25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
30 EKİM 1988 CUMHURÎYET/7 Stockhohn'den Isveç'in savcıları var Clkenin çok sevilen başbakamnı öldürenlerin ortaya çıkanlmasının söz konusu olduğu bir soruşturmada bile savcıların gösterdiği duyarlılık, bir hukuk devletinin gerçekte nasıl işlediğini göstermesi bakımından son derece dikkat çekici. ŞAHİN ALPAY STOCKHOLM Geride bı raktığımız hafta içinde tsviç'te önemli bir basın olayı yaşandı. Ülkenin en çok satan ve en prestijli sabah gazetesi Dagens Nyheler, Olof Palme'nin öldürülmesinden iki hafta ve bir gün sonra, biri Almanya'da, biri de tsveç'te bulunan iki PKK yöneticisi arasında geçen ve Isveç Gizli Haberalma örgütü tarafından banda alınan konuşmaların metnini yayımladı. Gazetenin iki tam sayfasını ayırdığı yazıya göre geçen yıl görevinden istifa eden Stockholm Emniyet Mudürü Hans Holmer, bu bantlardan haberdar olduktan sonra Palme cinayetinden PKK'nın sorumlu olduğu kaıusına varmıştı. Cinayetin soruştunılmasında görev alanlardan biri, söz konusu konuşmalann metnini basına yeni sızdırmıştı. Yazınm Dagens Nyheter'de çıkması üzerine soruşturmayla sommlu emniyet yetkilileri ve savcılar, açıklamaya büyük tepki gösterdiler. Açıklama, soruşturmamn yürütülmesine büyük zarar verebilecekti. Bilgileri basına kimin sızdırdığının mutlaka ortaya çıkanlması gerekiyordu. Ancak ne emniyet görevlileri ne de savcılann hiçbirinin aklından basını, Dagens Nyheter'i vatan hainliğiyle suçlamak geçmedi. Aksine, soruşturmayla ilg.ili başsavcı Jörgen Almblad şöyle dedi: "Gizli bilgileri yayımlayan gazete hakkında hiçbir şey soyleyemem. Bilgileri «1de ettiklerine göre yayımlamalan dogaldır." fsveç yasalanna göre gizli bir bilgiyi yayımlamak kendi basına bir suç oluşturmuyor. Ancak gizü bilgiyi sızdıran kişi bulunup mahkemeye çıkarıldığında, gazetenin tek sorumlu tutulabilecek kişisi olan "sorumlu yayımcısı" tanık olarak mahkemeye çağnlıyor. Tanık olarak, bilgiyi kimden edindiğini ilke ıtibanyla açıklaması gerekiyor. Ancak bunu reddettiği takdirde cezalandınlması söz konusu değil. Dagens Nyheter*ın, Palme cinayetinde "PKK izi" ile ilgili son yayınında ortaya çıkan bir başka ilginç husus, soruşturmayı Hans Holmer'in yürüttuğü dönemde polislerle savcılar arasında patlak veren çelişkiler ve anlayış farklan. Savcılara göre Holmer ve yardımcılan cinayeti aydınlatabilmek amacıyla çok sayıda kişiyi, aleyhlerinde herhangi bir delil olmadığı halde gözaltına almak ve sorguya çekmek istediler. Oysa savcı Solveig Riberdahl'e göre, "Soruşturmada herhangi bir ilerleme sağlanamayısı, insanlan gözaltına almak ve hukuk kuraliannı çiğnemek için gerekçe olamaz. Pek çok sontşturma. snçu kimin işledigine dair baa zayıf şüphelerden 6teye giden bir delile ulaşılamadığı için, olduğu yerde kalmıştır. Bir hukuk devletinde daha ileriye gidilemediğinin kabul edilmesi gerekir. Şimdi bu noktadayız. Soruştunılması mümkiın olmayan bazı snçlar vardı,: ve bir noktadan ileriye gidilemeyebilir. O durumda da kanun koyucu, mahkum etmektense aklaraak daha dognıdur demekte." Ülkenin çok sevilen bir başbakanım öldürenlerin ortaya cıkanlmasımn söz konusu olduğu bir soruşturmada bile savcıların kişi haklannı korumak ve hukuk ilkelerini ayakta tutmak için gösterdikleri duyarlılık, bir hukuk devletinin gerçekte nasıl işlediğini göstermesi bakımından son derece dikkat çekici. Palme cinayetinin soruşturulmasına devam edilmekle birlikte Palme'yi öldüren kişinin bulunması olasılığının giderek zayıflamakta olduğunun artık resmi makamlar tarafından da kabul edilmeye başlandığı anlaşılıyor. Gazetecilerin "Herhangi bir kişinin cinayet ile ilişkisini saptama olanagı kaldı mı?" şeklindeki sonısuna savalann verdigi yarut şöyle: "Gerçekten sorulmaya deger bir sonı...." Gazetecinin, "Peki, yanıtınız nedir?" diye tekrarlaması üzerine şunları söylüyorlar: "Verebilecek bir yamtımız yok. Zaman geçtikçe cinayeti işleven kişinin suçluluğunu ispat etmek olanagının da giderek azaldığı tabiidir." Palme cinayetinin de tıpkı J. F. Kennedy cinayeti gibi, hayli esrarengiz bir sır perdesinin ardında kalarak, aydınlığa kavuşmaksızın unutulup gitme olasılığı giderek güçleniyor. Palme'nin öldürüldüğü, Stockholm'ün en işlek caddelerinden biri olan Sveavagen'de hayat her zamanki gibi. Cinayetın işlendiği kavşakta şimdi bir inşa faaliyeti sürüyor. Palme'nin Sosyal Demokrat Parti Genel Merkezi'nin karşısında ve öldüğü yerden iki adım ötedeki Adolf Fredriks Kilisesi'nin avlusunda bulunan mezarını Yavuz Baydar'la birlikte ziyaret ettiğimizde, orada bizden başka kımse yoktu ve mezarın üzerindeki çiçekler solmuştu. Bübao'dan Iki bakan, bir prens... "Rizim evde 5 gün hanımın, öteki iki gün yine hanımın sözü geçer" diyen, kırk yıllık müzisyenlere taş çıkartırcasına piyano çalan 45 yaşındaki Savunma Bakanı Serra. "Z", "Iîiraf" gibi filmlerin senaryosuna imzasını atmış Kültür Bakanı Semprun ve sıradan bir öğrenci gibi hukuk fakültesine başlamış genç veliaht Prens Felipe de Borbon. Bu sadeliğe, kısaca düzey deniyor. MİNE G. SAULNtER BİLBAO Taş çatlasa 45 yaşındaydı. Kalın camlı gözlüklerin, tersinden bakılan dürbun merceği gibi küçülttüğü gözleri ve kısacık kesilmiş saçlarıyla birleşerek yuvarlak yüzunu saran kara sakaUyla, kimı ulke vitrinlerinde "ağır aşamada aydın" ya da "potansiyel terörist" diye sergilenebilecek sevimli bir başın altında; kravatlı ve takım elbiseli, ciddi bir gövde taşıyordu. Yakışıklı sayılmazdı, ama kafatasımn iç möblesınden yansıyan tartışmasız bir karizması vardı ve televizyon kameraları önünde, orkestra eşliğinde Mozart'ın 2 numaralı piyano konçertosunu çalan bu genç ekonomi profesörü, lspanya'mn Savunma Bakanı Narcis Sena'ydı. Konuk olarak katıldığı siyasal içerikli eğlence programı sırasında, "Bizim evde haftanın ilk beş giinü hanımın sözii geçer. Cumartesi ve pazar günleri ise diyebilirim ki... yine hanımın sözü geçer" diyerek kırdı geçirdi gülmekten. "Amerika ile imzalayacağımız ikili anlaşma iyidir. Zaten kotu dememi de beklemiyorsunuz herhalde" dedi ve "Klasik müziğin üstüne yoktur" sözünden sonra oturup kırk yıllık müzisyen gibi piyano çaldı. Siyasal taşlamalarıyla ünlu uç güldürü ustasıran yönettiği 45 dakikahk bu eğlence programında Savunma Bakanı Narcis Serra, 45 saatlik "İcraatın lçinden" de toplayabileceği oyu, 45 kez katlamıştı. lspanya Kralı Juan Carios'la kraliçe Sofîa'nın iki metrelik oğulları, Asturias Prensi, veliaht Felipe de Borbon ise, 18 ekimden bu yana Madrid özerk Üniversitesindeki hukuk öğrenimine, kendisi gibi birinci sınıf öğrencisi 150 "halk çocugunun" arasında başladı. Fakülte girişinde prensi pop şarkıcısı gibi alkışlarla karşıladı öğrenciler. Kızlar "Ay ne kadar iri". "Çok da yakışıkiı!" "Pek de uzunmuş" diye kıkırdarlarken; erkekler "O kadar da degil..." "Çok şey sayılmaz" diye dudak büktüler. Blucin pantolon üstune dumduz bir kazakla sınıf arkadaşlarının arasına oturan Felipe de Borbon ise kimseye üstten bakmadan ulaşümaz izlenimi yaratan soylu duruşuyla, sevimli bir ciddiyet içinde Roma hukuku dersini izlemeye hazırlanıyordu. Prensin dikkatini çekmek için her zamankinden çok yüksek sesle gülüp konuşan, birbirlerine seslenen genç kızlar, bir Borbon'un borazanla tavlanmayacağını anlayıp susacaklardı bir sure sonra. Kümese gelen yeni horozun kuyruğunu kıpırdatmadan yarattığı sarsıntıya biraz bozulan erkek öğrenciler ise onun kendilerinden ne çok zeki ne çok parlak, ama her zaman farklı ve hiçbir zaman rakip olmayacağını anlaytncarahatlayacak,hayranlıkla kıskançlığın karıştığı bir dostluk kuracaklardı belki de. Ama köylüsüyle kentlisiyle bu fakulteye bileğinin gücüyle gelmiş, kız erkek tüm öğrencilerin paylaştığı düşunce, prensin gelişiyle örnek bir eğitimden geçecekleri yönundeydi. Okuldaki küçük aksaklıklann, ünlü öğrenci sayesinde hızla düzeitileceğini umarak elleriııi ovuşturuyorlardı. Aynaya yansıyan günlük görüntüleri ile derslerini binbir özenle hazırlayan profesörlerin; her sabah ter kan içinde fakülteyi tepeden tırnağa gözden geçiren dekanın duydukları gururlu tedirginlik ise olaya başka bir renk katıyordu. Madrid Hukuk Fakültesi'nde lspanya, kralı olacak Avrupa karması veliahtıyla ilk kez gerçekten tanışıyordu. Fransız Bourbon soyundan inip, Kraliçe Victoria kanalıyla II. Elisabeth'in kuzeni olan, babası ve Yunanlı annesiyle doğrusu, AT takımında soliç oynayan tspanyaya bundan daha Avnıpalı bir kaptan bulunamazdı. Gonzalez hükümetinin birkaç ay önce atadığı yeni Kültür Bakanı ise, Franco'nun kemiklerini sızım sızım sızlatacak cinsten keskin bir kişilik. Eski komünist, yine solcu ve yeni kabuğuna rağmen Yves Montand'ın arkadaşı: "Z, ltiraf, Pencerede Bir Kadın, Güney Yollan, Savaş Bitti, Özel Bölük" filmlerinin bıçak gibi senaristi; romanlarını anadili Isparryolca ile değil, Fransızca yazan ve kendini vatansız diye tammlayan Jorge Semprnn'un Kültür Bakanı oluşu, hortlamayı uman faşist vampirlerin yüreğine sivri bir kazık gibi çakıldı. Yasamı ve kışiliği başka ve çok uzun bir yazıya konu olacak bu adam, beyaz bir aslan yelesini taşıyan başı ve içindekilerin yanlışı, doğrusu tartışılır olsa bile, değeri yadsınamaz bir aydın. Uluslararası üne sahip. tspanyoUar ona da güneşi görmüş gibi bakıyorlar. Ve bu birbirinden çok farklı çizgilerdeki üç insanın ortak özelliğine, "düzey" deniyor dünya dillerinde. Düzey piramidinin doruklarında yer alabilmek için illa prens doğmak, seçkin burjuva olmak gerekmiyor. tspanyol parlamentosunda mavi kanlı ve zengin çocuğu olmadan kendilerini iyi yetiştirmiş insan öraekleri pek çok. Köylü kökenli Gonzalez'den başlayıp, muhalefet lideri Snarez'den geçerek Komünist Partisi lideri Jolio Anguiu'ya dek, Ulkenin yazgısını yönlendiren politikaalar genelinde üst düzeyli insanlar ve son olarak lspanya'mn ekonomik geleceği için pek bir heyecanlandılar: "Bn bir rezalettir" dedi muhalefet. "lflasa gidiyornz, hükümet ayuyor mu?" diye ekledi. tktidar iyice telaşlıydı; "Biliyoruz çok önemli" diye başını salladı. "önlemler alacağız, aşağı çekecegiz, raerak etmeyin, yenecegiz!" Söz konusu büyük tehlike enflasyondu ve 1988 endekslerine göre (sıkı durun)... "o 5'e ulaştığı görülüyordu. 0H DÜNYA VARMIŞ Bu adam bir uçak yolcusu Neden böyle keyifli? Yolculuğun sonuna geldiği için mi? Yoksa Aiman dakıkliğinden kurtulmanır1.. bızim ferah. genıs ölçülenmıze kavuşmanın tadına mı varıyor? Frankfurt'tan Önce 'pünktUchi ğumuz okla delinmiş kalp işaretSaat gecenin 03.00'ü. Kafalar hafiften lerine veya "Hans ile Brigitte" dumanlı. Dönerci Ali'nin amcaoğlu, ıdlanna rastlanmıyordu. Peki, bu yatağ'.^dan kalkıp işkembe çorbasını ısıttı. Almanlar arada sırada âşık olup da, koca koca bıçaklarla ağaçlaKasetçaianna da Ibrahim Tatlıses'i koydu. rı kazımak ihtiyacı duymuyorlar "Allah Allah bu nasıl sevgi." Keyfimiz yerine mıydı? gelmişti. Disiplinin fazlası dasıkıyordu doğrusu. Ve en ilginci, Frankfurt'tan ALİ ACAR BrükseVden Ve Hıımphrey uçağa bakar 3 4 4 numarada Rick's Cafe var. Belçikaiıların üstat malikânesi dedikleri tür evden bozma. Rick's Cafe "Kazablanka"daki gibi.. Humphrey Bogart piyanonun üstüne yaslanıp, "Bir daha çal Sam" diyecekmiş gibi. HADİ ULUENGİN BRİİKSEL Louise Caddesi 344 numarada Rick's Cafe var. Belçikaiıların "üstat malikânesi" dediği tür evden bozma. Rick's Cafe, "Kazablanka"daki gibi, Humphrey Bogart, piyanonun üstüne yaslanıp, "Bir daha çal Sam" diyecekmiş gibi. Sonra, sisin içinden, tayyare bilinmeyen istikamete havalanacakmış gibi. Rick's Cafe, siyah beyaz film. Bir de sis. Rick's Cafe, hiç moda olmadı ve hep modaydı. Hep "in" ve hep " o u t " kaldı. Pazar, öğlen "bnınch'iannda rutindi. Rick's Cafe, AngloSakson. Bir; yemeğe gelenler var. Aperitifte bloody mary içenler ve sonra New York usulü TBoon biftek ısmarlayanlar var. Bunlar, şehrin lngilizce konuşan orta üst sınıf kolonisinden. AT bürokratlarından, başmüsteşardan aşağı kademedeki diplomatlardan, papyon kravath yupilerden, geniş çerçeveli gözJük takan kızlardan, nadiren gazetecilerden, sık sık reklamcılardan oluşuyorlar. tki; yemek yemeyenler ve barda oturanlar var. Bunlar, müdavimlerden ve müdavim olmayanlardan oluşuyorlar. Her halukârda, "aydınlar" Rick's Cafe*ye gelmiyorlar. Bu harika. tçerdeki kalabalık ve dışandaki dolunayın, içerideki kalabalıktan dolayı Rick's Cafe'ye girememesi kadar harika. Rick's Cafe"de, bann arkasında, tavandan şömineye inen ayna var. Aynanın sol tarafında, "Mnfcteşem Ambersonlar"ın 1942 baskısı afişi duruyor. Aynaya, tavanda dönen vantilatöriin ve bardakilerin sureti vuruyor. Ayna, perdahlı tıraş olunmuş olsa dahi çehrenin mavi kaldığım; makyajın ve fondötenin kınşıklan saklayamadığmı; göz altında siyah kareler belirdiğini, derinin pörsüdüğünü; şakaklardaki beyazlarm hep arttığını gösteren türden bir ayna. Müthiş objektif bir ayna. Hain de Aynarun önünde, şöminenin üstündeki tezgâhta, içki şişeleri duruyor. Bir tanesinde, "Jose Cuervo Teqnila Mejdco" yazıyor. Mexico'dan olan, Siqueros'un, Kandinsky sosyalist gerçekçilik kanşırru freksleri ve "ayakkam boyacılannda şiddet unsuru üzerine sosyolojik bir deneme" makalesi. Bill, bardağın dudak içimine tuz buluyor ve limon suyu, viski, tekila boca ediyor. "Miiessesenin spesiyalitesi", "Margaritha" servisi yapıyor. Aynanın karşısında, bann Billden, PauFden, Alex'ten yana olmayan yakasında, müdavimler ve müdavim olmayanlar duruyor. Paul, birincilere bir şey sormuyor ve önlerine buzlu burbon kadehi sürüyor. Ikincilere, pahalı ve lezzetsiz kokteyller tavsiye ediyor. Bann bu yakasındakiler, hem birinciler hem ikincüer, Rick's Cafe'ye, aynadaki suretlerini görmek ve dışandaki dolunaydan kacmak için geliyorlar. Aynaya, tekil erkeklerin ve tekil kadınlann sureti vuruyor. Birbirlerine önce aynadan bakıyorlar, önce aynada tartıyorlar ve önce aynadan konuşuyorlar. "Kazablanka'yı kaç defa gördüoüz?" ya da "Yeni Ambersonlar, yeni Inrinler mi?" diye soze giriyorlar. "Manhattanlı bir kınn burada ne işi var?" diye de giriyorlar. Paul burbon yeniliyor ve bloody mary tazeliyor. Rick's Cafe"den, tayyare bilinmeyen istikamete havalanıyor. Ayna, mütecessis, bakıyor ve gülümsüyor. Rick's Cafe"de, bann taburesiııde, aynarun karşısında, Ginette de var. Ginette her gece var. Aynaya meydan okuyor. Dışardaki dolunaydan kaçıyor. Gundüzleri, en pahalı estetik salonlarında dolaşıyor ve gece, aynanın yalan söylemesini talep ediyor. Derinin pörsümediğini ve memelerin düşmediğini söylemesini istiyor. Ayna, "Dognıcu Davut." Hain de Ginette, aynaya meydan okuyor ve Rick's'in barında en son kalanla yatıyor. Ayna, kolay ve hafızasız aşklara gülüyor. Rick's Cafe'de, Paul burbona yeniliyor. Manhattanlı kız Kazablanka'ya gitmek istiyor. Bill, Margaritha'ya tekila ekliyor. Ginette, kolay ve hafızasız aşklarla yatıyor. Vantilatör dönüyor. Tayyare, sisin içinden, bilinmeyen istikamete havalanıyor. Humphrey Bogart, "Bir daha çal Sam" diyor. Dışarda, dolunay nöbet bekliyor. Ayna, mütecessis, gülümsüyor. Rick's Cafe siyah beyaz film. Bir de sis. Rick's Cafe ayna. FRANKFURT " P ü n k tlich." Yukarıdaki Almanca sozcük Türkçeye "Zamanında" biçiminde çevrilebiliyor. Aslında "Tam zamanında" anlamına geliyor. Hatta "Dakikası dakikasına" de"Pünktlich" sözcüğü Almansek daha doğru olur. ya'da her yerde karşımıza çıktı. Yaptığımız kısa bir Almanya En fazîa da Lufthansa'mn eğitim gezisinde bize bu sözcüğü adeta merkezinde. Ünlu havayolu şirkeezberletti Almanlar. "Her işin ba tinin Frankfurt'taki eğitim merşı pünktlkh.." "Pünktlkh olmaz kezlerini gezdirdiği bir grup Türk sa olmaz" gibilerden. Almanlar gazetecisinin içindeydik. Bu gezikafayı neden üakikalara takmış nin amacı şuydu: Lufthansa'mn lar? Bizim için çözülmesi zor bir ne denli dakik ve ne kadar güvenli bilmece... Istanbul'dan kalktıktan bir havayolu olduğunu gösbirkaç dakika sonra "dakiklik" termek. merakı ortaya çıkıyor. Tabii, eğer Alman yöneticiler her şeyi dübir Alman uçağında iseniz. şünmüşlerdi ama bizim ozellikleÖnce "Kaptan pilotunuz konuşuyor" ve Frankfurt Havalimanı'na varış zamanımızı "Pünktlkh" bildıriyor: 16.57 gibi.. Isterseniz kenti havadan seyretmeye boşvenp gözunüzü saatinize dikin: Tam 16.57'de uçağın tekerlekleri piste değmiş oluyor. Avrupa'nın en karmaşık kentlerinden biri olan Frankfurt'ta da durum farklı değil. Sıkışık trafikte yol alan tramvayların, otobüslerin tarifesiyle rahatça saatinizi ayarlayabilirsiniz. Büyuk alışveriş merkezlerinin yöneticileri, 18.01'de dükkândan içeriye adımını atmaya çahşan müşterilerine "ekmek parası davası" güleryüz göstermiyor. Yine, kolunda ki saati uzatıyor. Biraz düşünunce .\lmanlann haklı olduğunu anlıyorsunuz. Ama bu duşünceleriniz Federal Almanya sınırları içinde geçerli. T.C. sınırlarına girdikten sonra eski düşüncelerinize dönüyorsunuz. rimizi unutmuşlardı galiba... Disiplin ve dakiklik bizim için aynı önemi taşıyor muydu acaba? Frankfurt'taki eğitim merkezınin hemen yanında göz alabildiğine uzanan ormanlar, grubumuz için epey şaka konusu oldu. Anlatılanlara göre, bu ormanlar Roma'va kadar kesintisiz uzanıyordu. Bu bilgi üzerine ekibimizde şu ilginç yorumlar yapıldı: Bu ağaçlar kesilmeden bugüne kadar nasıl kalmışlardı? Öyle ya Almanya Türkiye kadar bir nüfusa sahip olduğu halde, yüzölçümü ülkemizin üçte biri kadardı. Bu adamlann tarlaya marlaya hiç ihtiyaçları olmuyor muydu? Ağaçlann üzerinde alışık oldu Roma'ya kadar uzanan bu ıssız yol, bugüne kadar nasıl olmuş da Almanya'ya kaçak girmeye çalışan işçi adaylarımız tarafından keşfedilmemişti? ... Saat 02.3003.00 sıralannda bir gece kulübunden dönüyoruz. Çoğumuzun kafalan hafiften du . manlı. Böyle bir ortamda, bir Türkün aklına ne gelir? Hemen tahmin etmişsinizdir elbette. İşkembe çorbası, değil mi? Taksi otele doğru hızla yol alırken, bir istasyon büfesinde bir dönerci gören ekibimiz, aracı hemen durdurdu. Dönerri "Ali Baba"y; biraz da şaka olsun diye işkembe çorbası istediğimizi bildirdi. Hiç , şaşırmayan dönerci Ali, bizi he men birkaç sokak ötedeki amca . sının oğlunun işkembe salonuna , gönderdi. Amcaoğlu, yatağından . kalkıp, aşağıya indi. Çorbayı ısıttı. Kasetçaianna da tbrahim Tatlıses'in kasetini de koymaz mı... "Allah, Allah bu nasıl sevgi." ; Şimdi keyfimiz yerine gelmişti iş \ te. Disiplinin fazlası da sıkıyordu doğrusu... Istanbul'a dönmek üzere artık ; güvenirliğinden ve dakikliğinden • emin olduğumuz uçağa bindik. Ancak, Lufthansa uçaklarında "milyonda bir" meydana geldiği söylenen iki olay birden bizim ba . şımıza geldi. Hidroük sistemi bo , zulan uçağımız, 1.5 saat kadar yol' aldıktan sonra tekrar Frankfurt'a geri döndü. Yeniden yola çıktığımızda ise gecikmemiz beş saati geçmişti. Galiba nazarımız' değmişti... Roma'dan Stadyumda ölmek... frenleyemiyor. "Ultras" denilen statlara futbol seyretmek için değil, içlerindeki saldırgan güdüleri boşaltmak için gidiyorlar. Bazılannm ise tribünlerdeki yerlerini almadan ve maçtan önce, esrar ya da marihuana gibi uynışturucularla kendilerinden geçtikleri, yapılan araştırmalarla saptanmış bulunuyor. Filippini'nin katili olarak yakalanan 23 yaşındaki Mareello Ferazzi, bu "ultra"ların en tipik örneklerinden biri. Saçlanm sıfır numara tıraşlamış "Skin Head"ci, 1.80 boyundaki iri yarı Ferazzi'nin evinde bulunan Mnssolini portresi ve dolabındaki bir düzine bıçak ve çakının yanı sıra rakip amigolardan gasp ettiği duşman takımlara ait bir dizı flamabayrak, katilin kimliği hakkında yeterince fikir veriyor. "Milan" takımının yanı sıra, İtalya'nın en önemli 3 büyük ozel televizyon kanalının sahibi olan basın patronu Silvio Berlusconi'nin şimdi statlarda şiddet olaylarını önlemek amacıyla ortaya attığı bir yontem, statyumları sadece abonmanla sezonluk bilet alan devamlı seyircilereaçmak. Berlusconi'ye 40 milyar TL.sine mal olan Italya şampiyonu "Milan", oynadığı 68.000 kişilik Milano Statyumu'nun 67.000 kişilik bölümünu zaten abonman büetleriyle dolduruyor. Geriye, satışa çıkanlabilecek 1000 bilet kalıyor kı, Berlusconi bu biletlerin kimlik ve ikametgâh kâğidı karşılığinda yalnız Milanolu seyircilere satılmasını savunuyor. Berlusconi gibi her pazar stat " yumları dolduran bir şampiyon \ takıma sahip olmak şansından ^ yoksun olan diğer takımlann baş "' kanlan ise polis gücünün ve gü , venlik önlemlerinin arttınlmasın *' dan yana çıkıyor. Bu amaçla son haftalarda statyumlara yerleştiri" len telekameralar, şiddet olayına yol açan nedenlerin ve Ascoli olayında görüldüğü gibi bu olaylara ' kanşanlann kimliklerinin saptanmasında etkili oluyor. Fakat denetim altına alınmasmda güçlük '\ çekilen asıl olay lar, çoğu kez stat ' yoımun dışında meydana geliyor. Bu tip olaylarda, futbol tutkun " lannı çevre kentlerden statyuma " taşıyan arabalar ve otobüsler saldırıya uğruyor. 1990 Dunya Futbol Şampiyonluğu için, ttalyan statyumlannın pek çoğunun yapım ve onanm çalışmaları içinde olması, olaylann kontrolünü büsbutün güçleştiriyor. Inşaat içinde olan statyumlarda takım taraftarlannın, keııdi taraflarından, rakip takımm tribünlerine geçmesi kolaylaşıyor. Bunu önlemek için şimdi statyumların, iki takımm taraftarlannı birbirlerinden iyice ayıran cam ya da çimento duvarlarla bölünmesi isteniyor. Aynca merdiven şeklinde yükselen tribünlerde meydana gelen düşmelerin önünü almak için de, oturulacak yerlerin koltuk gibi yüksek arkalıklı yapılması düşünülüyor. ttalyan futbol otoriteleriyle bir araya gelen Içişleri Bakanı Antonio Gava, polis ve takım başkanIarı arasında sıkı bir işbirliği yürütülmesini istiyor. Bundan böyle takım başkanlanndan polise, ellerinde adlan bulunan "ultra"ların listelerini polise vermeleri ve istenilen her türlü bilgiyi sağlamaları isteniyor. Atina'dan Dört ayrı Korinthos Komşumuz Yunanistan'da tam dört tane Korinthos var. Biri 2 bin nüfuslu ticaret kasabası, modern Korinthos. Biri Oidipus'la tamdığımız antik Korinthos. Üçüncüsü, dimdik tırmanan bir kaya. Dördüncüsü ise bir kanal, bildiğimiz Korent. GÜRHAN TÜMER ATİNA Tragedyalann, "Ey Korinthoslular..." diye başlayan tiradlanndan, mitologyalardan ve kitaplardan ve haritalardan tamrdım Korinthos'u elbette, ama oralan gezip gönneden önce, Korinthos içre dört Korinthos'un var olduğunu, doğrusu ya hiç mi hiç bilmezdim. Evet, komşumuz Yunanistan'da Korinthos'lar dört tanedir tam. Birincisi; yeni, modern Korinthos'tur: 20.000 nüfuslu bir ticaret kasabası. llginç değil. Hele bizim yaptığımız gibi, bir pazar sabahı girmişseniz. İn cin top oynuyor sokaklarında. Geçiyoruz. 7 km. sonra, bir Korinthos daha: Yazgjsı gereği, babasını öldürmuş, anasıyla evlenmiş, adı dillere destan, Freud kompleksine ad olmuş zavallı Oidipus'un babalığı Polybos'un kenti. Asıl Korinthos bu. 38 yekpare kolonlu (bir zamanlar) Apollon Tapınağı burada, kutsal çeşme burada, agora burada, müze burada. Haa, bir fıçı içinde yaşayıp, Büyük tskender'e diklenen tuhaf filozof Diogenes de buradaymış (bir zamanlar, 3000 yıl kadar önce). Ayıp belki, ama gerçek şu ki zaman ayıramadık burayı gezmeye; "Bizde çok var Apollon Tapınağı, çok var agora" diyerekten, kapısından baktık geçtik. Üçüncü Korinthos, "Akrokorinthos". Bakın bunun görülmesi gerekir. Nasıl gerekmesin ki? 574 metre yüksekliğinde, (demek oluyor ki, Eyfel Kulesi'nin neredeyse iki misli) üzerindeki kaleyle butunleşmiş bir kaya, bir dağ. Tırmanılıyor, tırmanılıyor. Içeri girebiimek için, üç kapıdan geçiliyor. Masal gibi. Ama çıktıkça, ayaklarımzın altında ova, ovada az önce sözünü ettiğim Korinthos kenti, yükseldikçe görünmez olan Apollon Tapınağı. Ben buraya gelen ilk Türk değilim. Bizimkiler çok önceleri "fethetmişler" buralan. Kalenin içinde, ahı gitmiş vahı kalmış bir Türk mahallesi, bir cami, bir minare var. Daha da yükselmeyi göze alabilenler, en tepede, kanatlı at Pegasus'un, ayağını vurduğu yerden fışkırmış Peirene Pınan'nı, bütün Attika'yı, Parnassos Dağı'ıu ve de Korinthos Kanah'nı, hani neredeyse tüm Yunanistan'ı görebiliyorlarmış. Sıra geldi, dördüncü ve sonuncu Korinthos'a; Korinthos Kanalı'na. Bunu da mutlaka görmenizi isterim. Nedenini sorarsanız şu: Tann (ya da doğa) Yunanistan topraklannın yaklaşık beşte birim oluşturan ve koskocaman bir dut yaprağına benzeyen, bu yüzden de ortaçağda "Moreas" (Yunancada " d u t " anlamına gelen sözcükten türetilmiştir; Turkçede " M o r a " diye bilinir) olarak adlandınlan Peloponez'i (bu sözcuk de söylenceye bakılırsa, Zeus'un torunu, Tantalos'un oğlu Pelops'tan gelir) Attika'ya, tam Korinthos'ta bitişik olarak yaratmış. Ne var ki insanlar, 19. yüzyılın sonlarında işe koyulmuşlar, 1882'de toprağı kazmaya başlamışlar; kazmışlar, kazmışlar 1889'da, Peloponez'i Attika'dan ayırmışlar. "Sonuçta ortaya nasıl bir şey çıkmış?" diye sorarsamz, ben de şöyle yanıt veririm bu sorunuza: Bir Istanbul Boğazı duşunün ki, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz ve iki yakasımn arası yalnızca 24 metreden biraz fazla ve sağı solu ağaçlık, yeşülik değil, 80 metre yüksekliğinde, kupkuru duvar ve bir yanıyla öbür yam arasında bir karayolu, bir demiryolu, bir de yaya yolu köprüsü var. Buradan asağıya bakıyorsunuz. Eğer şanslıysanız siz orada bulunduğunuz sırada, kanattan bir gemi geçiyor. Eğer daha da şanslıysanız; aynı anda, bir de tren geçiyor. Ben oradayken, bir Türk şilebi geçti. Burada en iyisi, korkuluğa abanıp aşağıya bakmak uzun uzun. IMazzareno Filippini, yazdan kalma o ekim öğleden sonrasında maça gitmeseydi, iki hafta önce pazar günü sevdiği kızla evlenebilecekti. Ama ölüm, Filippini'ye Ascoli Stadyumu'nda randevu vermişti. NİLGÜN CERRAHOĞLU saldırgan amigoların çoğu artık ROMA Nazzareno Filippini, yazdan kalma o ekim öğleden sonrasında maça gitmeseydi, iki hafta önce pazar günü sevdiği kızla evlenebilecekti. Oysa ölüm, Filippini'ye Ascoli Stadyumu'nda randevu vermişti. Ascoli maçında "Inter"li amigoların sopalı saldırılarıyla ağır yaralanan Filippini, komada 8 günlük bir can çekişmeden sonra Ascoli Hastanesi'nde can verdi. Arkasında evlenmek uzere olduğu bir nişanlı, ilkokul öğretmeni annesi ve üç kardeşini bırakan 32 yaşındaki eski amator futbolcu Filippini'nin ölümu, İtalya'da tüm futbolseverleri yasa boğdu. İtalya'da futbolun, stadyumlara kadınları ve çocukları da surukleyen ulusal çaplı bir tutku olması nedeniyle "maçlardaki şiddet" olayları herkesi etkileyen yaygın bir kaygıya yol açıyor. Ingiltere ve Belçika gibi Kuzey Avrupa ülkelerine nazaran sayılan çok daha sımrlı olmakla beraber, bu tip olaylann gıderek sıklaşmasının futbolun boş stadyumlarda yalnız televizyon kameralarının izlediği "OnveH'ci bir olguya dönüşmesine yol açmasından korkuluyor. Çünkü halihazırda kurt köpekleriyle stadyumlarda seferber olan yuzlerce polis, bu tip olaylar karşısında etkısiz kalıyor. Ascoli örneğinde gonıldüğu gibi, polis olay yerine ya anında yetişemiyor ya da sopalar, kemerler, taşİarla birbirine saldıran gruplan Korent Kanal ı'nda bir gemi Yoksa hemen yam başınızda kunılmuş olan turistik tuzak, sizi de düşürebilir ağına. Yoksa, "Greek Art" satan dukkânlardan, yüzlerce drahmi verip alışveriş yapmamz işten bile değil (bir drahmi, yaklaşık on lira). Ben de öteki turistler gibi se\e seve düştüm tuzağa. Sonra da arabama atlayıp aşağıya indim. O yalçın Korinthos Kanal ı, orada iyiden iyiye sümsükleşiyor, bir dereye dönuşuyordu.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle