28 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
30 AĞUSTOS 1987 CUMHURİYET/7 Perpignan'dan Mayıs 68 şövalyeleri... 68'in mayıs ayıydı.Yçkicı bir rüzgâr Fransa'yı bir baştan bir başa kavurdu, geçti. ler. 'Ev oturanındır' derler. Bacayı onarıp ocağı tüttürürler. Sonra dindi Ve toz duman yatıştığında, 68 kuşağı, kendi geleceğinden başka Işte Torderes'in felsefe doktonı da böyle çoban olhiçbir dengeyi bozamadığını anlamakta gecikmedi. Bunlardan bir bölümü, ki muştur onsekiz yıl önce. Bu gibi uygulamalara "entel bunlar, içine tükürdükleri bu düzene geri dönmeyecek kadar şövalyeydiler, sessizce bevesi" diye bakanlara, tramontan rüzgârlarına karşı bunca yıldır ocağı tüten tapusuz evlerinin penceresinden, Paris'i terk ettiler. burada doğan ve nikâhsız evliliklerinden olma iki çoMİNE G.SAULNIER PERPIGNAN/FRANSA Gecenin gözkapakları üzüm bağlannın yeşili üstüne inmeye başladığında, az ötedeki Almarnn evinden ince bir flüt sesi yükselir. Ağustosböceklerinin sustuğu, sabahtan beri koşup oynayan çocuklann yorulduğu ve yaşamlanndan bir günü daha geçmişe gömen eriskinlerin acı tatlı hayaller kurduğu saattir bu. Yıllardır kendi evini yapacak parayı toparlayamadığından, köy belediyesinin üst katında bedavaya yakın bir kiraya oturan lspanyol asıllı komşumuz, flüt sesinin çağnsma asla dayanamaz. Çeker gitannı alır duvaıdan, kılıcım kınından çıkaran bir Toreador gibi. Ve beş parmağıyla bir tıngırdatıp, bırakır. Flütün yanıtıru aramaktadır. Beklenen nağrne gecikmez ve beşyüz metre mesafeden, çalınacak parçaya karar kılırur. kâna kilidi, çanı susan kimsesiz kilisenin duvan bile sessizce çöküvermiş bir gün. Pirene dağlanndan kopup gelen tramontan fırtınalannın savurduğu on yıllar geçmiş aradan. Bu yörede tüm yapılar, bu korkunç yeller öngörülerek inşa edilir. Çaular beton, kiremitler bu betona gömülüdür. Pencereler ufarak, bal peteği gibi göz göz çerçevelidir. Coştuğu zaman bir kucakta köklediği koca çamlan buket niyetine bacalara diken deli tramontan, estiğinde havada ne bulut ne gam; pencerede de yekpare cam bırakmaz yoksa. Yörenin insanları yine de severler bu rüzgârı. Gökyüzü onun sayesinde hep mavidir. Soluğu da dağlardan topladığı ıtır kokulanyla yuklüdür. Torderes'ın taş yapılan tramontan kadar güçlüdür en az. Yıllar süren bir ıssızhğa dayanırlar ki inadına, dayanırlar ki inamlmaz. Derken günün birinde, hatta tam tarihi de verebiliriz, 1968 yıhnın mayıs ayında bir başka rüzgâr kopar Paris'ten. Yakıcı soluğu tüm Fransa'yı alazlar geçer. Gençler dünyayı kocaman bir "komfin" gibi düşlemektedirler. Maymuno|lunun o güne değin üstüste dizdiği tüm incileri; ailekilisedevlet üçgenindeki kutsal çiftleşmeyi, ekonominin patron makyajh suratım, fildişi beyazlığındaki dişlerinin arasmda çatır çatır çiğnemekte, üstelik yutmayıp tükürmektedirler. Ama toz duman yatışınca kendi geleceklerinden başka hiçbir dengeyi bozamadıklanıu anlamakta gacikmezler. Bu gençlerden bir bölümü, içine tükürdükleri bu düzene geri dönmeyecek kadar şövalye, kimi de aynı düzenin parlak birer uygulayacısı olup milyonlar avuçlayacak kadar açıkgözdürler. Ikinciler, o çok sevdikleri devrimin baskı baskı suretlerini pazarlarken, kimi birinciler sesskce göç eder Paris'ten. Ve ıssız komünlere yerleşir, inandıkları gibi yaşamaya başlarlar. Yıllardır insan eli değmemiş kapılan ardına kadar açılır, o güzel taş evlerin. 68'liler, buralann kime ait olduğunu soruşturmak bir yana, merak bile etmemektedircukları ile alayh alaylı el sallarlar. Onlarınkine bitişik harabe ise bundan birkaç yıl önce 68'li ağabeylerinin karizmasına kapılan gencecik bir Kanadalı çift tarafından önce işgal, sonra tamir edildi. Erkek, ekonomi eğitimi gördükten sonra tüm dünyayı gezmiş, şimdi Torderes'te inşaat kalfalığı yapıyor. Kadın, varlıklı bir ailenin kızı, belli. öyle âşık ki kocasına, o evi peri masailanndaki şekerden kulübeler gibi döşedi. Tavukları var, yumurtalarını bizlere satarak aile bütçesine katkıda bulunuyor. Arada bir de köyün deneyimli hanımlanrun kapısını calıp kocacığına pişirmek üzere yemek tarifleri alıyor; beceremediği zaman da küplere binmekte. 68' li kuşaktan bir farklan, evli olmalan. Bir zaman birlikte oturduktan sonra, haftanın iki günü hizmet veren belediyede, nefis bir şarap üreticisi olan ve yaşamının ilk nikâhmı kıyan belediye başkanınm gözyaşlan arasında evlendiler. Gelgelelim bir süre sonra genç gelinin doğal yoldan çocuk yapamayacağı anlaşüdı ve bundan iki ay önce suni döllenmeyle gebe bırakıldı. Birkaç evi alıp restore ederek müzisyen arkadaşlarına kiraya veren Alman mimar, 68'li çoban ailesi, lspanyol gitarcı ile Parisli dilber kansı, her önüne gelenle yatarak karısmı çok kızdıran Belçikalı pilot eskisi, birkaç önemsiz Fransız ve bir buçuk lstanbulludan oluşan kömün halkı bu habere pek sevindi. Kanadalı genç komşularının " l n Vitro" gebeliği, köy meydanında çılgınca gülüp söyleyerek tabii bu arada belediye başkanınm özel stoklarını da iyi ederek layıkıyla İcutlandı. Bilim yalnız yok etmeye değil, var etmeye de yarıyordu demek ki... Orda bir köy var; Akdeniz'e on, Marmara'ya üçbin kilometre uzakta. Pasaport verilmese de, parasızhktan ya da zamansızlıktan gelemeseniz de o köy biraz da sizin köyünüzdür. Onca dil arasında güzelim Türkçe de konuşulur. Magritte'ın beyaz karanhğında yükselen aya karşı, bizim entel köyünün muhtesem konseri resmen başlamıştır. Flüt ve gitarın uyumlu titreşimlerini, gün boyu Pirene yaylalannda soğuklayan koyunlann ağıia dönüşü b a n günler biraz bozar. Iki usta işi nota arasında, Gershwin'imsi bir çıngırak kokteyli tadarsınız ister istemez. Biliyorum, size şaka gibi gelebilir, ama flütçumüz Bremenlidir, çobanımız felsefe doktoru olup, on sekiz yıldır koyunlarla iştigaJ etmektedir. Torderes, Fransa ile lspanya arasında Atlantik kıyılanndan Akdeniz'e uzanan altı yüz küsur kilometrelik sınır boyuna inci gibi dizilen, yüzlerce köyden biri. Daha doğrusu " k o m i i n . " Fransız devriminden sonra başlatılan yönetim örgütlenmesine göre " k o m i i n " , en küçük merkezi yerleşim birimi oluyor. Bizim bücür komün de ülkedeki yüzlerce benzeri gibi, 1950'li yılların getirdiği sanayi merkezlerine göç olayırun fırtınasına tutulmuş. Guzelim taş evlerin ağır ağaç kapılan bir bir kapanmış. En son papaz da vurunca dük BtZİM KÖY hpanyaFransa sınır boyuna inci gibi dizilen yüzlerce köyden biri, Tbrderes. Ve ötekilerden farkh. Bu köy, 'f\tris onlannsa, bizim değildir' diyen, şövalye ruhlu 68'UUrin köyü. Venedik ten Girne'den Londra'dan Ithşanıkıcak kent İyi kötü binbir çehresiyle yaşam dolu bir yer Venedik. Yaşamayı, ölesiye yaşamayı ve sonunda orada ölmeyi dileyebileceğimiz kadar esrarlı bir kent. Visconti'ye nasıl hak vermezsiniz? 'Venedik'te ölmek' bile ayn bir güzeUik... Sıcak günler Ğğie vakti, yangtndan ntal kaçınrcasına bir teiaş: Kepenkler birbiri ardına kapamyor, çarşı bir anda boşalıyor. Herkes, sabahtan beri düşlediği bir serinliğin peşinde. Soluk alma dışında tüm kıpırtıtar hem zahmetii, hem de gereksiz... Ağustos ona yaramazmış HADİ ULUENGİN LONDRA Bisturi kullanarak işlediği amansız cinayetlerle Viktorya dönemi Londra'sını tir tir titreten ve çeşitli rivayetlerden birine göre de bizzat şişman kraliçenin özel cerrahı olan Karın Deşen Cak, 1886 yılında Times gazetesine gönderdiği "Jack the ripper blues" adlı şiirinde, "Zamanım yok size aniatacak / Nasıl katil olduğumu / Ama bilin ki zaman gösterecek / Toplumun temel diregi olduğumu" der. Londra'da ağustos, katil ile maktul, suç Ue ceza ve cinayet ile toplum arasındaki ilişkiler konusunda mülahazalarda bulunmak ve gizli kalmış fantazmalar hakkında fikir yürütmek için uygun bir ay değil. Bir kere, gece Charing Cross istasyonunda çıkıp demiryolu köprusünden Thames'ı geçerken etrafta hiç sis yok ve romantik bir cinayet taha>ryül edebilmek imkânsız. Waterloo istasyonundaki yaz kalabalığı ise çok fazla renkli ve Scotland Yard taharri memurlarının bile. bu renk cümbüşünde Kann Deşen Cak'ın hangi genç kızı gözune kestirdiğini fark edebilmesi zor. Sokaklannda cazibeli Arap kadınlann piyasa yaptığı Chelsea'de, Kensinghton'da, şık mahallelerde ise, bir an için, efsanevi katilin Orta Şarklı yeni bir Marry Kelly bulduğu; onlardan birini Edgware Road lokantalarında humus ve kebap yemeye davet ettiği; kadını kaşla göz arasmda baştan çıkartuğı; günahkâr haremin, efendi Bond Street'te alış veriş yaparken Cak'ı malikâneye aldığr, Cak'ın da, hareme uçkur çözdükten sonra kadının boğazını bisturi ile kestiği ve aynı Marry Kelly vakasında olduğu gibi, bir anatomi profesörü titizliğiyle iç organIarı vücuttan sökerek çay şervisi masasının üstüne simetrik bir biçimde dizdiği tasavvur edilse dahi, Cak'ın Times'a gönderdiği bir başka şiirinde, " N e kasabım ne de sümuklu Yahudi / Ne diyarı gurbetten gelmiş kurdeşen / Altın Kalpli dostunuzum sizin / Sizin kulunuz Cak Kann Deşen" dediği bilindiğinden ve "sttmüklü Yahudi" sözcüğü de Cak'ın "antisemit" eğiiimleri olduğunu ortaya koyduğundan, unlü katilin ağustos ayında Londra'da Arap bir kadın boğazlaması yine de uzak bir ihtimal. Ağustosta Londra'da kanaatime göre, Kann Deşen Cak'ın varlığına en çok ihtiyaç duyulan mekânlar bütünü ise, turistlerin kaynaştığı her yer. Yani, Buctingham Sarayı, "Maggie"nin Dovvning Street on numaradaki evi, VVhitehaU'daki süvari muhafız alayı kapısı, VV'estminster Katedrali. Sonra, Harrodis, Scotch House, Aquascutum mağazaları. Madam Tussot'un önü, Trafalgar'ın üstu, Piccadily metrosunun girişi, Hyde Park'ın gölü. Kanaatime göre, buralarda Cak için çok iş var. Arsız, laubali, anonim, gürültücü, fütursuz, şımank, bilgisiz ve estetik zıddı bir mevcudiyet oluşturan turist milleti, bana göre, Cak'ın ağustosta en uygun biçimde icraı sanat edebileceği kesiti oluşturuyor. Beygirin önünde resim çektirmek için makinesini arayan ahmak kızı, "gel ben sana Londra'da resim çekilecek başka yer göstereyim" diye kandırmak ve tam Baker Street metro istasyonunun koridorunda ve tam Sherlock Holmes tasvirinin burnu dibinde boğaziamak işten bile değil. Veya, Harrod's'da, yaz ucuzluğundan yararlanacağım diye, işporta işi eteklere mal bulmuş mağribi gibi saldıran ve İtalyan komşusuyla saç saça kavga eden Fransız duduyu, tayyörlerin prova edildiği kabine çekmek ve orada derin bir cerrahi ameliye gerçekleştirmek, Cak için işten bile değil. Sonra da, Paddington metro istasyonunun çıkışındaki müvezzi Akşam Postası'ndaki doksan punto manşeti bağıracak: "Turist kesen Cak, Harrod's'da." Cak'ın daha sonra Times'a göndereceği yeni şiirinde ise, "Zamanım yok size aniatacak / Nasıl seyyah kestiğinu / Ama zaman gösterecek / Toplumun temel diregi olduğumu" diyeceğini biliyorum. Lakin, rivayete göre, Cak, ağustosta Londra'yı sevmiyormuş ve toplumun temel diregi olduğunu ispatlamak için, kasımı ve Thames'ın uzerine sis çökmesini bekliyormuş. MEHMET BASUTÇU ""VENEDİK Venedik kentinin merkezindeki Santa Lucia garına giden trene, Mestre*nin kalabalık peronu doluverdi. Dünyanın dört yarundan kalkıp gelmiş renkli bir insan seli bu; "Tek Venedik"i görmeye gidenlerin neşeli gürültüsü kaplıyor her yanı... Cam kenannda bir yer kapabilmek için koşturan çocuk, tren harekete geçince şaşkınlığını gizleyemiyor: "Nereye gidiyonız? Tersim döndii birden" diye bağınyor Türkçe olarak. Venedik'in nüfusunu her yaz iki katına çıkaran turistler arasında, on yıl öncesine oranla daha fazla Türk bulunuyor; en beklenmedik bir anda karşunıza çıkıveriyorlar. Aslmda tek değil Venedik. Yüzlerce, binlerce, belki de milyonlarca Venedik var. Dikkatli her çift gözün, her geldiğinde gördüğü aynı Venedik değil. Değil, ama Santa Lucia garının merdivenlerini iner inmez kendilerini "Biiyük Kanal"la burun buruna buluveren turistlerin çoğunluğu yine "Tek Venedik"i arayacak, bulacak ve onu fotoğraf makinelerinin karanlığında ölümsüzleştirmeye (?) çalışacaklar. Gondollu bir kanal göruntü sü, San Marco meydanının kalabalığı ya da beleşçiliği kurumlaştırmış güvercinlerin avuç içleri mısır taneleriyle dolu ellere konmuş doymak bilmez oburluğu, tatil albümlerinin nostaljik sayfalan arasında solup gidecek... Halbuki biraz ötede bambaşka Venedikler var. Siyahlara bürünmüş kadınlann dualar mırıldandıkları, ysşlı adamlann mum diktikleri gösterişsiz kilisecikler var; küçük meydanlarda, bir ağacın gölgesinde sohbet eden insanlar var; pencereleri önünde çamaşır asılı eski evlerin dizildiği dar sokak aralannda oynarken, miskin miskin dolaşan kedilerin kuyruklarını çeken çocuklar var... Venedik'in, başı sonu yokmuş gibi kıvnhp duran sokaklarında, meydanaklannda cıvıldayan, geçmişi, bugünü ve geleceği birlikte yoğuran yaşamın soluk alışını duymak ne kadar rahatlatıcı, ne de güzel bir duygu. lşte, San Giacomo da l'Orio meydanı, kendi halinde, yaz sonu güneşinin tatlı sıcaklığı altına sereserpe uzanmış, öğlen uykusuna hazırlamyor. Köşedeki tütüncü dükkânı kapanmış bile. Karşıdaki küçük lokantada denizciler şaraplarını yudumlayarak bahk yiyorlar. Lokantanın genç sahibiyle ser\is yapan kızlar zaman zaman müşterilerinin gürültülü konuşmalarına ortak olmaktalar. Dışanya, meydana karşı beş altı masa koymuşlar. Dört kişilik masalardan, yerini beğendiğim birini seçerek oturuyorum. "Yalnızsanız sizi şöyle iceri alahm" diyerek, mutfağın yanında sevimsiz bir yer göstereceklerine, güleryüzle gelip geriye kalan üç tabağı topluyorlar... Birkaç yüz metre ötede borusunu öttüren turizm çıkarcıuğı kanallarm sulannda boğuluvermiş sanki... Dedesiyle dolaşmaya çıkmış bir çocuk, güvercinlerin peşine düşmüş. Gözunü diktiği, ellerini uzattığı güvercin zıplaya zıplaya, bir oyun oynarmışçasına, uçmadan önünden kaçıyor; yonılmak bildiği yok çocuğun, dön dönüyorlar meydanda; güvercin önde, o arkasında dakikalarca süruyor bu oyun. Uçup gideceği kesin bir yaşamuı peşine, ".belki de yakalayabilirim; hiç olmadı, biiyük coşkuları tazeleyerek küçük bir iz bırakabUirim..." umuduyla savaşıp duran yetişkinler gibi... iyi kötü binbir çehresiyle yaşam dolu bir yer Venedik. Yaşamayı, ölesiye yaşamayı ve sonunda orada ölmeyi dileyebileceğiniz kadar esrarlı bir kent. Visconti'ye nasıl hak vermezsiniz? "Venedik'te ölmek" bile ayrı bir güzellik, yaün bir şiirsellik içerebilir. FÂSÎH StNÂN GİRNE Böigeyı kasıp kavuran sıcak gunier. Umursamaziık ısıyla birlikte yükseliyor. Ne Ortadoğu ne de Ege soz konusu. 'Cıtıtbız ve a>na' bile eliere ağır geimekte. Öğle vakıi, yangındaa mal kaçınrcasına bir tela): Kepenkler birbin ardına kapanıyor, çarşı bir anda boşalıyor. Herkes. sabahtan ben düşlediği bir serinliğin peşinde. Kuytu bir gölgede hasır bir tskernle, ipten bir hamak ya da kahredicı gürültüsüyle soğutma aygıtırun çahştığı bir oda. Sonra, ağus.to$bâceklerinin büsbutün abartnğı bir sessiziik... Soluk alma dışında tüm kıpırtılar gereksiz.. Konan sinek nasıl olsa uçup gide r cektir. Elektrik kesildi. Dışardaki sıcağa inat, içindekileri durmadan soğutan buzdolabı son bir titreyişle öğle tatiline katıhyor. Turgut Özal'ın son konuşmasından sonra elektrikier daha sık kesilmeye başladı. "Rum gene kesti' deyıp geçiüyor genelde. Oysa, durum ciddi. Elektriğin arkasından, pompalar çaîışmadiği için sulaf da kesiliyor. Kesînti uzarsa, bu kezbütün Kuze>' Ktbrıs'taki soğusulmuş yiyecek \ç ıçecek şaibeli bir durum alıyor. Dondurmacıdan turistik otele uzanan bu kesinti karşısında bir şeyler yapmak gerek. Yapılrruş bir sey, oturduğum yerden görünüyor. Dağdan inen sapakta mavi' bir levha, üstünde beyaz harflerle EDREMİT vazıli. 1974'ten sonra adı Türkieştiriîmiş köyierden biri. Turkierin Anadolu'ya henüz ayak basmadığı bir dönemde, Batı Anadolu'da, bugün Edremit'in bulunduğu yeıde Atframyttenus kenti var. Daha sonraları 12. yüzyılda Adramyti olmuş kentin adı. .\nlaşılan o zamanki Türkler, bu takım işlerle uğraşmazlarmış. Kentin adi oîduğu gibi kalmış. Kıbns'ta da 1974 sonrasında şu isimleri bir TürkleştireUm demişler ve Trimitya böylece Edremit'e dönmüş. Hern uymuş hem de Türkçe obnuş (!) Elektrik ise öylece kalmış. Sırada bekleyen daha önemli işierin arka&ında. Sıcakta terlemeden yapılacak tek sey rasgek düşünmek galiba. Oslo'datı Mabnö'den Kyoto'dan Mor saçh kız Tııhaf müptela ve küçük faresi YAVUZ BAYDAR Ağırbaşlı bir festival GÜVEN KÜLEKÇt KYOTO Geçen ay başında yuTdun panosunda bir duyuru: "Gion Festivali'nde gelin Hoko'lan çekelim. Varaa'ları taşıyaiun. Başvunı: V«süi." Vasifi'yi tanıyordum. Vasili bizim sevgili Yunan dostumuz. Yurdun» da kıdemlilerinden. Türk olduğumuzu öğrendiğinde bize hemen Türk kahvesi armağan etmişti. Ama, buralarda cezve yoktu kahveyi yapacak. Yoktu ya, kahvenin o güzelim kokusunu içimize şöyle bir çekmek de az şey değildi hani. Evet, Vasili'yi tanıyordum, ama, peki ya bu Hoko'lar, Yama'lar da neyin nesiydi? Ben çekebilir miydim? Gülüyor Vasili, " H a y ı r " diyor, "bayanlara göre degil, biz bay anyoruz. Sonra, Gion Festivali Kyoto'da olur. Kyolo'da nasıl sıcakür, nasıl kalabalıktır." 01sun, ben gitmekte karaıhyım. Japonya'nın en büyük festivalini kaçıramam. M.S. 869'da da Japonya'nın diğer kentleri gibi, vebadan kınlmış Kyoto. Oyle böyle değil. tmparator Seiwa, Gion bölgesinde Yasaka tapmağına bir elçi göndermiş. Yasaka tapmağı, Japon mitolojisinde Güneş tannçaşının erkek kardeşi SusanönoMikato'nun yaşadığına inanılan yer. lmparatorun gönderdiği elçi, tapınağa herbiri Japon kentlerini temsil eden, ucu bıçağa benzer upuzun saplı 66 silah dikmiş, dua etmiş sonra da. Salgın, Metrodayım. Karşıma yeşil parkalı 1920 yaşlarmda bir kız oturuyor. Mavi mor ve kırmızı renkli saçları var. Kızın kazağının yakasından kafasını çıkarmış bir fare ile göze göze geliyorum. "Farelerden korkmak ideolojik" diyor. FİRUZ KUTAL OSLO Gündüz. Oslo Jazz Festivali gerçekleştiriliyor. Festival'in konuklan şehrin merkezindeki açık yerlerde konserler veriyorlar. Ücretsiz... Onlan izliyorum biraz. Sonra bir köşeye oturup gazete okuyorum. Saat 15.00. Metro kalabalık. Norveç'te çoğu işkollan saat üçe kadar calışıyorlar. Çalışanlar evierine dönmek için tren bekliyorlar. Benim bineceğim tren geliyor. Bir yer bulup oturuyorum. Tren içinde asılı Kızılmaske ve Mandrake ilanlan ilgimi çekiyor. Karşıma 1920 yaşlarında. yeşil parkalı, siyah pantolon, siyah kazak ve siyah çizmeli bir genç kız oturuyor. Mavi, mor ve kırmızı renkli saçları var. Kafamı çeviriyorum. Bir kez daha baktığımda, kızın kazağının yakasından kafasını çıkarmış bir fare ile göz göze geliyorum. Garip bir tedirginlik. Ne yapacağın^şaşırıyor insan. Etrafıma bakıyorum. Kalabalık trende bizim oturduğumuz sıraya kimse oturmamış. Ya kolundan bana doğru atlarsa. İrkiliyorum. Kız fark edip, 'İrkilme' diyor. Yok, irkilmem diyorum. 'Daha salın alalı iki hafta oldu. Bunlar çok evciller. Bana da çok ahştı.' diye anlatıyor. Farenin beyaz tuyleri üzerinde siyah benekleri var. Güzel bir ...'fare'. Tren duruyor. Duraktan binen yaşh bir bayan yer buldum sevinciyle yanıınıza oturuyor. Fareyi görür görmez de, çığlık atarak ayakta gitmeyi tercih ediyor. 'Farelerden korkmak ideolojik. Ne var anlamıyonım. Bunlar da kedi, köpek gibiler. On dört günde bir veterinere götürınorum. Her gün yıkıyorum." Neden başka hayvan değil de, fare diye sormak geliyor aklıma. 'Bilmem. Bunlar ucuzdu, hem ben küçük şeyleri severim; belki de ondandır.' Bir şey diyemiyorum. 'Tabii herkes scvmiyor Muço'yu.' diyor. 'Arkadaşlammn çoğu konuşmuyor benimle şimdi. Ailem de önceleri beni eve sokrauyordu. Şimdilerde onlar da alıştılar. Babam Muço'nun ynecegini bile satın alıyor bazen. Her şe>i yer Muço En çok neye kızıyonım biliyor musun, komşular polise telefon ediyorlar. Birisi riiyasında filan fare görse, hemen ben suçlanıvorum. tnsan bir kez dokunsa Muço'va, nefret edilecek bir şey olmadığını anlar.' Ben de dokunabilir miyim diyorum kendi kendime. Ha tavşan, ha fare. Dokunuyorum. Fare, kedilerin yaptığı gibi, kendini yatırıyor. Elimi çekiyorum. 'Ben burada iniyorum. Teşekkür ederim' diyor. Kız trenden iner inmez oturduğumuz sıraya ayakta bekleyenler doluşuyor. MALMÖ Gerçek adıru bilenlerin sayıca fazla olmadığı anlaşılıyor. Kent sinemalarını sıkça ziyaret edenler, hemen her defasmda büet alırken karşılaştıkları, ya da loş salonda koltuklardan birine gömülmüş, bonbon şekerîerini bir bir ağzına atarak filmin başlamasını beklerken gördükleri o aşina yüzlü tombulca adamı, kim olduğunu tam bümeseler de, galiba yakmdan tanıdıklannı sanıyorlar. Meraklanıp, "Yahu kusura bakmaym ama, her gelişimde göniyorunı. Kimdir bu a d a m ? " sorusunu, diyelim kapıda bilet kesen yaşlıca kadına yöneltenler, aşağı yukan şu yanıü alıyorlar: "Aaj Kojak"tır. Kojak, Malmö sinemalannın rakip tanımayan müdavimi. Zamanının hatırı sayılır bir bölümünü s'memaîarda geçirmek gibi, öyle ilk bakışta pek tuhaf gelmeyen çağdaş bir alışkanhğjn sahibi. Ama iş bu kez nitelikte değil. nicelikte. Kojak, son 7 yıldır Malmö'de gösterilen bütün filmleri görmüş. Sinemaların biletçi ve makinistieri ile kurduğu yakın dostluk, bu iddiasmm en somut kanm. Kent sinemalarında çalışan herkes onu tanıyor. Kojak isminı kendisine yakıştıranlar da yine onlar. TeUy Savalas gibi saçtan yana fakir olması, böyle çağnlması için yeterli neden sayümış. Kojak, ününe gölge düşürmemek için her gün en az bir fılm görüyor. Sayı, bazen günde üç filme kadar çıkıyor. Asıl adının Venceslav Mlakar olduğunu, 50 küsur yıl önce Yugoslavya'run Ljubljana kentinde doğduğunu bilenlerin sayısı ise fazla değü. Gerçek Kojak'la saç eksikliği dışında hemen hiçbir ortak yanı olmayan bu tuhaf sinemaseverin yaşamöyküsü, belki de ahşkanhğından daha ilginç. Serüven filmlerine bayılan Mlakar, geçmişi ile ilgili soruları yanıtlarken, "Yaşamun film olsaydı kimse sonuna kadar seyredemezdi" diye anlatmaya başhyor. Bir çiftçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Mlakar, savaşla dört yaşmda tanışrmş. Alman birlikleri bütün aileyi tutukladıktan sonra, çiftliği yakmışlar. Mlakar, akrabalan ile birlikte loplama kampma göndenlmiş. Dört yıl içinde 14 toplama kampı görmüş. Yakınlarıru kaybetmiş. 13 yaşındayken, kimsesiz, 15 kadar yaşıtıyla birlikte tsveç'in Ystad kentine mülteci olarak göndenlmiş. Evlenmiş, bir çocuğu olmuş, ama evdeki geçimsizlik nedeniyle resmi makamlar çocuğun bakımmı bir başka aiîeye devretmiş. İnşaat isçisi olarak çalışmış. 1964'te Solleftea'da bir enerjj santralı inşaatı sırasında 50 m. yuksekiikten düşmüş. Ölmemiş ama bol kolu işe yaramaz hale gelmiş. Başka bir iş kazasında sol gözü görme yeteneğini kaybetmiş. 8 yıl hastanede yattıktan sonra yeniden çahşmaya başlamış. Bağlı olduğu şirket geçen yıl kapanınca işsiz kaîrnış. Şimdi gündüzleri bowling oynuyor, akşamldrı da sinemalan dolaşıyor. Mlakar, trajik yaşanunı biraz olsun hafifletmek için film seyrettiğini söylüyor. "Yaşamımdan şikâyelçi olmak istemiyorum" diyor. "Dunıtnum ber seye ragmen i>i. Yarım adamsın. N»sıl mutlu olabilirsin diye soranlara, 'uzüntü fayda geürmez' diye yanıi veriyorum." Kyoto'dan Gion Matsuri Festivali. Ve Krizantem suyu arabasu bıçakla kesilir gibi kesilmiş hemen. Bunun uzerine Kyotolular ve Yasaka tapınağının başrahibi, tanrılarına şükranlannı sunmak için bir ayin düşünmüşler. 66 silahı temsilen, kuleye benzer iki kath yapüan, dört büyük tahta tekerlek üstüne oturtmuşlar; Hoko dedikleri arabaları yapmışlar. Bir de, tapınaktaki kutsal eşyalan tahtırevan üstüne yerleştirmişler; bu arabalara da Yama demişler. Hoko'lar, pirinç saplanndan yapılan kalın halatlarla çekiüyor. Gion Festivali'nin en güzel zamanı, 16 ve 17 temmuzdaki geçit töreniydi. Kyoto sokaklarını insan almıyordu. Biz de daldık kalabalığa; ben, Menmet, Noriko, Noriko'nun arkadaşları, bir de Rumelihisar'da aynı sokakta otururken tanışmayıp da Japonya'da tanıştığımız, tanışmca da "Dünya ne küçük" dediğimiz sevgili Selçuk Esenbel'le Kyoto sokaklarını arşınladık. Yol boyunca, kimi Kyotolular açmış kapılarını, evlerindeki sanattarih değeri olan eski eşyalannı sergiliyorlardı. Rengârenk kunonolanyla kızlar, yelpazelerini savura savura yürüyorlardı. Görevliler, zaten arabalara kapatılmış yollarda insan trafiğini düzenliyorlardı. Anonslar, kaybolan çocuklan duyuruyordu. Herbirinin ayrı birer öyküsü olan 32 Hoko ve Yama, önlerinde arkalarında yüzlerce kâğıt fener, ışıl ışıl duruyordu. Herkeste bir merak vardı. Sessizce soruluyordu sorular: "Acaba bu hangi Hoko?.. Yok canım bu Yama... Şurda bir çizelge olacaktı cebimde..." En şürsel Hoko ise, Kikusui Boko idi. "Krizantem suyu arabası" demekti bu. Ve efsaneye göre, krizantemlerin büyüdüğü ırmaktan kim su içerse, uzun, mutlu bir yaşam sürecekti.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle