19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
ÇUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER yılda ileri sürülmüş eski ve yanlış bir görüştür. Ural dillerinin akrabalığı kesin olarak kanıtlandıktan sonra Türkçenin bu dillerle (Fince, Macarca, Estçe vb.) akraba olmadığı anlaşılmış ve Ural dillerini çok iyi bilen Fin dilcisi Ramstedt tarafından Türkçe, Moğolca ve MançuTunguzcanın akrabalığını savunan "Altay dilleri" teorisi kurulmuştur. Bu da kesin olarak kanıtlanmış değildir. Ergin, Türkçenin Türk dilleri arasındaki yerini de bilimsel olarak açıklayamıyor. Ona göre, Çuvaşça ve Yakutça Türkçenin lehçeleri Kırgızca, Kazakça, Özbekçe vb. da Türkçenin "şive"leridir (s. 53). Bir kez Ergin'in ısrarla kullandığı "şive" terimi, dilbilimi açısından yanlıştır. Çünkü "şive"nin Türkçemizdeki anlamı "accent"dır, bu da yalnızca "farklı söyleyiş ve tonlama" demektir (Türkçeyi Karadeniz şivesi ile konuşmak, İngilizceyi Fransız şivesi ile konuşmak, Alman şivesi ile konuşmak, vb. gibi). Bu nedenle "şive"nin dil ve lehçe sınıflandınlmalannda yeri yoktur. Dil smıflandırmalannda yahnzca dil, lehçe ve ağız terimleri kullanılır. İki konuşma türünün iki ayrı dil mi, yoksa bir dilin iki lehçesi mi olduğunu saptamak için bunlann arasında "karşıhku anlaşılabilirlik" olup olmadığına bakılır. İki konuşma türü arasında karşılıkh anlaşılabilirlik oranı afırsa veya çok düşükse, "bunlar iki ayrı dildir" deriz; oran yüzde elli ve>ra daha yüksek ise aynı dilin iki lehçesi karşısındayız demektir. Bu yöntem Türk dil ve lehçelerine uygulandığında, Çuvaşça ve Yakutçanın "lehçe", yani dialect değil, "dil" olduğu ortaya çıkar; çünkü ne bu ikisi arasında ne de bunlarla öbür Türk dilleri arasında "karşılıklı anlaşılabilirlik" vardır. Tuvaca, Hakasça, Altayca, Kazakça, Kırgızca, Tatarca, Özbekçe vb. gibi öbür Türk dilleri için de durum aynıdır; çünkü bunlar arasındaki ve bunlarla Türkçe arasındaki anlaşılabilirlik oranı çok düşüktür. Türkçe ile yakın akraba Türkmence bile "lehçe" değil, "dil"dir. Biz yalnızca Azeri Türkçesi ile Gagauzcaya "lehçe" diyebiliriz. Bu durumda, tek bir Türkçe değil, birçok "Türkçe"ler vardır; daha doğrusu bir "Türk dilleri ailesi" vardır. Sayın Ergin, hocası (ve hocam) Arat'ın etkisiyle "Türk şiveleri" deyip duruyor, "Türkçe parçalanmaz bir bütündür" savında direniyor, ideoloji ile bilimsel gerçekleri çarpıtıyor. Bilimde ideolojik ve politik görüşlerin yeri olamaz, olmamalıdır. Ergin, ideoloji ile bilimi karıştırdığı için Türk dillerinin sınıflandırmasını bile yapamıyor, coğrafı alanlara ve kavim adlarına göre bir sıralama yapıyor (s. 64, 65). Sayın Ergin'in Batı Türkçesi veya "Oğuzca" sımflandırması bile eksik ve yanlıştır. Eksiktir, çünkü içinde Türkmence yoktur. Yanlıştır, çünkü "Doğu Oğuzcası" Azeri Türkçesine değil, Türkmenceye denir. uzunluğunun Türkçede "fonernik" olduğunu, yani anlam farkı yaptığım belirtemiyor (aşık: âşık, takı: tâkı vb.). Sayın Ergin, Türkçenin ünsüzleri konusunda da "ses" düzeyinde kalıyor. Ona göre, bugün Türkçede /k/ ve /g/den ayrı olarak ka ve gı "konsonant"ları da vardır (s. 111). Ergin'in dediği "ses bilgisi" (phonetics) bakımından doğru olsa bile, "ses bilimi" (phonology) bakımından yanlıştır; çünkü bunlardan ka sesi /k/ foneminin, gı sesi de /g/ foneminin alofonudur. Ergin, fonemlerden değil de seslerden söz ettiğine göre, niçin iki ayrı 1 sesini, /k/ ve /g/ fonemleri önünde genizsilleşen n sesini ve tavşan, kavşak ve tavuk gibi kelimelerde bulunan çift dudak w'sini hesaba katmıyor? Amaç, Türkçedeki ünsüz sayısını artnrmaksa, böylece "edebi dil"de 23 değil, 26 "konsonant" bulunduğunu söyleyebilirdi! Ergin'in "vurgu" konusundaki "kaide'Meri de çok su götürür: "Türkçede vurgu esas itibanyla ya son hecede ya da ilk hecede bulunur" (s. 153). Bu yargıyı "Türkçede, Türkçe kökenli kelimelerde vurgu genellikle son hecede bulunur" biçiminde düzeltmek gerekir; çünkü gerçek budur. İlk hecenin vurgulanması yalnızca seslenmelerde, bazı zarflarda ve pekiştirmeli sıfatlarda olur. Ergin'in şu "kaide"si de yanlıştır: "Yer adlarında, bütün coğrafi isimlerde vurgu ilk hecede olur: Ankara, Marmara, Tiirkiye, İsveç, Avnıpa..." (s. 153). Avrupa adında vurgu ilk hecede değil, ikinci hecededir. lstanbul da bir yer adıdır ve vurgusu ilk hecede değil, orta hecededir. Ergin'in kulağı vurguyu pek fark etmiyor anlaşılan. Kısaca, "Bütün coğrafi isimlerde vurgu ilk hecede olur" yargısı yanlıştır; bu yargıyı "Türkçe kökenli ve birleşik olmayan yer adlarında vurgu ilk hece üzerindedir" şeklinde düzeltmek gerekir. Güzel Türkçeden uzak: Yer darlığı nedeniyle Ergin'in dilbilgisindeki bütün yanlışlara dokunamıyorum. Ancak, kitabın Türkçesine değinmeden de geçemeyeceğim. "Üniversite öğrencilerine Türkçeyi doğru ve güzel kullanabilme yeteneğini kazandırmak" amacı ile konulmuş olan bir dersin kitabı da "güzel ve temiz bir Türkçe" ile yazılmalı değil midir? Ergin'in Türkçesi için bu sıfatları kullanmak olanaksız, çünkü o Türkçe karşıiığı olan pek çok kavram için Arapça ve Baü kökenli kelimeleri kullanıyor. İşte, kitabın ilk sayfalanndan rasgele seçtiğim bazı örnekler: tabiî, vasıta, müessese, muazzam, manzume, cemiyet, ittifak, hususiyel (s. 7), vuku, cereyan, kaide, misal, prensip, muhafaza, devir, asır, safha (s. 8), müstakil, muşterek. mukaddes, istikbal, kâinat (s. 9), istikamet, mensubiyet, şuur (s. 10), sıhhat, organizasyon, intıbak (s. 11) vb. Şu cümleye bakınız: "Kültür şumullü ve sârîdir" (s. 33). Ergin, II. Meşrutiyet dönemi yeni lisancılannın bile bıraktıkları Farsça tamlamaları da rahatça kullanıyor: "Kültür millî hayat tezahürlerinin heyeti umumiyesL" (s. 19). ŞumuDii, sâri, tezahür, heyeti umunırje... Bugünün "doğru ve güzel" Türkçesi bu mudur? Hiç sanmıyorum. Değil bugünün üniversite gençleri, orta yaşlıları bile bu dili konuşmuyor. Sayın Ergin'in dili de, gramer anlayışı gibi, eski, çok eski. II. Meşrutiyet dönemi Türkçesi değilse bile, Dil Devrimi öncesinin Osmanlıca kırması Türkçesi bu. İnsan, Ergin'in diline bakınca, Atatürk'ün başlattığı Dil Devrimi'nin ne denli yerinde, ne denli gerekli bir akım olduğunu çok daha iyi anlıyor. Üniversâtelerde Türk Dili Öğrerinıi tjniversitelere konulan Türk Dili dersleri, bence, asıl amacı gerçekleştirmekten uzak bulunuyor. Bu koşullar altında ve bu durumda, "Türk Dili" derslerinde bugüne kadar yapılan ya da yapılabilenin öğrencilere yalnızca Türk dilinin yapısı ve işleyişi, tarihsel gelişimi ve lehçeleri hakkında birtakım kuramsal (teorik) bilgiler vermek, daha doğrusu bu bilgileri ezberletmekten öte bir şey olmadığını söyleyebiliriz. PENCERE MünafıkL 18 HAZİRAN 1987 Prof. Dr. TALÂT TEKİN Hacettepe Üniversiteşi YÖK Yasası ile birlikte üniversite programlanna konulan ortak zorunlu derslerden biri (aslında, en önemlisi) de "Türk Dili" dersleridir. Türk Dili ve Edebiyatı bölümleri öğrencileri dışında bütün üniversite öğrencilerinin haftada iki saat olarak dört yıl boyunca almak zorunda olduklan bu derslerin amacı YÖK tarafından hazırlanan "Çerçeve Program"da şöyle dile getirilmiştir: "Üniversitelerde okutulacak Türk Dili derslerinin amacı: Yükseköğrenimini tamamlamış olan her gence, anadilinin yapı ve işleyiş özelliklerini gereğince kavratabilmek; dildüşünce bağlantısı açısından, yazılı ve sözlü ifade vasıtası olarak, Türkçeyi doğru ve güzel kullanabilme yeteneği kazandırabilmek; öğretimde birleştirici ve bütünleştirici bir dili hâkim kılmak ve anadili şuuruna sahip gençler yetiştirmektir!' mek, daha doğrusu bu bilgileri ezberletmekten öte bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Denilebilir ki "Bu da bir şeydir; öğrenciler bu derslerde hiç değilse anadilleri, onun yapısı ve işleyişi, tarihsel gelişimi ve lehçeleri hakkında yüksek düzeyde ve sağlam bilgiler ediniyorlar. Böylece, üniverslte, aslında ortaöğretim kurumlarınm yapması gereken anadili öğretimi görevini de üstleniyor ve öğrencilerin bu alandaki eksiklerini taraamlıyor!' Yanlış bilgiler Hemen belirtelim ki, Sayın Prof. Dr. Muharrem Ergin'in, üniversitelerdeki "Türk Dili" derslerinde izlenen Üniversitrfer için Tiirk Dili (Boğaziçi Yayınları, Istanbul 1986) adlı kitabını görüp inceledikten sonra bu amacın da gerçekleşemeyeceği sonucuna vardık. Çünkü geleneksel dilbilgisi anlayışı ile kaleme alınmış olan bu kitap, oldukça eski bir dille yazılmış olması bir yana; dil yapısı ve niteliği, Türk dilinin akraba olduğu diller ve lehçeleri, tarihsel gelişimi ve yapısı konulannda yanlış bilgilerle doludur. Kitaptaki yanlışlar ve yanlış görüşler dilin tanımı ile başlıyor. Sayın Ergin dili şöyle tanımlamış: "Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendi kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık, milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; seslerden örülmüş muazzam bir yapı; "temeli bilinmeyen zarnanlarda atümış bir gizli antlaşmalar ve sözleşmeler sistemidir" (s. 7). Bu tanımdaki "sosyal bir kurum", temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli antlaşmalar ve sözleşmeler sistemi" yargılarına katılmamak olanaksızdır. Ancak, dilin "tabii bir vasıta" ve "canlı bir varlık" olduğu yolundaki yargılara katılma olanağı yoktur. Çünkü dil "doğal" değiL, "yapma" bir araçtır, yapıcısı Tanrı değil, insanoğludur; başka bir deyişle dil, Tanrı yapısı değil, kul yapısıdır. Dilin canlı bir varlık olduğu düşüncesi de, geçen yüzyıl ortalarında Alman dilcisi August Schleicher tarafından ileri sürülüp savunulmuş, fakat 20. yüzyıl başlannda Ferdinand de Saussure'ün ortaya çıkışı ile bütün yandaşlannı yitirmiş, eskimiş ve yanlış bir görüştür. Aynca, Ergin'in tanımmdaki "sosyal bir müessese" ve "gizli antlaşmalar ve sözleşmeler sistemi" yargılan "tabii bir vasıta" ve "canlı bir varlık" yargıları ile çelişmektedir; bir şey hem "toplumsal bir kurum" ve "antlaşmalar sistemi" hem de "doğal bir araç" ve "canlı bir varlık" olamaz. Sayın Ergin, "Türkçenin dünya dilleri arasındaki yeri" konusunda da şöyle diyor: "Yeryüzündeki diller arasında Türkçenin içine girdfği grup UralAltay dilleri grubudur" (s. 51). Bu da, geçen yüz Amacı gerçekleştirmekten uzak Şimdi dört yılhk bir uygulamadan sonra soralım: Bu amaç veya amaçlar gerçekleşmiş midir? Gerçekleşiyor mu? Hemen belirtelim ki, üniversitelere konulan "Türk Dili" derslerinin asıl amacı olması gereken "öğrencüere Türkçeyi doğru ve güzel kullanabilme yeteneğini kazandirmak" gercekleşmiyor, gerçekleştirilemiyor. Bu başansızlığın nedenleri de çok açıktır: 1) Sınıflar son derece kalabalıktır. lstanbul, Ankara ve Hacettepe Üniversitelcri gibi eski üniversitelerde "Türk Dili" dersleri 100150 kişilik sınıflarda yapılmaktadır. Dil ve TarihCoğrafya Fakültesi'nde bu sınıflar daha da kalabalıktır ve öğrenci sayısı 200'ü aşmaktadır. Bunca kalabalık sınıflarda ne öğrencilere iki satırlık bir yazı yazdınlabilir ne de yazdırılabilse bile, bunlardaki anlatım ve yazım yanlışlan düzeltilebilir. 2) Bu dersleri okutmakla görevlendirilen "okutman"lar gerek bilgi gerekse deneyim yönünden yetersizdir. Okutmanlann hepsi değilse de çoğu, Türk Düi ve Edebiyatı bölümlerini yeni bitirmiş, liselerde öğretmenlik yapmamış, öğretim deneyimi olmayan genç mezunlardır. Bunlann çoğunun anadillerini, özellikle "Standart Türkçe"yi doğru ve güzel kullanabildikleri tartışmalı, hatta şüphelidir. lşte bu iki nedenle, Üniversitelere konulan Türk Dili dersleri, bence, asıl amacı gerçekleştirmekten uzak bulunuyor. Bu koşullar altında ve bu durumda, "Türk Dili" derslerinde bugüne kadar yapılan ya da yapılabilenin, öğrencilere yalnızca Türk dilinin yapısı ve işleyişi, tarihsel gelişimi ve lehçeleri hakkında birtakım kuramsal (teorik) bilgiler ver Kimi sözcük tek anlamlı değil, çok anlamlıdır, çeşitlı biçımlerde, çeşitlı amaçlar için kullanılabilir. Münafık gündelik dilde "ikiyüzlü" demektir; ama, bu sözcüğün İslam tarihinde ve sözlüğünde yeri başkadır; Kuran'ın "Münafikun Suresi"r\de ayrıntısıyla anlatılır. Münafık, yalandan Müslüman olup da kâfirlikte devam edendir. Kuran'daki "Münafikun Suresi"nüe şöyle deniyor: "... Allah, ikjyüzlülerin yalancı olduklannı da bilir. İşledikleri işler gerçekten ne kötüdür! Bu, önce inanıp sonra inkâr etmiş olmalanndandır. Bu yüzden kalpleri mühürienmiştir; artık anlamazlar. Ey Muhammet!. Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider; konuşurlarsa dinlersin; tıpkı sıralanmış kof kütükler gibidirler; her çığlığı kendi aleyhlerine sayahar; onlar düşmandır, onlardan çekin; Allah canlannı alsın..." * İran islam Cumhuriyeti Başbakanı Mir Hüseyin Musavi, Türkiye'deki "resmi gezisi" sırasında Atatürk'ün anıtkabrine gitmedi; saptanmış programı değiştirerek Konyadaki Mevlana türbesini ziyaret etti. Bir gazetecinin sorusu üzerine de şöyle konuştu: ' Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Atatürk ile temeldeki görüşlerimiz tamamen farklı; biz ondan çok ayrı düşünüyoruz. Bu görüş aynlıkları varken, Anıtkabir'i ziyaret etseydik münafık olurduk, ikiyüzlü davranmış olurduk" Musavi'nin Kuran'daki "Münafikun" suresini bildiğinden kuşku yoktur. Bir İslam Cumhuriyeti devletinin Başbakanı, ne söyleyeceğini, ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilen adam olmalı değil mi? • Milliyet yazarı Melih Aşık, 16 haziran günü köşesinde bir fotoğraf yayımladı ve yorumunu yaptı. İran Başbakanı, 1986 ekim ayında, Macaristan gezisi sırasında Budapeşte'deki "Macar Kahramanlar Anıtı"na çelenk koyarken görülüyor. Hangi kahramanlar bunlar? Ya Hıristiyan ya komünist kahramanların "temel görüşleri" ile Musavi'ninki arasında ayrılık yok mu? İran Başbakanı bilmiyor mu ki Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı bugün Anadolu baştan sona kiliselerle donanacaktı? Musavi bir yana, cami yaptırma derneklerinin başına geçerek siyaset yapan bazı ağaların yüzde kaçı bu gerçeği benimsiyor ve halka anlatıyor? İki yüzlülük, kutsal İslam dinini koltuk çıkarlanna alet edenlerde temel karakterdir. Ne var ki Musavi'nin Türkiye ziyareti hem iran hem kendisi açısından çok başanlı... İran yeryüzünde yalnızlaşmış bir ülkedir; Humeyni rejimi Şah'ın yıkılışıyta sağladığı herşeyi yitirme yolundadır. Savaş Tahran'ı darda bırakmıştır. Bir noktaya kadar harp, yeni rejimin siyasal görüşünü toplumsal yapıya işlemekte yararlı olabilir; ama bir süreçten sonra olumsuzluğa dönüşür: yıkım başlar. Bugün İran Irak harbi, silah dengelerini dışardan kontrol eden yabancı güçlerin denetimine girmistir. Musavi'nin Türkiye'ye gelişi de kuşatılmış iran'ın güçlüklerini çözmek içindir. Daha başka deyişle, iran'ın Türkiye'ye "ihtiyacı", Türkiye'nin İran'a "ihtiyac/"ndan çok fazladır. Bu kadar köşeye sıkışmış bir devlet başbakanının bizimkilerle (ve tabii Türkiye ile) basketbol topu gibi oynayabilmesi, ya Musavi'nin büyük diplomasi yeteneğinden ve kendine güveninden, ya bizimkilerin olağanüstü pısırıklığından ve yetersizliğindendir. • Soruyorum: Atatürk'ün Anıtkabrine çiçek koyan Müslüman münafık mı olacaktır? Şimdiye değin Amtkabir'de saygı duruşunda bulunanlar, yalandan Müslüman olmuş kâfirler midir? Eskimiş dilbilgisi anlayışma göre... Ergin'in grameri, modern dilbilimi ilke ve yöntemlerine göre değil; geleneksel, yani eski ya da eskimiş dilbilgisi anlayışına göre yazılmış bir kitaptır. "Fonem"'lerden değil, "ses'Merden söz ediyor. Onun içindir ki "ince a" ünlüsünden söz ettiği halde (s. 102), bunun anlam farkı yapan bir "fonem" olduğunu belirtmiyor, "fonem olmadığı halde "kapalı e" ünlüsü üzerinde uzun uzadıya duruyor (s. 103, 104). Bu arada Standart Türkçede açık e ile söylenen versin kelimesinde "kapab e" bulunduğunu söylemekle yanılıyor. Yine aynı nedenle, ünlü OKTM AKBAL EVET/HAYIR OKURLARDAN Türban, saç, sakal... Türban, Fransızca bir kelimedir, "sarık " demektir, dilimizdeki "tülbent" kelimesinin, Fransızca "tülban" olarak okunuşunun, zamanla 'türban" haline gelmesinden oluşmuştur (Larousse). "Başı örtme" âdeti, insanhğın ilk dönemlerinde başlar. Bu dönemde insanlar, yaşam ve doğa olaylannı, gizli kuvvetlerle açıklarlardı. Günümüzde, basit bir tıp sontnu olan "ölümden sonra saç ve sakaltn uzaması olayı" da, "gizli bir kudretin varlığı"na bağlanıyordu. Bu kudretten mahrum edilmek istenen kişinin düsük kraU esirler saçlan dibinden kazmırdı. Zaman ve mekân'a göre, sihirbaz, hekim, ermiş, rahip görevini yapan ve Büyük Asya'da Kam ve Şaman adlan alan bu dinsel kisiler, "GökTann" huzuruna çıkacakların da, TEVAZU SAHİBİ OLMALARI GEREKTİĞİNDES kudret timsali olan saçlanm örtmek zorundaydılar. Tanrı, kraU rahip, asker ve halk olarak, göksel üstünlükten tevazu ve esarete kadar derecelenerek değişik düzeyleri gösteren pek çok "başı örtme" şekti vardı; bunlardan üç grubu örnek alarak aşağıya ahyoruz: Tepesi toparlak bir çıkmtıyla belirlenmiş olan "külâh" ki, masallardaki KAF dağını, etnolojide, KOZNİK DAĞ'ı temsil eder... Kaf dağı, ucu bulutlara kadar yükselen, tepesine ancak Şamanların eriştiği ve orada GökTanrıyia iliski kurduğu dağdır; binlerce yıl sonra, eski Yunanda "Olemp" kavramma dönüsür. İkinci şekil ise, "Gök katlan"m temsil eden boğa boynuzlanmn, şapka halinde boğum boğum, üst üste sıralanmasından oluşur; Mezopotamya'da görülür. SARIK, yumuşak bir kumaşın, TÜLBENTIn bu boynuzlan temsilen, boğumlar halinde basa sarılmasından başka bir şey değildir. tdari ve bilimsel rütbelere göre boğum şekil ve sayısı değisir. Türk halk dehası, "Oğuz ermişi" demek olan "KaraGuz"un başına hem Kaf dağı, hem de Gök katlanm temsil eden boğa boynuzlanm, KUDRETLİMN KUDRETLİSt anlamma birleştirerek, çarpıcı görünüşlü şapkasını oturtmuştur. Bir üçüncü şekil ise, "var oluş"u ifade eden "ışık"ın, basa, renkli büyük "kuş tüyleri" halinde, değişik sayı ve sıralar halinde takılmasıdır.. OAr'tor yani HUN'lar, Alaska Eskimoları ve Kızılderililerde olduğu gibi... Tann'ya "başı örtme yoluyla hürmet" sorununu, Hintliler, kökünden halletmişlerdir: Saçı, örtmek yerine dibinden kazırlar... Kaynağı biinmediği için başı örtme âdeti, bütün inanış ve dinlere, o inanış ve dinlerin GEREĞ1 olarak girmistir. Sinagogta ve küisede baş örtülür... Hazar Musevisi, başına Türkistan takkesi geçirir, esas Musevi, siyah melon şapka giyer; kiliselerde rahiplerin ve kadınlann başları örtülüdür. Görüldüğü gibi, bu "başı örtme" âdetinin, anlamı değişerek, zaman aşımına dayanmış, üç büyük dinin, Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın 'icap'Tanndan olduğu sanılmıştır. "Sakal'a gelelim: "Sağ", Yakutça aynı gruptan olan Sümercede "ermiş" demektir. Bu sözcük, öteki dillere "saga, sage (saj)" olarak geçmiştir. Ermiş kisise ise "sagal" denir. Bu kişiler "bilgi ve kudret" timsali olarak, yüzlerindeki kıllan uzatırlar. Zamanla, sagal kelimesi ermiş anlamım kaybederek, uzamış surat kılmı ifade eder haline gelmiş, bugünkü "sakal'a dönüşmüştür. tslam felsefesi, kafanın dışma değil içine bakar, onu güzeüeştirmek ister, "bilim neredeyse git onu ara, bul" der... Biz de, bilime sığınarak, türban tartışmalanna ışık tutmak istedik. HALÛK TARCAN 113 AVENÜE FELÎQX FAURE 75015 PARİS Bir Geriye Dönüş Sürecindeyiz! SHP Sıvas Milletvekili Mustafa Kemal Palaoğlu bir yasa önerisi hazırladı. Buna göre, Türk Dil ve Tarih Kurumları özerk dernekler olarak yeniden oluşturulacak. Bu kummların son kurultaylarında seçimle işbaşına gelen yönetim kurulları bütün hakları, olanakları ve malvarlıklarıyla kurumları teslim alacaklar. Bugünlerde Dil Kurumu ve Dil Derneği sorunları bir kez daha gündeme geldi. Prof. Dr. Cevat Geray başkanlığında kurulan, TDK'nin eski statüsü içinde oluşturulmasını kendisine amaç seçen Dil Derneği'ne Ankara Valiliği'nce izin verilmeyişi; AKDTYK'ye bağlı yeni Dil Kurumu'nun üç yıldır yararlı hiçbir iş yapamaması; Atatürk kalıtyazısının çiğnenmesi kamuoyunda yeniden tartişılmaya başlandı. 12 Eylül yönetiminin hızlı biçimde giriştiği değiştirmelerden çoğunun yanlış olduğu yeni yeni anlaşılıyor. 'Anayasanın delinmesi'ne karşı çıkanlarm bu anayasanın 'kevgir'e döndürülmesi karşısında sessiz kalmaları da bütün bu yanlışlıkların bilincine vardıklarını gösterir. Milletvekillerinin bir partiden başka partiye transfer etmemeleri için anayasaya konan madde de geçerliliğini yitirmiştir. Görüldüğü gibi, hiçbir Meclis döneminde şimdiki kadar parti değiştirme olayı yaşanmamıştır. Bugünkü Meclis üyelerinin en az dörtte biri, belki daha da çoğu 6 Kasım 1983'te seçildikleri partide kalmamışlardır. Hatta 6 Kasım partilerinden ikisi de yoktur. Demek ki anayasanın yeniden ele alınıp düzeltilmesi, bir gerçek olarak karşımızdadır. Palaoğlu, Atatürk devrimine yüreğiyte bağlı bir politikacıdır. Geçmiş dönemlerde Meclis Başkan Vekili iken Atatürk'le ilgili bir konuda giriştiği tartışma sonucu görevinden istifa etmişti. Palaoğlu'nun yasa önerisinin ANAP çoğunluğunca nasıl karşılanacağı bellidir! Elbette ki oyçoklugu ile bu öneriyi geri çevirecekler, atıp tutacaklar, TDK'yi yeniden solculara mı bırakacağız' diyecekler, daha başka kimbilir neler buyuracaklar! Ama Atatürk'ün genç kuşaklara bıraktığı büyük yapıtlardan biri olan bu kurumlann eninde sonunda eski niteliklerıyle ortaya çıkmasını kimse engelleyemeyecek. Türkiye'de bir geriye dönüş sürecinin yaşandığını biliyorum. Gericilikte son aşama olan Arap harflerinin lise programlarına sokulmasına ka1 dar gelindi. Bir gün bunu da yapabilirler. Ardından Ayasofya nın ibadete açılması gündeme getirilir. Derken hilafetin çok yararlı bir kurum olduğu, hele hele padişahhğın Türk ulusuna ne kadar yakışacağı da ileri sürülür! Bir de bakmışsınız "Şu Atatürk denen ktşi de neymiş, ülkeye ne yapmış ki neykellerini dikmişler!" diyenler bile çıkar, Atatürk'ten ne kalmışsa hepsi yerlere serilir. Nasıl vasiyeti çiğnenmişse, öyle!.. Bunları bir masal gibi dinlemeyin. Yirmi beş otuz yıl önce bugün gördüklerimizi bize anlatsalar, güler geçerdik. Arap yazısına geri dönüşten söz edileceğini düşünmek bile gülünçtür. Zorunlu din dersleri, yüzlerce imam okulu, on binlerce imam okulu çıkışlı insan; bunlann kayrnakam, vali, savcı, yargıç, genel müdür, milletvekili, bakan olarak yurt yönetiminde yer alışlan... Bütün bunları bir masal gibi dinler, inanmazdık bir anlatan çıksa bile!.. Ama hepsi oldu. Kim derdi ki 'Atatürk Atatürk' diyenler Atatürk'ün kalıtyazısına karşı çıkacak, Atatürkün partisini kapatacak... Humeynici İran Başbakanı Ankara1 ya gelecek de Anıtkabir'e gitmemezlik edecek, 'Biz Atatürkün düşüncesine karşıyız" diye konuşacak, yetkili yöneticilerimiz de bütün bu hakaretleri sineye çekecek! Dil Derneği kuruluyor, ama hükümet buna izin vermiyor. Bakarsınız soruşturma da açarlar bu derneğin kurucuları için, adalet önünde hesap bile sorarlar!.. Olur mu olur! Neler oldu, neler gördük, görüyoruz, göreceğiz daha da!.. Atatürk devrimine inanan milyonlar, Atatürk ilkelerine bağlı kuşaklar sindikçe, güçlü bir siyasal oluşumda bir araya gelmedikçe, gerilik, yobazlık akımları karşısında suspus durumda kaldıkça daha nelerie karsılaşacağımızı düşünmek gerek... Palaoğlu nun yasa önerisi yürekli bir davranıştır, bir karşı çıkıstır. Geri çevrilse de, sonuçsuz kalsa da yararlı bir davranıştır. KentKoop Denetim Kurulu Başkanı ve Oleyis3 Nolu Yapı Kooperatifi Başkanı değerli insan NUSRET AH)IN'ı elim bir trafik kazasında kaybettik. Ailesine, yakmlarına, dostlanna ve KentKoop camiasına başsağhğı dileriz. ÖZGÜ İNŞAAT LTD. ŞTİ. ÖZGÜ AHŞAP VE İNŞAAT SANAYÜ A.Ş. ÖZGÜ PAZARLAMA A.Ş. BAŞSAĞUĞI Eski Oleyis Sendikası Genel Başkanı, değerli arkadaşımız SERMAYE PİYASASI KURULU MESLEK PERSONELİ (DENETÇİ. UZMAN, ARAŞTIRMACI) YARDIMCILIĞI GIRİŞ SINAVI 2499 sayıh Sermaye Piyasası Kanunu gereğince kurulmuş bulunan SERMAYE PİYASASI KURULU'nda denetçi, uzman ve arajtırmacı olarak yetişririlmek ve görevlendirilmek üzere 2, 3, 4 Eylül 1987 tarihlerinde Ankara ve Istanbul'da açılacak yarışma sına\ı ile yeter sayıda aday meslek personeli alınacaktır. SAĞLANANİMKÂNLAR Yarışma sınavını kazananlar, üç yıllık bir meslek içi eğitime tabi tutulacaklar, aynca akademik çalışmalara katılrr.ak, yabancı dil bilgilerini ilerletmek, inceleme ve araşıırmalarda bulunmak üzere yabancı memleketlere gönderiiebileceklerdir. KATILMA KOŞÜLLARI • Ciriş sınavına katılabilmek için; 1) Devlet Memurları Kanunu'nun 48'inci maddesinde yazılı niteliklere sahip olmak, • 2) Siyasal Bilgiler, lktisat, Hukuk, Işletme, tktisadi ve ldari Bilimler Fakültelerinden veya listesi kurulda bulunan meslek konusu ile doğrudan ilgili ve en az dört yıl süreli eğitim veren diğer yüksek okullardan birini bitirmiş olmak, 3) Yaş, sağlık ve diğer nitelikler bakımından, sınav broşüründe gösterilen sartları tasımak, zorunludur. BAŞVURU ŞEKLİ Giriş sınavına katılabilmek için Sermaye Piyasası Kurulu'nun aşağıda adresleri gösterilen Ankara ve lstanbul bürolarından alınabilecek veya posta ile ısıenebilecek "başvuru formu" ve bu formda istenen belgelerle birlikte en geç 21 Ağustos 1987 tarihine kadar ulaşacak şekilde kurulun Ankara'daki merkezine başvurulacaktır. SERMAYE PİYASASI KURULU BAŞVLRL ADRESLERİ İSTANBUL BÜROSU SERMAYE PİYASASI KURULU Rumeli Cad. No: 85 Kat: 4 Meşrutiyet Caddesi No: 24 Tel : 141 72 50 (3 Haı) Tel.: 131 72 90 (10 Hat) Osmanbey/İSTANBUL ANKARA Basın: 20293 İLAN İST. 3. SULH HUKUK HÂKİMLİĞİNDEN 1987/64 Ves. Beşiktas, Şair Nedim Cad. 79/11 'de ikâmet eden Ahmet Sabit oğlu, Semiye'den 1312'de doğrna Halil Mat hastalığı sebebiyle hacir altına alınarak kendisine aynı adreste öz kızı Edibe Mat 9.6.1987 günü mahkememizce vasi tayin edilmiştir. Ilan olunur. 15.6.1987 Basın: 6318 1727 yaşlarında bayanlar, îngiltere'de çocuğa bak, karşılığında İngilizce öğren. 158 53 42 NUSRET AYDIN'ı kaybettik. Genç yaştan beri işçi sınıfına büyük bir özveri ile hizmet sunan, bu uğurda onurlu ve çileli kahırlar çeken, büyük acıları yiğitçe göğüsleyen değerli insan Nusret Aydın'ın elim bir kaza sonucu vefatını teessürle öğrenmiş bulunmaktayız. Kendisini saygıyla anar, aile, dost ve arkadaşlanna başsağhğı dileriz. TOLEYtS SENDİKASI GENEL YÖNETİM KURULU VE CAMİASI ADINA GENEL BAŞKAN MUSTAFA ARAZ Robert College mezunu, Boğaziçi'nde öğrenciden tngilizce dersleri verilir. Tel.: 161 88 68 ANKARA ÜNİVERSİTEŞİ REKTÖRLÜĞÜ'NE YARDIMCI DOÇENT ALINACAKTIR Üniversitemizin aşağıda belirtilen fakültelerinde boşalacak olan yardımcı doçent kadrolarına 2547 sayıh kanunun 23. maddesi ve Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği nin ilgili hukümleri uyarınca atama yapılacaktır tsteklilerin ilan tarihinden itibaren 15 gün içinde ilgili fakülte dekanlıklarına başvurmaları duyurulur. Adaylar, kadro ve sınavlarla ilgili her türlü bilgiyi fakülte dekanlıklarına şahsen başvurmak suretiyle sağlayabilirler. KADRONUN BOŞALACAĞI TARİH ANABİLtM DAL1 ADEDİ FAKÜLTESİ 12.8.1987 Sanat Tarihi 1 D.T.C. Fakültesi 30.7.1987 Uygulamalı Jeoloji Fen İslam Tarihi 12.7.1987 llahiyat Kentleşme ve Çevre Sorunları 19.9.1987 S.B. Fakültesi Tıp Iç Hasıalıklan Anabilim Dalı 8.8.1987 Gastroentroloji Bilim dalı " Çocuk Sağlığı ve Hast. 6.7.1987 " Genel Cerrahi 16.7.1987 16.9.1987 BiyokimyaFizyoloji Veteriner Fakültesi Mikrobiyoloji 18.8.1987 Ziraat " Tarımsal Mekanizasyon 8.7.1987 Farmasötik Teknoloji 1 16.9.1987 Eczacılık " Psikolojik Dan. ve Reh. 29.7.1987 Egitım Bil. " „ , < Program Geliştirme 29.7.1987 ( x ) Mikrobiyoloji alanında doktora yapmış olmak gerekmektedir. ILAN AFYON ŞEKER FABRİKASI MÜDÜRLÜĞÜ'NDEN 1 Fabrikamıza ait aşağıda yazılı işler 29.6.1987 Pazartesi günü saat 14.30'da fabrikamız ofis binasında kapalı zarfta teklif alınmak usülü ile ihale edilecektir. keşif Geçici Dosya İŞİN AD1 Bedeli TL. Teminaı TL. Bedeli TL. 1 Toklucak Kamyon Kantarı Temeli 7.Û00.000.210.000.5.000.2 Emirhisar Kamyon Kantarı Temeli 7.000.000.210.000.5.000.3 Toklucak Kantar Kaldırımı 13.000.0005.000.390.000.4 Çiftlik Hayvan Padok Kaldınmı 4.000.000.5.000.120.000.2 lhaleye gireceklerin iştirak belgesi ve dosya almak için en geç 22.6.1987 Pazartesi günü saat 16.00'ya kadar fabrikamız inşaat servisine belgelen ile birlikte müracaat etmeleri gerekmektedir. Durumu uygun gorülenlerin iştirak belgeleri 26.6.1987 Cuma gunu saaı 16.00'ya kadar verilecektir. 3 thaleye katılacaklar, teklif zarflarını en geç 29.6.1987 Pazartesi günü saat 14.00'e kadar fabrikamız Muhaberat Servisi'ne tevdi edeceklerdir. 4 Şirkeıimiz 2886 sayıh kanuna tabı olmadığından ihaleyi kısmen veya tamamen yapıp yapmamakıa veya söz konusu hizmeti dilediğine yaptırmakta serbestıir. Basın: 22955 SATILIK DAİRE Camlıkahve pazartesi pazarı sokağında 130 m 2 daire satıhktır. Tel.: 525 17 25
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle