18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
30 TEMMUZ 1989 PAZAR YAZILARI CUMHURtYET/7 Küdistlerle röportaj yapan TV muhabiri birdenbire en "doğal" haliyle ekranda beliriverdi. Böyle bir habercilik ilk kez yaşanıyordu. YAVUZ BAYDAR STOCKHOLM Tatil isteri.sinin bir kez daha ağır basması, kenti iyice boşalttı. Şimdi Stockholm'ün en güzel zamanı oysa. Güneş tepede gülümsedikçe, sularla iç içe, yeşil alanlan engin bir kentin tadına döyum olmuyor. Dünyayı şaşırtan iklim değişiklikleri kendisini burada hayli olumlu biçimde hissettirmeye başladı son yıllarda. Genelde yağmurlarla ıslanan yazlar, kuru ve bunaltıcı geçmeye başladı. 30 derece dolayında gezinen hararete alıştı artık Stockholra sakinleri. An, bir de şu, ozon tabakasındaki erimenin yarattıği korku olmasa! Daha alt enlemlerde yer alsaydı, neredeyse ideal bir tatil kenti olacaktı Stokcholm. Batıya doğru uzanan kesiminde, sık sık yeşil alanlarla, mini plajlarla kucaklaşan, hayli temiz bir göl var, içinde irili ufaklı adalan olan. Batı yakası ise yaklaşık 13 bin üyeden oluşan takımadalarla Baltık içlerine doğru ilerliyor. Kimi dolu, kimi bomboş, cıvıl cıvıl bitkilerle, kocamış votkanik kayalarla örtülü adalar bunlar. Sessizliği, sükuneti, kendisiyle başbaşa kalmayı arayanlar için ideal mekânlar. Güneşin etkisiyle fışkıran bu doğal güzellikleri gördükçe kişi, binlerce, on binlerce inİanın Riviera'da, zehirli yosunların ayyuka çıktığı Adriyatik sahılinde, kaçınılmaz bir izdihamın yaşandığı İspanyol ya da Yunan tatil beldelerinde izin harcamayı tercih ettiğini sorgulamadan edemiyor. Tebdili mekânda yarar var elbette, ama bir de şu var: Modern Avrupa'run işçi ve memur sımfı, sınırlı ayrıcalıklarını bu biçimde, toplu ritüeller halinde y^şamak istiyor. Kent) emeklilere, yaztatüini çalışmakla geçiren öğrencilere, taşradan eşdost ziyaretine gelenlere ve yabancı turistlere kaldı artık. Stockholm'ün tarihsel ya da mimari açıdan hiçbir anlam ifade etmeyen yeni, işlevsel yapılarla donatılmış alışveriş caddelerinde Amerikalı ve Alman turistler cirit atıyor. Herhangi bir kentte yer alabilecek fonlar önünde resim çektirenler, sanki kendi ülkelerinde yokmuş gibi siipermarketlerde o güzelim havada günlerini geçirenler... Asgari yedisekiz üyeden oluşan ttalyan delikanlılar ise turist gnıplannın en eğlenceli olanı. Ya kafalannda efsane halini almış olan bir dişi sarışın grubunun ya da tıka basa karın doyu' racakları bir lokantanın peşindeİer. Kent boşalınca, nedendir bilemıyorum, ortalıkta dolaşan delilerin sayısında da belirgin bir artış oldu. Stockholm'ün delilerinin diğer kentlerin delilerinden pek bir farkı yok. Genellikle kendi kendileri ile hararetli bir münakaşa tutturuyorlar, atıp tutuyorlar. Yaz ortasmda kalın bir kışlık palto ve kaşkolla, ellerde şişkin naylon torbalarla dolaşmak, cadde ve metroların çöp kutularını eşelemek, kentimiz delilerinin âdetleri arasmda. Saldırgan olanına pek rastlamadım. Kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlar. Sıcaklardan şikâyeti olan deliler değil, başka bir marjinal kesim: Alkolikler. Günleri şu sıralarda metro peronlarında ya da parklarda bir gölgede uyuklamakla geçiriyor, gözlerini pek açamıyorlar. Polis de bu durumdan memnun görünüyor. Stockholm bu yaz ilk "resmi" nüdist plajına da kavuştu. Büyük Maelaren Gölü kıyısındaki plajlarda ya da daha çok gizliliğe elverişli kayalıklarda çınlçıplak denize girmek aslında bugüne kadar büyük bir sorun teşkil etmiyordu, her ne kadar yasalar bu eylemi "kamu diuenini bozucu" olarak tanımlasa da. Ayra şeyi yaz tatilinde yatıyla açıldığı Stockholm takımadalarında, çolukçocuk kendisi de yapan polis, bazı "bariz" durumlar dışında olaya göz yumuyordu. Ama nüdistler, ki aralarında parlamentonun eski başkanı Ingemund Benglsson gibi "mililanlar" da var uzun bir süredir "mayolularla" saklambaç oynamak zorunda kalmaktan yakmmaktaydılar. Ayrıca bir kitle örgütü, bir "baskı gücü" olarak, yerleşik düzene kendilerini kabul ettirmek de istiyorlardı. Şimdi isteklerini kabul ettirmenin sevincini yaşıyorlar. Nüdist plajının açılması, gazeteciler arasında sert bir tartışmaya da yol açtı. Açılış törenini TV 2. Kanal haber programı adına izlemeye giden bir erkek muhabir, ilginç bir röportaj hazırladı. Röportaj sırastnda plaj sakinleri çeşitli organlarını bol bol göstererek nüdizmin insan denilen yaratığa ne kadar yararlı olduğundan söz ettiler. Buraya kadar her şey normaldi; çünkü lsveç TV'sinde sansür sadece şiddetle sınırlı. Birdenbire röportajın ortalannda bir yerlerde muhabirin kendisini, elinde mikrofon "en doğal" haliyle, daha açık bir deyişle "şeyini" adeta "sallayarak" birşeyler anlatırken bulduk. Böyle bir habercilik biçimi ilk kez yaşanıyordu. Bir süre sonra, özellikle kadın meslektaşlardan tepkiler yağmaya başladı. Aynı haber redaksiyonunda çalışan bir kadın yayıncı, muhabirin sırf "kendini göslermek için" böyle bir yöntem seçtiğini, olayı ikinci plana ittiğini öne sürüyordu. Muhabir ise "herkesin anadan doğma dolaştığı bir yerde benirn giyinik olmam beklenemezdi" türünden bir yanıtla karşıladı bu suçlamayı. Tartışma, mesleki yayın organlannda siirmekte hâlâ. Aynı haber programırun başına bundan kısa bir süre sonra çok daha ciddi bir sorun açıldı. Tatilde trafiğın yoğunlaşması, aynca kaza sonucu ölümlerin bir önceki yıla kıyasla yaklaşık 20 bin kişilik bir artış göstermesi üzerine Trafık Güvenlik Dairesi, tsveç otoyollannda sürat sınırını bu ay başından itibaren saatte 110 km'den 90'a indirdi. Oto sahipleri, örgütleri araalığıyla (tsveç'te hemen her topluluğun bir örgütü var) büyük bir tepki gösterdi bu karara. Tartışmalar sürerken TV 2. kanalı kazalara trafıkteki tehlikeli sollamaların yol açtığı tezini işleyen bir röportaj yayımladı. Röportaj, yoğun tra; fîk altında "gerçek" gibi görünen' çok tehlikeli sollamalann görüntüleri ile doluydu. Bir akşam gazetesi bu görüntülerin gerçek dışı, "düzenlerae" olduğunu ortaya çıkardı. TV film ekibi uç otoyla çahşmış, bundan habersiz sürücülerin arasında, 90'lık sürat sınırını da aşarak son derece tehlikeli durumlar yaratmıştı. Şimdi polisin bu "ihlalle" ilgili olarak herhangi bir kovuşturma başlatıp başlatmayacağı merakla bekleniyor. Bu arada Stockholm yazı, bütün hararetiyle sürüp gidiyordu. Doğal habercilîk Stockholm'den BrükseVden KopenhafÇdan Politik soygnncular FERRUH YILMAZ KOPENHAG Danimarka kamuoyunu şu sıralarda en çok meşgul eden konulardan biri 80'lerin başından bu yana Danimarka'daki en büyük soygunlan gerçekleştirmiş olan soygun çetesinin ortaya çıkarılması. Soyguncuları kamuoyu için ilginç kılan sadece Danimarka tarihinin en büyük ve en iyi planlanmış soygunlannı gerçekleştirmeleri değil, geçmişi 6O'lı yıllara dayanan politik bir örgutün üyesi olmalan. Soygunlardan elde edilen gelirin de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'ne aktanldığı öne sürülüyor. Gerçi soyguncuların davası henüz başlamadı. Ancak polisin basına açıkladığı delillere bakılacak olursa, yakalananların soygunu gerçekleştirdiklerine şüphe yok. Çünkü polis, yakalananların evinde söz konusu büyük soygunlann detaylı planlarını ve bu planların yer aldığı defterlerde de sanıkların parmak izlerini bulmuş durumda. Polisin şimdilik ispatlayamadığı iddia, soygunlardan elde edilen paraların Filistin'e aktanldığı. Polis satukların evinde sadece soygun planlarını değil, neye yaradığı, hangi işe kuUamldığı ve nereye gönderildiği henüz ortaya pkanlamayan yüklü bir miktarda cephanelik ve silah ele geçirdi. Danimarka'da özel kişilerde şimdiye kadar hiç ele geçmemiş miktardaki silahların arasında roketatarlar, patlayıcı maddeler, makineli tüfekler ve tabancalar var. Soyguncu grubun ele geçirilmesiyle ilgili basında yer alan haberlere bakılacak olursa, polis soyguncuları tesadüfen ele geçirmiş bulunuyor. Polisi ciddi bir şekilde soyguncuların peşine düşüren son olay, geçen senenin aralık ayında Kopenhag merkezindeki postane soygunu. Soyguncular milyonlarca kronu başarılı bir planla yağdan kıl çeker gibi alıp giderken tesadüfen o taraflarda bulunan bir polis devriyesine ateş açmışlar ve ilk defa bir polis memurunu öldürmüşlerdi. Kamuoyunda da gcniş yankılar bulan bu son soygun üzerine polis soruşturmasını ısrarla sürdürmüş ve en ufak ipuçlarını dahi değerlendirmeye başlamıştı. Gazetelerde soyguncuların tesadüfen ele geçtiği yazılmasına rağmen anlatılanlar birbirine pek uymuyor. Çünkü ele geçen grubun üyeleri ilk başta soygundan dolayı değil, FHKC'ye para yardımı yaparak, Danimarka'daki terör yasasını ihlal ettikleri gerekçesiyle gözaltına alındılar. Danimarka tarihinin en büyük soygunculan olarak söz edilen grubun geçmişi Maoist harekete dayanıyor. Gözaltına ahnanlann tümü, 1960'larda oluşan ve Çin yanhsı Komünist İşçi Çevresi'nden (KAK) geliyor. Batıdaki işçi sınıfının ÜçüncU Dünya ülkelerinin sömürüsünden sus payı aldığı, bu yüzden de devrimci bir yanının kalmadığı teorisi çevresinde toplanan KAK'çılar, Çin Komünist Partisi'nin Avrupa'daki 1968 olaylarında devrimci halk hareketi niteliği bulması üzerine Çin'le olan bütün ilişkilerini kesiyorlaı. Bundan sonra ise KAK'çıların hücreler şeklinde örgütlendikleri, bütün umutlarını Üçüncü Dünya ülkelerindeki halk kurtuluş hareketlerine bağladıklan için Danimarka politik ortamından giderek kendilerini çektikleri ve kadro eğitimine önem verdikleri dönem geliyor. 1970'li yılların ortalarından itibaren Danimarka sol piyasasından tamamen çekilen KAK'çıların adı pek duyulmazken, kadro eğitimine devam eden KAK'çılar Filistin Halk Kurtuluş Cephesi lideri George Habbaş ile ilişki kuruyorlar. KAK içinde kişisel çekişmelerden dolayı 1979 yılında meydana gelen bölünmeden sonra, KAK' Danimarka'da son zamanlarda üzerinde en çok konuşulan olaylardan biri, eski Maocu gruplardan birinin yaptığı soygunun rastlantı sonucu ortaya çıkması. Soygunun Filistin'e destek için gerçekleştirildiği iddiası politik tartışmaları hızlctndırdı. ın en militan kadroları Komünist İşçi Grubu'nu (KAG) oluştunıyorlar. tşte, 80'li yıllardaki büyük ölçekli banka, postane ve süpermarket soygunlarını gerçekleştiren grup da bu KAG. Danimarka'daki süper soyguncuların solcu çıkması sol içinde ve tabii ki dışında çeşitli tartışmalan gündeme getirdi. Sağ kesimin sözcüleri hemen işaret parmaklarını solun sosyal demokrasi dışında kalan "yaramaz" çocuklarına doğru sallayarak, "Bakın, sizin savundugunuz ideoloji nerelere vanyor" demeye getirirken, sol içindeki tartışmalarda da, bu tür "yönlem"lerin sola ne kadar zarar verdiği tanışılmaya başlandı. Hatta Danimarka televizyonu bile sonuçlanmamış davalarla ilgili geleneklerini bir yana bırakarak, henüz haklannda dava bile açıimamış olan grup hakkında "kaybedilmiş illüzyonlar" adıyla bir program yaymlamaktan kaçınmadı. Yaalı basının hemen tümüne yakını ise örgüt üyelerini şimdiden mahkum etmiş durumdalar. Hatta sansasyon gazetelerinden bir kısmı, grup üyelerine "terörisl" damgasını yapıştırmış durumda bile, hem de polisin grup üyelerini terörist terimiyle tanımlamaktan özenle kaçınmasına rağmen. Ancak soyguncuların dayanışma hareketleri içinde yer alan solcular olduğunun ortaya çıkması başka ve daha ciddi bir tartışmayı daha gündeme getiriyor. Danimarka polisi son aylarda dayanışma hareketlerine karşı bir kampanya başlatmış durumda. Polis, Güney Afrika Komitesi'nin lokallerini basarak arama yapıp bazı aktivistleri gözaltına alırken, Nikaragua komitesi, El Salvador komitesi gibi dayanışma hareketlerinin lokallerine giren "soygunculann" bir şey çalmadan sadece evrakları kanştırarak ortadan kaybolduklanna ilişkin şikâyetleri de çoğalıyor. Bütün bu gürültü arasında ev işgalcisi anarşist gençler dışında sağ ve solun hemfikir olduğu bir nokta var: Siyasi nedenlerle soygun yapmak kabul edilemez bir şeydir. Güme giden şaîrler Bir zaman olmuş, Baudelaire de gelmiş Brüksel'e. Belçikalılara sövüp saymaktan başka bir şey de yapmamış. Çok değil, onun ölümünden birkaç yıl sonra Verlaine gelmiş Brüksel'e, Rimbaud'yla beraber. mor papyonlu, siyah giysili kadınlarıyla tramvayın farlarını üzeriBRLKSEL Gelip geçtiğim ne diktiği mavi yatağa uzanmış bir kentti Brüksel. Bir gün olsun balık eti çıplak kadına bakmaya kalmadan geçtiğim, Amsterdam doyamadığımı da yazmalıyım. yolunda bir uğrak. Tam uğrak da Ne var ki şimdi, gece yarısına sayılmaz. Yalnızca garlarını biliyordum çünkü. Amsterdam tre doğru, belki de üst üste içtiğim bininin iki kez durduğu güney ve ralann etkisiyle bu tablolann benkuzey garlannı, telaş içinde koşu de bıraktıklan izlenimler giderek şan kalabalığı, tren penceresinden belirsizleşiyor. tkarus'u derinliğigördüğüm kurşuni gökyüzüyle ne çeken köpüklü yeşil denizi, enkırmızı tuğlalı, birbirine yapışık gine açılan yelkenli gemi demir evleri, soğuk taş yapıları. Şimdi alırken sabaran sapına şehvetle Brüksel'deyim, adını bilmediğim yapışmış köylünün toprağa basan geniş bir caddenin tek kahvesiıı ayaklarıru, bir köşede balık tutan adarnın kayıtsızlığını kafamda de bir başıma. Az önce GrandPlace'da mid canlandırmaya çalışıyorum, ama yeyle kızarmış patates yedim her nafile! Biçimler ve renkler gidekes gibi. Bira içtim. Müzeleri de rek uzaklaşıyor. tki dize, yalnızdolaştım gün boyu. Bruegel'in ca iki yalın dize kalıyor kulakla"tkarus'un Düşiişü" önünde rımda yankılanan: "Kim kime uzun süre kaldım. Panl Delvau\' dum duma / Adamın biri gitmiş nun ortasından tramvay geçen bir güme." caddenin iki yanına sıralanmıs Bruegel'in tablosundan yola çı Vertaine Charles Baudelaire NEDİM GÜRSEL karak bir öykü yazmıştım. Pek öykü de sayılmaz, kısa bir metin. Labirentten kurtulup omuzlanna yapıştırdığı kanatlanyla gökzüyünde uçmaya başlayan, ne var ki çok yükseldiği için denize düşüp boğulan tkarus'un serüveni, insanlığın bu ilk Hezarfen Çetebi'si bir zamanlar ilgilendirmişti beni. Bir zamanlar... Oysa şimdi, gece yarısı Brüksel'de bir kahvee, yalnızca tkarus'un değil, çağımıza damgasını vurmuş birçok sanatçının da sonunu, fazla gevezeliğe yer bırakmadan en iyi Can Yücd'in dizelerinin özetlediğini düşünüyorum: "Kim kime dum duma / Adamın biri gilmiş güme." Charles Baudelaire 14 Nisan 1864'te, hem hava değişikliği olsun diye hem de alacaklılarından kaçmak için Brüksel'e gelip "Grand Miroir" yani "Büyük Ayna" oteline yerleşmiş. Ama bir kez olsun bakmamış aynaya. Çünkü saçlarının dökülüp ağardığını, ansızın yaşlanıp çöktüğünü, henüz kırk dört yaşmda olmasına karşın beyin hücrelerini ke mirmeye başlayan frenginin giderek tüm benliğini ele geçirdiğini, önünde yaşayacak fazla bir ömür kalmadığmı biliyormuş. Birkaç haftalığına geldiği Brüksel'de iki yıl kalmış. Fransızca'nın en güzel şiirlerini yazan ellerine inme inene, bir otel odasının yalnızlığında felç olana dek. Aylar boyu tek, ama tek bir sözcük söyleyebiliyormuş: "Bok canına olsunl" Brüksel izlenimlerini yazmaya çalıştığı günlerde şu notu düşmüş defterine: "Irmaksız bir kentin kederi. Dükkânlann önünde sergiler yok. tmgelem gücü olan her halkın yapabileceği tadına doyulmaz bir işi yapmak, yani sokağa çıkıp dolaşmak olanaksız bu kentle. Burada yaşayan tek canlı köpekler. Belçika'nın zencfleri köpekler. Parke taşlarının korkunçluğu. Evlerin ön cepheleri balkon dolu, ama kimseler yok balkonlarda." Charles Baudelaire özlemini çektiği ülkelerdeki şehvetli yaşamı tadamadan, baharat kokularından uzakta öldü. Bir otel odasında yapayalnız. Kırk altı yaşında kahrolarak. "Yavrurn zevkini düşün / Oraya gidip bir gün / Yaşamanın birlikte / Sevmek dairaa sevmek / Sevmek ölünceye dek / Sana benzeyen ülkede" diye yazmıştı "Yolculuga Çağrı" adlı şiirinde. Yaptığı tek yolculuk Brüksel'e ölüm döşeğine oldu. Baudelaire'in son günlerini düşünürken içindeki tek yolcusuyia sarı bir tramvay geçiyor önümden. Caddenin karanlığında gözden yitiyor. Son tramvay olmalı. Işıklar soner, bu kahve de kapanır birazdan. Bir zaman olmuş, Baudelaire de gelmiş Brüksel'e. Belçikalılara sövüp saymaktan başka bir şey de yapmamış. Aslında insanlann bencilliğine, burjuva toplumunun değer yargılanna sövmüş tabii, Belçika halkına değil. Toplumun değer vermediği şaire Verlaine adında genç bir yenetek sahip çıkmış. Çok değil, birkaç yıl sonra evini barkını terkedip Rimbaud ile Paris'ten kaçarak Brüksel'e gelecek olan Verlaine. İki çılgın şairin tutkulu ilişkisi bu kentte noktalanmış çok alkollü, çok uğursuz bir gecenin bitiminde. Verlaine Rimbaud'ya silah çekip onu yaratayınca hapsi boylamış. Demir parmaklıklar ardından yazdığı ünlü şiir okullarda okutuluyor bugün: "Gök öyle mavi, öyle durgun / Damlar üzerinde! Yeşil bir dal sallanadursun / Damlar üzerinde /.../ Sen ki durmadan ağlarsın / Döversin dizini /' Gel söyle bakalım ne yapün / Neftin gençliğini?" Verlaine hapisten çıktığında yola gelmiş gerçi, geçirdiği fınınalı yaşamm pişmanlığıyla yaşamış, ama alkolün ve yoksulluğun pençesinden de ölene dek kurtaramamış kendini. Bana öyle geliyor ki lanetli şairlerin runlan dolaşıyor burada, Avrupa başkentinin memurları değil. Nerval, Gerard de Nerval de geçmiş Brüksel'den, kendini sabaha karşı Paris'te bir sokak fenerine asmadan önce. "Kim kime dum duma / Adamın biri gilmiş güme." Güme giden şairlere Brüksel'den merhaba! Timıır'ıın kayınvalidesi Bibi REHA GÜNAY SEMERKAND Registan'ın ortasındayım. Üç yanı üç yüksek yapıyla çevrüi bir meydan. Karşımda bu üç iBpının en yenisi, yirmi metreyi geçen tak kapısı ve mozaik sırlı tuğla bezekleri güneste pırü pınl parlayan 17. yy. medresesi TOya Kâri. Sağıma dönüyorum bir başkası. Yüksek kapı kemerinin iki yanında geyik kovalayan iki kaplan sırtlarında insan yüzlü güneşi taşıyorlar. Kufi bir yazı bütün kapıyı çevreliyor, iç içe girmiş geometrik süslemeler firuze, lacivert, beyaz renkleriyle bütün cepheyi kilim gibi kaplıyor. tşlenmemiş avuç içi kadar bir yüzey yok, minareler, dilimli kubbeler, kemerler... Bu da Şir Dar şında kalan Afrasiyab isimli eski Medresesi. Tam arkama dönüyokentte başlamış, ama Moğollar rum. Uluğ Bey Medresesi, en es13.yy'da kenti yerle bir etmişler. kisi olup İS. yüzyıldan. Ancak bir yüzyıl sonra Timur'un Registan'ın ortasındayım, ol elde ettiği ülkelerden getirttiği saduğum yerde dönüp duruyorum. yısız sanatçılarla Semerkand'da Geometrik süslemeler, kemerler, uygarlık yeniden yeşermiş ve bir firuzeler, lacivertler, bitkisel be rönesans başlamış. Registan'ın ortasında bakınıp zekler, yazılar, minareler, gök kubbeler, ışıklar, gölgeler ve Uluğ duruyorum. Yanımdaki rehberler benim bu hayranlığıından çok Bey, Şahruh, Timur... Burası Registan, Semerkand' memnunlar, gülümsüyorlar. Birın orta yeri, Timur'un başkenti, den İspanya Elçisi Clavijo'yu haOrta Asya'nın ve belki de dünya tırladım. O da Timur'un renk renk nakışh çadırlannı görünce nın masal kenti. Timur'un torunu Uluğ Bey, Se nasıl şaşırmıştı. Anılarında uzun merkand'ın bu önemli meydanı uzun büyük bahçeler içinde yü:•• na büyük bir rnedrese, kervansa lerce, binlerce birbirinden güzel ray ve Babür'ün kubbesini övüp nakıslı çadırlan, eğlenceleri, ziyaövüştürdüğü bir hanikâh (tarikat fetleri, fillerin dansını hayranlıkmerkezi) ile cami ve hamarn yap la anlatıyor. Şimdi o çadırlar yok, urmış. 17. yy'da kervansarayın ve ama onlarla eş guzellikte bezeli hanikâhın yerlerine iki medrese yapılar hâlâ ayakta. Gelenek o yapılmış. Cami ve hamam bugü kadar güçlü ki ister 14. yy. ister ne kalmamış. Zaten bütün bu ya 17. yy. olsun aynı tasanm ve tekpılar büyük restorasyonlar sonu nik devam etmiş. Bugün bile benzerleri yapılıyor. cu şimdiki duruma gelmiş. Medresenin tak kapısından doSemerkand'daki kültür hayatı ve zenginlik bugün kentin yanıba lanarak avluya giriyorum. İçeri Semerkand'dan İspanyol elçisi Clavijo'nun anılarında yer alan Timur'un renk renk çadırlan, eğlenceleri, ziyafetleri, dans eden fîller artık yok, ancak eş güzellikteki benzer yapılar hâlâ.ayakta. Dört eyvanlı medrese planh cami ise Bibi Hanım adıyla amlıyor. Bibi Hanım, Timur'un büyük kayınvalidesi. de dört yüksek eyvan ve yine aynı çini bezemelerle karşılaşıyorum. Sanki bir başka Registan'dayım. Yine çevremde dönüp duruyorum. Bu medrese avlularından birini açıkhava t'ıyatrosuna döndürmüş Özbekler. Avlunun içine iskemleler dizmişler, karşısındaki eyvana da ahşap bir sahne koymuşlar. Doğrusu gösteri için hoş bir mekân oluşmuş. Kırım Tatan şoförüm Şevket ve arkadaşı Şükrü, Moskoviç marka eski arabasıyla beni Bibi Hamra Camisi'ne götürüyor. Arabayı kendisi toparlamış, boyamış, aslında değiştinnek istiyormuş, ama satış yerinden almak çok zor, elden almak da çok pahalıymış. Bana kasetten Tatar havaları çalıyor. Torpido gözünden bir Kırım haritası çıkanp doğduklan yeri gösteriyorlar. Sürüldükleri yurtlarına perestroyka ile yeniden dönebileceklerini umarak seviniyorlar. Önce Semerkand pazarına u|radık. Pazarlar her zaman ilgimi çeker. Kapitone kaftanlı, sanklı, çizmeli, göğsü savaş kahramanı olduğunu gösteren renk renk kokartlı yaşlı erkekler; saçları ince ince örgülü ve başı renkli yemeni ile bağh kadınlar, ellerinde çıkınlar ve torbalarla dolaşıyorlar. Satıcı kadın ve adamlar kooperatife yetiştirdikleri sebze ve meyveleri, peynir ve tereyağı gibi ürünleri satıyorlar. Ne bizim pazarların bolluk, bereketi ne de çığırtkanlann gürültüleri var. Pazann hemen yanıbaşında gok büyük bir yapı yıkıntısı yükseliyor. Yıkıntısı bu kadar büyük olursa gerçekte ne boyutta olurdu diye düşünerek kemeri yıkık tak kapıdan avluya girince iki yanına bitişik minareleri ile bir başka dev tak kapı insanı ürkütüyor. Tak kapı, arkasındaki caminin yüksek kubbesini bile örtüyor. Ortadaki koca vinç ve bütün tak kapıyı kafes gibi saran çelik iskele çok zor ve önemli bir restorasyonun süregeldiğini açıklıyor. Bu çalışmalar avlunun her yanında izleniyor ve daha yıllarca süreceğe benziyor. Oysa Timur zamanında bütün bu yapılar çok kısa bir sürede yapılmıştı. Dört eyvanlı medrese planh bu dev cami şonradan Bibi Hanım adıyla anılmaya başlanmış. Bibi Hanım, Timur'un büyük hanımının annesi ve Kazan Han'm karısı. Avlunun orta yerinde ulu dut ağaçlan arasında bu dev yapıya layık bir Kuran rahlesi duruyor. Taştan yapılmış ve adam boyunda. "Bunun üzerinde Kuran da var mıymış" diye sorarken Timur'un, Kuran'ı hem de Türkiye'den getirmiş olduğunu öğreniyorum. Şimdi Taşkent'temüzededuruyormuş. Bence bu kadar büyük bir Kuran bizden olamaz. Bibi Hanım'dan sessizce ayrılıyoruz. Zürih Hen Çağ atlanıak DOĞAN ABALIOGLU ZÜRİH Zenginlik ve fakirlik: Bu nitelemeler neye göre ve nasıl değerlendirilir. Zengin sözcüğü evle barkla, fakir anlamı varlığın sınırlı olması, elinde avucunda "bir şeyi bulunmamasıyla mı eşanlamlıdır? 1988'de yapılan bir araştırmaya göre yaşlılık sigortasımn desteklediği 570 bin tsviçrelinin yıllık geliri 13900 İsviçre Frangı'nın (yaklaşık 17 milyon TL) altındaymış. Yüzde U.4'lük bu kesim "fakir" sayılıyor. İsviçre genelinde bu paranın çift katı, çizelgede kişi başına düşeni yansıtıyor. Başka bir deyişle, dünyanın en zengin ülkesi sıralamasındaki bu küçük federal toplumda gelir dağılımının yarısıyla 570 bin vatandaş yaşam savaşı veriyor. 17 milyon TL bize göre astronomik bir sayı kalabalığı olabilir. Ancak yaşam düzeyinin de yüksekliğinden yola çıkarsak bu kişilerin burada • "ekmek peynirle idare" etmeleri gerekiyor. • Diğer yandan geçen yılın aynı valışmaverilerine göre Zürih Kantonu'nda: 14688 kişi 1 milyon veya daha fazla, 18489'u ise yarım milyon frank varlıklı olduklarını vergi dairelerine açıklamışlar. 2000 yılına yaklaşırken teknolojinin hemen her gün kendini yenilediği yüzyıhmızın son onluğunda görünüm hiç de iç açıcı değil. Amerika Birieşik Devleıleri'ndeki incelemeler 197987 zaman dilimi arasında zenginlerin payını yüzde 11.1 arttırdıklannı ortaya koyuyor. Buna karşılık en alt basamak sayılan yüzde 5'in eline ise 5439 yerine şimdi 5107 dolar ve azı geçiyormuş. Görünıneyen eller dağıtılan pastanın, onu yapan çoğunluğun sayısına bakmadan büyük bölümünü aldığında, diğerlerinin ne yiyeceğini düşünmüyorlar. Kalan için birbirlerini kırmalarına da aldırmıyorlar. Dünya ekonomisinin motoru sayılan "sınırsız olanaklar ülkesi"nde 1960 başlannda dizginleri elinde tutanlar; bir işçiden 41, teknik elemandan 19 kez daha çok kazanıyormuş. Şimdi bu sayılar aynı verilerde 93 katıyla el emekçisine, 44 kez de kafa çalıştırıcısına göre katlanıyor. Gelir dağılımındaki bu carpıklık, çağımızın hangi düzeyde olduğunu sergiliyor. Bakış açımıza göre değerlendirilebilecek üstıeki sayılar kutuplaşmanın sürekli büyüdüğünü vurguluyor. Kitlesel iletişim araçlannın katkısıyla olgular çarpıcı görününıüyle de sergileniyor. Yani toplumlar halen olması gerekeıı çağın gcrisindeler. Peki. biz ııeyi atlıyoruz veya "nereden" aılıyoruz? Bay kelebek sakneye çıktığı zaman ÜSTÜN AKMEN LONDRA ... Duvarda duran bıçağı alarak Buda heykelinin önünde diz çöker, dua eder. Şerefsiz yaşamaktansa onurla ölecektir. Çocuğunun gözlerini bağlar, onu son defa öper, eline küçük bir Amerikan bayrağı verir, sonra paravananın arkasınageçer... Bıçağınyeredüşüşü... Cio Cio San, diğer adıyla Butterfly sürünerek çocuğuna kadar gelir ve orada cansız kahr. Dışarıdan Pinkerton'un sesi duyulur: "Butterlly... Batterflaaay." Teğmen ile Konsolos hızla içeri girerler, fakat harakiri yaparak canına kıymış olan Butterfly'ın cesedi ile karşılaşıp irkiiirler... Pinkerton dizleri üzerine çöker, Konsolos gözleri yaşlı, çocuğu kucaklar. Ve perde. David Belasco'nun yazdığı piyeste, Giacomo Puccini'nin bestelediği opera eseri böyle bitiyor. 19. yüzyılın sonlarında Japonya'nın Nagazaki kenti. Amerikalı deniz teğmeni Pinkerton ile Japon kızı Cio Cio San evleniyorlar ve çocukları oluyor. Üç yıl sonra Pinkerton tekrar Japonya'ya, üstelik beraberinde Amerika'da sonradan evlendiği karısı Kate ile dönünce... Başrolünde Dustin Hoffman'ın oynadığı "The Merchant of Venice" varken, Vanessa Redgrave ve Rupert Graves'in "A Madhouse in Goa"sı dururken, Alan Bennet "Single Spies" de, Alan Bates bir Shakespeare oyununda o.ynarken, nereaen akhma geldi"M. Butterfly"ı izlemek bilmem. Öykünün gerçek yasamdan alındığını bilmiyordum. Perde arasında oyuna neden "Monsieur Butterfry" adının verildiğini ise daha çözememiştim. Gerçekte 1986 yılında Fransa'da bir Fransız diplomatın casusluk suçundan yargılandığtnı, Bernard Boursicot adlı bu diplomatın Çin'de Fransız Büyükelçüiği'nde görevli olduğu sırada, Çinli aktrist Shi deveranıru sağlıyor. Hopkins, yazann istediğini seyirciye taşırken kendini de "roP'e koyuyor. Yazann yarattıâı Rene Gallimard karakteri, üzerine üstlük bir de kişüik kazaruyor. Oyunda Fransız diplomat evli, evine de bağh bir erkek. Ve Gallimard için "gerçek", sanki içine kapatıldığı bir kutudur. Önceleri Fransız diplomatın duyusal aklı, sevginin gücüne inanmamakta direniyor. Sanki düşsel bir olgudur sevgi. Kendini kangüçsüzdür, ama duygularında "arterioskleroz" yokmuş diye düşünüyorum. tlgiye, sevecenliğe, bedensel dokunuşa gereksinimi varmış derken, daha bir rahat bakıyorum dünya gibi sahneye. Daha sonra Gallimard yirmi yıllık sevgilisinin erkek olduğunu öğreniyor. Oyunun başından beri gerçek bir kadın görünümündeki Song Liling, makyajlannı, kostümlerini değiştirip erkek elbisesi giyiyor. Gallimard kabul edemiyor gerçeği. Bunun üzerine Song Liling çınlçıplak soyunuyor. Oysa küÇük bir romantizm yaşamıştır Gallimard, saf bir ilişki, çaJınan bir öpücük, nazik bir okşayış, yanağa bir dokunuş, elin başka bir eli tutması gibi güzellikleri yaşamıştır. Belki de Song Liling'i tanımadan önce içinde anlaşılmaz, uyarıcı kıpırtılar, yıllarca açığa çıkmamış duygularla boğuşmuştur. Song Liling, Gallimard'ın imdadına yetişen, yalnızca kendisinden yararlanılan orta yaşın üzerinde bir diplomat olmadığını anımsatan yaşam gücüdür. Nasıl kabul edebilir karşısında çınlçıplak duran Song Liling'in gerçeğini. Etmiyor. Düşünce ve davranışının özyıkıcı olduğunu anlıyor. Kendini gizleyemiyor. Yitiyor. öldürüyor kendini. Ruh ve vücut tutkularından yıkanıp annıveriyor. Üç Çin asıllı müzisyenin özgün müziği, insanın tüyünütüsünü havaya dikiyor. Perde iniyor. Salon çamaşır teknesi gibi alkıştan şakırdıyor. Londra'dan ntadam Butterfly çok eski bir operadır. Ancak Mösyö Butterfly Londra'da sahnelenen yeni bir eser. Birgazete haberinden uyarlanan oyunda Fransız diplomatın, 20yıllık Çinli sevgilisinin erkekolduğu anlaşılıyor. Simgeciliğin ve duyguların doruğunda gezinen bir eser. Peipu ile ilişkiye girdiğini, yirmi yıl süren bu iliş dınyor. tdealist bir düşünce ve bilimselliği olmakiden bir çocukları olduğunu, bu yeni "Madame yan bir düş gibi yakıştırmalar yapıyor. Song Liling Butterfly"ın esasında Fransız diplomattan Vietnam ise Gallimard'ın davranış ve kişiliğinin oluşumunSavaşı özellikli ciddi bilgiler sızdıran bir casus ol da biyolojik, toplumsal, ahlaki ve zihinsel evrimduğunu, hep oyundan. sonra öğrendim. David leşme sürecinin yönlendirilmesinde, tarihsel olayHenry H»ang, gazetelere de yansıyan bu haberi bir larm yönünün değişiminde ve toplumsal kurumlarla güzel oyunlaştırmış. John Dexter dabir güzel sah kültürlerin biçimlendirilmesinde ısrarı ve kaprisleri nelemiş. öykü ile dramatik unsur birbiriyle kay ile bağlıyor kendini Gallimard'a. naşmış. Shaftesbury Tiyatrosu'nda Fransız diploBu arada Song Liling'in, Gallimard'dan oldumatı ünlü tiyatro, sinema ve TV oyuncusu Anlhony ğunu söylediği bir de çocuk çıkıyor ortaya. Orta Hopkins oynuyor. Hayır, oynamıyor oyunun kan yaş sınırını geçen Gallimard'ın bedeni belki biraz
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle