22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GORUŞLER 11 MART 1991 Çöküntüden Yıkıma: Yükseköğretim Bugünlerde TBMM'den geçirilmek istenen tasarı, yükseköğretimi tümüyle karanlığa itecek bir özellik taşıyor. Sorunun çözümü için, yükseköğretim knrumlannın özerkliğinin ve bilimsel çalışma özgürlüğünün sağlanması gerekir. Prof. Dr. YAKUP KEPENEK Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Son ayların çok yoğun iç ve dış siyasal ge- lişmeleri ortamında, Türkiye'nin yükseköğre- tim düzenini olumsuz yönde ve kökiinden de- ğiştirecek bir tasarı, "öncelikle ve ivedilikle" görüşülmek üzere TBMM'nin gündemine alın- mış bulunuyor. Daha önce Anayasa Mahke- mesi'nce iptal edilen birçok konuyu içeren ve hükümetçe, önce geri alınmasına karşın so- nunda benimsendiği anlaşılan bu tasarı yasa- laşırsa, yükseköğretimde yaşanan çöküntü bir yıkıma dönüşebileeektir. Bu nedenle konunun olabildiğince kamuoyuna açıklanması kaçınıl- maz bir görev oluyor. Tasan ne getiriyor? Yükseköğretim tasansı, oldukça kısa tutul- masına karşın, yükseköğretimin yapısını kök- tenci bir biçimde değiştirecek özellikler taşı- yor. Bu değişiklikler üç ana başlık altında top- lanabilir: Özel vakıf üniversiteleri yoluyla sis- temin tümüyle çökertilmesi, bir kısım üniver- sitelerin yönetimlerinin doğrudan tek kişiye, cumhurbaşkanına bağlanması ve paralı öğre- time geçişin sağlanması. Tasarının yükseköğretimi bütünüyle değiş- tirme özelliği, vakıf üniversiteleri kurulması- na olanak vermesinden kaynaklanıyor. özel vakıflann üniversite açmalan, bir kısım gös- termelik izinlere bağlanmakla birlikte esas ola- rak serbest bırakılıyor; izin alınması ise yöne- timin istediği vakıflara üniversite açma izni vermesi anlamına geliyor. Tek başına, vakıf üniversiteleri kurulması, kimilerince olumsuz sayılmayabilir. Ancak bu girişim iki yönüyle çok sakıncalı bir süreç baş- latacaktır. Önce, tasan vakıf üniversitelerinin her türlü harcamalarımn %45'e kadar olan bölümünün devlet bütçesinden karşılarunası- nı öngördüğü gibi, bu üniversitelere kamunun elinde bulunan, yani halkın malı olan bina, bina-arazi ve tesislerin de kullandırılmasına olanak veriyor. Oysa vakıf, belli bir amaç için ayrılan özel mülk anlamına gelir ve eski hu- kukta yer alan "devlet malına mütevelli olmaz" kuralı da bundan kaynaklanır. Tasarı ile, halkın ödediği vergiler ve sahip olduğu bi- na ve tesisler, özel vakıflara sunulmak isteni- yor. Hak ve hukuk anlayışına tümüyle ters bir uygulama getirilmek isteniyor. Ek olarak, vakıf üniversitelerinde eğitim ve öğretimin niteliği ve gelişimi boşlukta kalıyor. Üniversite, adı üstünde, evrensel düzeyde bil- gi üretimiyle uğraşır. Bilgi üretimi ise yalmz ve ancak özgür bir ortamda gerçekleşebilir; vakıf üniversitelerinde bu süreci güvence altı- na alacak herhangi bir olgudan söz edilmesi olanağı yoktur. Vakıf üniversitelerinin belli gö- rüş ve düşüncelerinin egemenliğinde, ilkel, bi- lim dışı ve çağ dışı bir yapıya sürüklenmeleri- nin nasıl önleneceği en azından boşlukta kal- maktadır. Tasarı, var olan bir kısım üniversi- telerin "özel statü"ye alınmasım ve bunlara atanacak yönetim kurulları üyelerinin dördü- nün doğrudan, kalan dördünden ikisinin ve önerilen adaylar arasından cumhurbaşkamıun atamasını, son iki üyenin de Milli Eğitim Ba- kanlığı'nca saptanmasını öngörüyor. Rektörü de cumhurbaşkanı atadığına göre, bu üniver- sitelerin yönetimi tümüyle bir kişiye, cumhur- başkanma bağlanmış oluyor. Bu tür bir yö- netim anlayışının, çağımızın üniversite anla- yışı ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Özel statü verilen üniversitelerin çalışmalan için üst yönetim kuruluna bağh bir "işletme hesabı" açılması, tasannm yükseköğretimi pa- ralı yapma amacım sergüiyor. Bu hesabın "başlıca gelir kaynağı, öğrenci başına gerçek maliyete göre tespit edilecek" öğrenim ücreti olacaktır. Açıkça devlet, bir yönden toplumun mal varhklannı, halkın parasını vakıf üniver- sitelerine aktanrken, kendi üniversitelerinin öğrencilerinden öğrenim ücreti alacaktır. Bu çelişik tutum, özellikle son yıllarda, eğitim ve öğretimi, yalmzca varlıklı olanların yararlana- bildiği bir hizmet durumuna getiren anlayışın çok daha ileri götürülmüş bir biçimidir. Yapılması gereken Çağımız bilim ve teknoloji çağıdır. Uluslar, üretim süreçlerine beyin gücü ile katılan bi- reylerinin sayılarını arttırmak için özel prog- ramlar uyguluyor, yeni düzenlemelere gidiyor. Yıllardır benimsedikleri "eğitim hakkı"ndan giderek daha çok yurttaşlanrun yararlanma- sının yollannı anyor. Ancak bütün bunlan ya- parken bir temel ilkeyi, vazgeçilmez kuralı da büyük bir kıskançlıkla yaşatıyor: Bilimsel ça- lışma yalmz ve ancak özgürlük içinde yapıla- bilir. Bunun önkoşulu da üniversitelerin özerk olmalarımn sağlanmasıdır. Türkiye üniversiteleri 1980'den bu yana özerkliklerini yitirmişlerdir ve bilimsel çalış- ma özgUrlüğünden tümüyle yoksundur. Eğer ülkemizde bir üniversite kavramından söz edi- lebilecekse, öncelikle bunların sağlanması ge- rekir. Dünya Üniversiteleri Birliği'nin tanımıyla, bilimsel özgürlük, akademik bir çevrenin üye- lerinin, tek tek ya da toplu halde, bilgiyi araş- tırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma veya yazma yoluyla edinmelerinde, geliştirmelerinde ve iletmelerindeki özgürlük- leri anlamına gelir. özerklik, yükseköğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eği- tim, araştırma, dışa yönelik çalışmalar ve di- ğer ilgili faaliyetlerde kendi politikalannı oluş- turmada devlet ve toplumun tüm öbür güçle- ri karşısındaki bağımsızhklan demektir. Bu iki öğe yoksa üniversite de yoktur. Tasan, var olan üniversiteleri bu iki kavram- dan çok daha uzaklaştırmakla kalmıyor; va- kıf üniversiteleriyle yenilerinin de özgürlük- ten ve özerklikten yoksunluğunu daha da ağır- laştırıyor. Ülkemizde yükseköğretim gerçekten can çe- kişiyor. Eğer yükseköğretimin kurtulması is- teniyorsa yapılması gereken, evrensel ilke ve kurallan yaşama geçirecek önlemlerin alınma- sı yoluna gidilmelidir. EVET/HAYIR OKTflY AKBAL Oğul, Bir Baba... "Şiirle daha mı çoğalır yalnızlık" Böyle yazmış defterinin bir sayfasına Kürşat Timuroğlu: "Roman okuyarak yalnızlığımı çoğaltıyorum." 1975 yılının güzel bir temmuz günü Kireçburnu'nda bir iç- kili lokantadaydık. Vecihi Timuroğlu, eşi ve oğlu Kürşat. Bir de biz. Nerden bilecektım Kürşat'ın o akşam ya da ertesi gün defterine gecenin anısını yaşatan satırlar yazacağını? "Babam: Her zamanki katılığında". Timuroğlu görünüşte öyledir. Katı bir insan gibidir. Oysa gerçekte hiç de katı de- ğildir, çevresine, dostlarına. Önce şairdir, şiirseverdir, sanat vurgunudur. Öyle biri nasıl katı olur? Ama oğlu onu böyle gör- müş. Annesi için de şöyte demiş: "Çocuk sevmeyi biliyor, ama insanı sevmeyi öğrenememiş". Kesin bir yargı! Bizleri de unutmamış. Benim, "Düşününce yüz yaşında Sokrat; yüreği, on iki yaşında bir çocuk" olduğumu yazmış defterine. Eşim için de "Yenge, ama korkunç değil. Lady, ama demırdeğıl. Bıtlis'teyiz, Dideban üstünde miyiz, bilmiyorum. Ablam yeşil bir güzellik". Kürşat artık yaşamda değil. Geçen gün gazetede resmi var- dı. "Sevgi ve özlemle anıyoruz." Eşi Nilgün Timuroğlu "ço- cukları ve arkadaşları adına' seslenmiş gazete saytasında. Resme bakıyorum. Anımsamak istiyorum Kireçburnu'ndaki gecede tanıdığım, konuştuğum o yirmi yaşlarındaki babayi- Çit delikanlıyı. Otuz iki yaşırtdaymış Avrupa kentlerinden bi- rinde ökJürüldüğünde... Kimdi, kimlerdi, nedendi, niçindi? tJe saçma, ne anlamsız çekişmeler yüzünden nice genç in- sanımızı yftirdik! Sen şundansın, ben bundanım. Öyleyse sen yok edileceksin! Böyle oğullann ardında kalan analann babaların çektiği acı- lar sonsuzdur Vecihi Timuroğlu dostum da o gün bugün ka- panmaz bir yarayı taşıyor. Kendini belki de suçlu buluyordur. Hepimiz suçluyuz. Gençlerimize karşı suçluyuz. Baba, ana, dost, arkadaş olarak... Bu suçluluk duygusunu sürgit taşı- yacağız. • Vecihi Timuroğlu'nun "Dersim Destanı"nı okuyorum. Bir sürgünün ezgileri, diyor. Dersim başkaldırısı. Dersim hare- kâtı. Sürgünler gelir ardından. Timuroğlu da tanımış bu sür- günü. Yaşamış. Bir daha unutamamış. Bu dizeler hep o uzak günlerin bıraktığı silinmez acıların izleri... "Alışkın değildik Batı'ya göçe Ve yabancıydık Turnaların kanat süzdüğü İpek ve baharat yollanna" Ben bildim bileli Kürt sorunu denen bir konuyu duyarım. İstanbul'da eskiden oturduğumuz mahallede Kürtçe konu- şulurdu daha çok. Bunlar Kürtlermiş, öyle derlerdi. Kürt? Ney- di Kürt? Bizlere benzeyen insanlar. Ama dilleri başka. Hep, ağır işlerin emekçileriydi tanıdığım Kürtler İstanbul'a hep ya- (Arkası 19. Sayfada) KCumhuriyet kitap kulübü T A K S İ T L E KÎTAPDILEYEN HERKESE 8 AY VADELI YAZARLAR UNLU YAPITLAR '6" [7M ADAM YAYINLARI YAYINEVİ PAYEL YAYINEVİ 'AFA YAYINLARI ÇAĞDAŞ YAYINLARI REMZİ KİTABEVİ CAN YAYINLARI ÇINAR YAYINLARI TOROS YAYINLARI 400 seçme kitap Elden teslim (') Sadece İstanbul İl sınırlan içinde. Bir telefon yeterlı TELEFON : 512 05 05 / 516 OKURLARA. OKAYGÖNENStS Birinci Güç ile DördüncüGüç D ördüncü gücün birinci güce bu kadar boyun eğdiği çok az görülmüştür... Bu kesin ve acımasız yargı California Santa Cruz Üniversitesi Siyasal Bilimler Profesörü Serge Halimi'ye ait. Halimi, Amerikan gazete, dergi ve TYIerinin savaş süresince yaptıklan haberciliği izledikten sonra bunu söylüyor (İyi ki Türk basınını izlememiş diyenleri duyar gibi oluyoruz). On beş yıl önce Vietnam savaşı günlerinde, özellikle de Pentagon belgeleri ve Watergate skandalı ile yönetime karşı, siyasal güç odaklarına karşı bağımsızlığını kanıtlayan Amerikan basınının son aylardaki tutumu sonuçlannı hızla vermeye başladı. Daha savaşın ilk günlerinde yapılan bir kamuoyu yoklaması Amerikalılann, generallerin verdikleri bilgileri gazetecilerin yazdıklarına tercih ettiklerini ortaya koyuyordu. Havaya giren hemen tüm yayın organlan, gazeteciliğin temel kurallarından birini unutarak müttefik birliklerden söz ederken "biz" ve "bizimkiler" demeye başladılar, üslupları hızla askeri yetkililerin üslubuyla özdeşleşti. Durumu da 26 ocak günü Beyaz Saray Sözcüsü Marlin Fitzvvater şöyle özetliyordu: "Başkan, medyaların bu savaşı izlemesini olağanüstü bulmaktadır..." Intemational Herald Tribune gazetesinde 13 şubatta yayımlanan şu karikatür de basın adına utanç verici değil mi? KÖRLER VE FİL — Amerikan ordusunun basın toplantısmda gazeteciler "General, siz de tuhaf kıllı bulmuyor musunuz?" "An, sanınm buruşmuş bir Scud!" "Sonuçta bu bebeklerin tanesi kaça geliyor?" "Burada sıcak hava hissediyorum..." "Çok yüksek teknoloji ürünü havası var..." "Bu koku da nedir?" Şubat 1991'de gazetelĞrin günlük toplam net satışlan yine 270 bın dolayında azaldı. Tek başarılı kampanya da yine Milliyefin 10 cilt kitap vermesiydi. Gazetelerin şubat 1991'de günlük ortalama net satışlan ve bir önceki aya göre iarklan şöyle: 1500 liralık gazete Cumhuriyet 1200 liralık gazeteler 108.120 —24.007 Sabah Milliyet . f. •, Hürriyet 1000 liralık gazeteler 830.968 801.062 578.527 — 48.463 + 150.585 — 25.087 Türkiye Günaydın Fotospor Zaman Güneş Yeni Asır Tercüman 700 liralık gazete 639.000 131.798 98.751 71.700 51.114 45.300 42.425 — 206.515 — 38.422 — 2.249 + 8.700 — 5.972 + 3.800 — 4.327 Meydan 600 liralık gazete Bugün 500 liralık gazete Tan 599.131 301.332 105.574 — 51.040 — 22.206 — 5.762 Markası ne olursa olsun, 200.000 liraya alalım. ...Yerine yepyeni bir Telefunken verelim. Peşinatından, siyah-beyaz televizyonunuzun bedeli olan 200.000 lirayı düşelim. Yeni Telefunken'ler uzaktan kumandalı, "on screen display'li, "teletexf takılmaya hazır ve daha pek çok üstünlüğe sahip. Üstelik taksitle! Kolaycaödeyin... Keyifleseyredin! Haydi durmayın! Koşun bir AEG/Telefunken Yetkili Satıcısı'na... Verin siyah-beyazı... Götürün renkliyi! Süper taksitlerle yepyeni bir Telefunken sizin olsun! Gazetelerin televizyonda yaptıkları reklam harcamalan aynı dönemde 5 milyar lira dolayında gerçekleşti. Bileşim Araştırma kuruluşunun verilerine göre gazetelerin reklam harcamalarımn dökümü: _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ _ Sabah 1 milyar 235 milyon lira Bugün 894 milyon lira Hürriyet 874 milyon lira Milliyet 729 milyon lira Türkiye 422 milyon lira Meydan 402 milyon lira Zaman 131 milyon lira Yeni Asır 95 milyon lira Güneş 65 milyon lira Cumhuriyet Hafta yayın yaşamına 5 Ekim 1990'da başladı. Yalnız Almanya'da dağıtıma giren bu ilk sayısının satışı 3.200'dü. Ama Frankfurt'ta baskının yapıldığı TER-Drückerei sorumluları da dağttımı yapan Intemationale Presse sorumluları da umutluydu. Haklı çıktılar, ocak 1991'in son haftasında Cumhuriyet Hafta'nın net satışı 9.500 oldu ve 1 şubatta Almanya dışına ilk açılış Londra ile başladı. 1 martta Avusturya, İsviçre, Hollanda ve Belçika'da yaşayan Türkler de Cumhuriyet Hafta'yı diğer Türk gazetelerinin satıldığı bayilerde bulmaya başladılar. 1 nisanda ise Fransa'daki okurlanmız Cumhuriyet Hafta'yı düzenli olarak bayilerde bulacaklar. Amerika ve Avustralya'daki okurlanmız ise yalmzca abone yoluyla Cumhuriyet Hafta 'yı edinebiliyorlar. AYRINTILI BİLGİ İÇİN AEG Turkıye Gerıel Dağıtıcısı Grunberg Tıcaret AŞ Istanbul-Halkla llışkıler Bolumu. ' ' ~4 ti 30 91 .'e "u'kıye nr -e'es nder ara'sanız ara>' i X'e'.sız < A Au Par Acentası • Ingıltere-Amerıka Fransa 9 M M U 42-16143 »7
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle