kimi yolcular, 'Git tak- si tut beyim' diyeceklerdir. Kaçmalı bu minibüs durağından, gürültüden, ba- yağılıktan, çirkinlikten... Evet, çirkinlikten... Her şey çirkin gö- rünüyor bu sabah bana. Nedir çirkin? Göze hoş görünmeyen diyeceksiniz. Hangi göze? Göz herkeste var, ama görmek, bakmak, anlamak bir eğitim işi. Hepçirkinlikleriçindeyaşamış, çir- kinlikleri görmüş, yaşamı çirkin bir or- tamdageçen kişi, bilirmı güzelliğin ne olduğunu? Daha gözünü açar açmaz böyleşarkılar, 'a/ı'lar, 'oflar, 7rade/ier, bilmem neterie dolu şarkılaria günde- liksıkıntnın acılanylaezilen kişi, çirkin- güzel aynmı nasıl yapsın? Yaşam bo- yu böyle arabeskler dinleyerek, gece- kondu koşullannda yaşayıp ilk fırsat- ta köşeleri hızla dönüp yükselmek is- teğiyle yanarak yetışecek, yaşlanacak, ölecek... Rodin, sanatta çirkinliği 'kişiiiksiz otmak3 diyetanımlar. Yaniyapıtında hiç- bir iç ya da dış gerçeği vermemek...' Ama get de Boiieau'nun sözünü anım- sama: 'Herşeyyoksulluktaçirkinlesir...' Bütün bu minibüs şarkılan, bayağılık- lan, çirkinliği ileyoksulluğun yapıtı, ürü- nü değil mi, dedim kendi kendime, sonra yine bir avuntu buldun, bir an- lama, bir hoş görme yolu buldun, de- dim yine kendime!.. Bu insanlanmızı iyi bir eğitimden, bir sanat ve kültür eği- timinden geçirsek; okumak, öğrenmek ama iyi, güzel, yarariı şeyler okutmak öğretmek olanağına kavuşarak, tüm ge- cekondu mahallelerini kaldırabilsek; Çetin Aitan'ın yazdığı gtbi her köye, mahalleye, bir tenis kortu değilse de bir kitaplık, bir sanat, kültür evi -yani eski halkevlerinı- kurabilsek, befki uzun bir uğraşma sonucu halkımızı bu çir- kinlik deryasından çekıp çıkarabiliriz... Baktım. Beyazıt'ın alt geçidindeyim. Bir koku, bir koku. Burası genel tuva- let! Gerçi karmakanşıklık kalkmış, o bitpazan görünüşü yok olmuş, ama yine gelen geçen çişini ediyor sağa sola! Hızla geçmeli, Beyazıt Meydanı, yani Hürriyet, yani özgüriükAlanı... A, işte bir havuz, daha doğrusu havuzcuk, fıskıyelerden sular yükseliyor. Birden 1950'lerin öncesine gittim. Beyazıt Efendi lokantası, şairier, Yahya Ke- mal'li, Ataç'h, Tanpınar'lı söyleşi köşe- leri. llkgençlik rüzgânnda dalgalanan gençler. Yani bizler... Sonra Sahaflar, sonra çarşı, sonra Nuruosmaniye, sonra Cağaloğlu... Bel- lekteki eski anılan silmek, güne uy- mak, yakışmak gerek... Kalmamalı uzaklannda zamanın... Günün içinde olmalı. Aklımda yine çirkinlikle ilgili bir söz, Laurent Talihade ne demiş Af- rodit'e seslenen birşiirinde: "Herşey- den çok, koru beni, o aşağılık çirkin- likten. " "Lunapaht" adlı kitaptan. (1983) Hoşgörü Prof. Dr. Necdet ADABAĞ Ankam Üniversitesi Öğr. Üy. K onu başlığı oldukça zor. Özellikle günümüzde. Yazı yazarken yaşanmış- lıktan kalkarak yazmak daha kolaydır bence. Gerçekle birebir hesaplaşmanın ayn bir tadı vardır aynca. Düşe dayalı ya- şamak tatlı olmasına tatlıdır ama kur- maca dünyada gezinmenin zorluklan vardır. Aslında kurmaca dünyada çok- ça gerçeklik de vardır. Ne ki öylesi bir dünyada gerçeği somut değerlerinden soyutlamak ve soyut bir dünyanın içe- riği ile anlatmak zonmluluğunu unut- mamak gerekir. Hoşgörü denilince günümüzde, özel- likle ülkemizde artık çok uzakta kalan ve ancak düşlerimizle varabileceğimiz birkavram gjbi algılamamız gerektiği- ni düşünüyorum. Içimizdeki hoşgörü an- layışını günlük gerçeğin ötesinde ve yaşanmışlığm uzağındabiryerlere koy- duğumuzu ya da saklamış olduğumu- zu düşünüyorum. Yoksa hiç kimsenın hoşgörüsüz doğabileceği ve hoşgörü- yü tanımadan ölebileceği aklımın ucun- dan bile geçmez. Hoşgörünün karşı- lıklı saygı ve sevgiye dayalı bir olgu ol- duğunu; karşılıklı saygı ve sevginin ol- madığı yerde hoşgörüden söz edileme- yeceğini; aynca hoşgörüyü gerektiren etmenlerin, duygusal düzlemde, yanlış- lardan kaynaklandığını ve yanhşlan örtbas etmenin ya da görmezden gel- menin ancak hoşgörüyle olabileceğini sanıyonım. Bu bağlamda unutulma- ması gereken, doğal olarak, yanlışlann da bir ölçüsünün, sırunnın olması ge- rektiği; her türlü yanlışa hoşgörü gös- termenin olanaklı ohnadığı gerçeğidir. Sanıyonım ülkemizde özellikle son otuz yılda insanlann birbirlerine duy- duklan karşılıklı sevgi ve saygı gide- rek azalmış; insanın insana olan hoş- görüsü güç yitirmiştir. Hoşgörüye sığın- mamak gibi kötü bir alışkanlığın aile içinden başladığını düşünmek yersiz olmaz. Aile birlikte yaşamanın, ardın- dan bireylerin birbirlerine hoşgörülü olmasını gerektiren ilk toplumsal du- raktır. Sanıyonım insanlar ilk olarak aile içinde bu olguyu öğrenmek ve be- nimsemekzorundadırlar. Babanın oğu- la; oğulun babaya dayanması bir hoş- görü göstergesidir. Karşılıklı hoşgörü- nün gene sevgi ve saygıya dayalı oldu- ğu su götürmez.. ama babanın oğulu ya da oğulun babayı sevmemesi gibi bir pa- radoksun, kimi istisnalar dışında, ola- bileceğinden söz edilemez gibime ge- liyor. Oğulun babaya ya da babanın oğula dayanıksızlığının özünde, çoğu durumlarda, ailedeki parasal yoksun- luğun yol açtığı geçim sıkıntısı olabi- ür mi diye sormak geliyor içimden... Ya da Kâbil'in Hâbil'i öldürmek için uy- durduğu bahaneler mıdir bizi birbırimi- ze düşüren; babayı oğula, kardeşi kar- deşe düşman eden? Benzerimize duy- duğumuz kin ve nefret ya da varsılhk hırsı o kadar çok boyutlu mu ki ortak paydalarda buluşma olanağımız kal- mamış olsun! Abraham Yahoshua'a göre öyle: Çünkü "Ufak bir yanbşın gûcü korkunçtur_" Hoşgörüsüzlük ka- nımıza mı işlemiş yoksa! Bence hoşgörü birlikte yaşamak zo- runda olan bizlerin uyması gereken te- mel kurallardan biridir ve öyle obnah- dır. Ve hoşgörünün belki de aileden çok daha fazla etkin olması gereken yer toplumun kendisidir. Toplumdaki hoş- görüsüzlüğe yol açan saygısızlık ve sevgisizliğin perde arkasuıa sınmiş ve orada beklemekte olan da çıkar çatış- masıdır. Doğal olarak çıkar çatışması ve buradan kaynaklanan kin, öflce ve nef- ret daha çok geri kalmış toplumlarda kendini göstermektedir. Bununla kal- kınmış ülkelerde çıkar çatışmasının ol- madığını savlamak istemiyoruz.. ama yalın yurttaşlar düzeymdeki ilişkilerde en azından geri kauîıışlar kadar etkin olmadığını söylüyoruz. Deyun yerin- deyse, para babalan arasındaki para hırsına dayalı kavgayı göz ardı etme- den aç insanlar arasındaki kavganın da- ha büyük olabileceğini; bu nedenle hoş- görüye yer kalmadığını söylemek isti- yoruz. Özellikle insanlan tüketıme ahş- üran, aradıgını bulamayan, istediğini ala- mayan yoksul insanlann var olduğu böylesi çarpık bir dünya düzeninde YDD (yeni dünya düzeni) gibi slogan- sal, içi boş, içerikten yoksun, yutturma- ca sözlerle insanlan kandınnanın cere- mesini gene yoksul insanlann çektiği bir düzende hoşgörüden söz edilebile- ceğini sanmıyorum. Yüz yıldan öncesi bır zamana gıdip, insanlann henüz sanayıleşme çağına girmeden yaşadıklan rekabetsiz ortam- da parasal ihtirastan yoksun tekdüze bir tanm toplumunun alçakgönüllü ko- şullan içinde yaşarken çok daha hoş- görülü olduğunu düşünüyorum. Somut bir ömek vermek gerekırse ve günümüz insanına ysınsıtılmak istenirse bu sav kentle köy arasındaki yaşam kavgasın- da kendini gösterir gibidir. Köydeki in- sarun hoşgörüsü ile çarpık kentleşme içindeb hırslı ve yorgun insanın hoş- görüleri arasındaki tartışma götürmez farklar ortadadır gıbıme geliyor. Ama hiç kimse bana, n'olur, bu noktada, köylerin idil dünyası içindeki dingin- lik, mutluluk ve hoşgörünün yani sıra ülkemizde daha bugün 'kan davalan', 'töre cmayederi'nın sürdüğünü ve ço- ğu insanın köydeki vannı yokunu bı- rakarak kentin çarpıklığı içindeki hoş- görüsüzlüğe sürüklendiğini anımsata- rak hayallerimi kırmasın! Köy-kent karşılaşörmasında köydeki insanın, bir başka deyişle, az okumuş tanm insa- nının okumuş sanayi insanından daha hoşgörülü olduğunu savlamak ısteme- diğim ortadadır. Tersine, duygusal düz- lemde, okuyan ve bilen insan daha hoş- görülüdür. Bu olgu kendini insan ya- şamının değişik kademelerinde de gös- terir. insan oİgunlaştıkça daha hoşgö- rülü olabilir. Ama sanıyonım olgun in- sanı hoşgörülü yapan en temel etken okuduklanndan ya da yaşadıklanndan öğrendikleridir. Aynı yaşlarda ve aynı ortamlarda büyümüş iki insandan han- gisi acaba daha hoşgörülüdür? Oku- yan ve özeleştirisini yapan insan mı yoksa cahil kalan ve başkalannın gü- dümünde yol alabilen mi? Toplumlar için de aynı şey söz konu- sudur. Avrupa faşizmi yirmı yıl yaşa- dı. Bu karanlık dönem o insanlar için çok büyük bir deneyim olmuş ve olgun- laşmalannı sağlamıştır. Insanı oİgunlaş- tıkça toplumlar da olgunlaşmıştır. 1970'li yıllar bizim için hoşgörünün tümden ortadan kalktığı yıllardır. Oy- sa Avrupa'da gene o yıllarda insanlar siyasal çizgilerinden ötürü yargılanmı- yorlardı. Italya'da sokaktaki adamın komünist belediye başkanına oy verme- yeceğinı, çünkü kendısınin faşıst oldu- ğunu bire bır yaptığım bir konuşmada duyduğumda insanlann düşüncelerini bu kadar rahat söyleyebilmiş ohnalan beni çok şaşırtmıştı. Kulaklanma ina- namamıştım. Oysa biz daha bugün bi- le henüz o olgunluğa ulaşmış sayılma- yız. Ülkemizde duygusal düzeyde ol- sun, toplumsal düzeyde olsun her gün yaşadığımız hoşgörüsüzlügün örnekle- ri saymakla bitmez. Bugün insansızlık yaşamamızın birnedeni de budur ve ya- şadığımız güncel ortamlar sürdükçe ın- sansızlığımızı gidennenin yollan da kapalıdır. Sonuçta özgürlük ve yaratı- cılığın, ardından tinsel doyumun ohna- dığı; açlığın, çoğu kez açlığın tetikle- diği şiddetin var olduğu kapalı toplum- larda hoşgörüden söz edilemeyeceği inancını taşıyorum. PENCERE Sol Adına Çiçek... Bir haftadır Gökova'daydım.. Hem dinlence, hem çalışma.. Bu arada "Köprü'ye HayırDiyenler" başlıklı bir yazı yaz- dım... O gün çıkan gazeteler öğleye doğru elime geçince vallahi şaşırdım; Yalçın Doğan Hürriyet'teki köşesinde aynı konuyu ele almamış mı!.. Yazımı değiştirecek halim yoktu; sevgili Yalçın ertesi gün kendisine yanıt verdiğimi sanacaktı; ama, hukuku- muz eskidir, muhabbetimiz koyudur; "son yıllarda siya- sal bakışlanmız ayn düşse de" bir şey değişmez... • YaJçın benim yazımdan yola çıkarak konuyu bir kez da- ha ve yeniden ele aldı... İyi deetti... Ortak başlığımız neydi: "Köprüye Hayır Diyenler..." Ve ne raslantı: Yine dün Sabah gazetesinin manşeti bir rakamdı: "650 Metre!.." Bir de sayfayı boydan boya kaplayan bir fotoğraf var- dı... Boğaz sırtlanndaki en yükseği 180 metrelik gökdelen- lerin pabuçlan dama atılıyor, Dubai Prensi Raşid el Mak- tum, Levent'e 650 metrelik 3 kule dikmeye hazırianıyor- du... Haydi hayırlısı!.. 'Köprüye Hayır Diyen' solcular bunu kaç yıl önce ha- bervermişlerdi?.. Ne demişlerdi: - Boğaz'a köprü yaparsanız 'köprülertuzağı'n/ kurmuş olursunuz; kent kuzey-güney doğrultusunda ve köprü ayaklan dolaylannda gelişir, yığılacak nüfus şehri boğar, trafik tıkanır, tükenir; Istanbul'un ve Boğaz sırtlannın es- tetiği yok olur... Dubai Prensi hoş geldi.. Üç adet 650 metrelik kulesiyle trafığe safa geldi... • Sevgili Yalçın Doğan diyor ki: "Sol adına Türkiye'de dikilen bir çiçek, bir ağaç gör- mek istiyorum. Hep sağ iktidartar dikiyor, bize hep onu eleştirmek kalıyor." Sağ iktidar köprü dikti.. Göze görünüyor.. Sol metroyu yaptı.. Gözegöriinmüyor.. Eski Istanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen sol- cu değil mi?.. Göze görünmeyen metroyu yerin dibine yapacağına, göze görünen bir köprüyü Boğaz'a dikip trafıği biraz da- ha boğsaydı ya... • Herneyse.. Yalçın'a 'sol adına bir çiçek' sunuyorum.. Ve Dubai Prensi El Maktum'un Boğaz sırtlanna dike- ceği 650 metrelik üç gökdeleni sabırsızlıkla bekliyorum... Çünkü o kuleler "Köprü'ye Hayır Diyenler"\n haklıhğı- na dikilmiş üç anıt gibi yükselecekler... NISSAN MICRA Nissan Micra 1.6 Sport'la tanıştıysan, hayatın fazlasıyla renklenecek demektir. www.nissan.com.tr NISSAN GÜLÜMSEME HATT1 O21 6 651 84 2O SHIFT_philosophy
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle